Evrimsel bir strateji olarak sahte haberler ve komplo teorileri
Sosyal bilimci Michael Bang Petersen, insanların neden hararetli grup çatışmalarında bir araç olarak aşırı ölçülerdeki yalanlara inandıklarını anlatıyor.
Paul Rosenberg
İster ‘sahte haberler’, isterse komplo teorileri ya da düpedüz yalanlar olsun, politik yanlış bilgilendirme, politikaya en meraklı olan insanlara yönelik çok sayıda 20. yüzyıl propagandası örneği bulunsa da çoğunlukla toplumsal cehalete atfedilir. Edward S. Herman ve Noam Chomsky’nin ortaklaşa yazdığı ‘Üretim Onayı’ [Manufacturing Consent] gibi kitaplar, 1991’de gerçekleşen birinci Körfez Savaşı’nın medyada kendine nasıl yer bulduğuyla ilgili unutulmaz bir söz olan “ne kadar çok izlerseniz, o kadar az şey bilirsiniz” ile bu düşünceye meydan okumaya başladı. Sosyal medya çağında bilimsel açıklamalar, Paul Simon’ın ‘The Boxer’ adlı şarkısından bir satırla betimlenebilecek “motive edilmiş [harekete geçirilmiş] akıl yürütme” tartışmalarına kaydı: “Bir insan duymak istediğini duyar ve gerisini hiçe sayar.”
Ne var ki cehalet perspektifi üzerimizde derin bir etki yaratıyor; çünkü gerçeği takip etmek için harekete geçtiğimiz Aydınlanma düşüncesine hitap ediyor. Bizler “düşünen hayvanlarız”, değil mi? Bu ifadedeki vurucu kısım ‘hayvan’ olabilir. İnsanlar evrimsel bir geçmişe sahiptir ve aldatma, hayvan dünyasında evrimsel avantajlar sağladığı için yaygın görülür. İnsanların aşırı sosyal yaratıklar olması haricinde, birbirimizden o kadar da farklı olmadığımıza inanmak için sağlam bir neden var. Atalar ve evrim bağlamında, başarılı bir sosyal grubun parçası olmak, besin ve su kadar önemliydi. Hâl böyleyken, insanlar arasındaki aldatma, grup çatışmalarından dolayı evrimleşti. Bu fikir, Danimarkalı siyaset bilimciler Michael Bang Petersen ve Mathias Osmundsen ve Amerikalı antropolog John Tooby’nin “Çatışmanın Evrimsel Psikolojisi ve Yalanın İşlevleri” adlı yeni bir makalenin tezini oluşturuyor.
Makale, “motive edilmiş akıl yürütmenin” bakış açısı ile uyumlu olsa da, odaklandığı nokta, yanlış bilgiyi yeniden ve yeniden üreten psikolojik mekanizmalardan daha derinlere iniyor. Araştırmacılar, bu mekanizmaların işlevlerini açıklığa kavuşturmaya, yani neden ilk etapta evrimleştikleri sorusuna bir yanıt bulmaya çalışıyorlar. Petersen’le üç yıl önce, Twitter’da, “Bir ‘Kaosa Duyulan İhtiyaç’ ve İleri Demokrasilerde Düşmanca Siyasi Söylentilerin Paylaşılması” başlığını taşıyan daha eski bir makalesiyle ilgili söyleşi yaptım: “Birçok statü takıntılı ama marjinalleştirilmiş birey ‘Kaosa Duyulan İhtiyacı’ yaşıyor ve ‘dünyanın yanışını seyretmek’ istiyor.” Bu makale, üretken yanlış bilgi yayıcılarına ve bunu neden yaptıklarına ilişkin çok önemli bilgiler verdi. Öte yandan, bu bireysel açıklama, var olan hikayenin yalnızca bir parçasıydı. Bu yeni makale, alelade yalanların yayılmasında rol oynayan evrimsel temelleri ve toplumsal süreçleri aydınlatmayı hedefliyor. Bu nedenle, Petersen ile her zaman olduğu gibi açık ve uzun olmak üzere hazırlanan uzun bir söyleşi daha yaptım.
Son on yılda, siyasal alandaki yanlış bilgilerin veya “politik söylentilerin” yayılmasını, kimilerinin adlandırdığı üzere, cehaletten ziyade “motive edilmiş akıl yürütmenin” bir neticesi gibi görmek daha yaygın bir hale geldi. Ne var ki yeni makaleniz, bu motive edilmiş akıl yürütmenin arkasında yatan sosyal işlevlerin geniş bir evrimsel hesabını ortaya koyuyor. Yazmanıza neyin sebep olduğunu ve hangi amaçla yola çıktığınızı anlatır mısınız?
Bu araştırmadaki en önemli hedeflerimizden bir tanesi, insanların, neden başkalarının inandığı şeylerin baştan sona garip olduğuna inandıklarını anlamaya çalışmaktı. Bence bu sorunun geçtiğimiz birkaç on yılda, özellikle de sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla daha fazla önem kazandığı herkes için kesin bir durum. Göründüğü kadarıyla, bunun gibi -başka insanların açık biçimde hatalı olduğunu ifade edeceği bilgi ve içeriğe meyilli- inanç sistemleri, daha da yaygınlaşıyor. Mesela 6 Ocak günü Senato Binası’na yönelik saldırıda gördüğümüz üzere, bu olgu kimi zaman fazlasıyla korkutucu neticeler üretebiliyor.
Kısacası, anlamaya çalıştığımız şey, insanların neden yanlış olması gereken şeylere inandıkları. Alışılmış söylem, “Şayet yanlış şeylere inanıyorsanız, aptal olmalısınız. Olan biteni anlamak için gerçek bir çaba sarf etmediğiniz için olmalı” der. Buna karşın, son birkaç on yıl içerisinde, vaziyetin böyle olmadığını ortaya koyan daha fazla araştırma birikti. İşin aslı, yanlış bilginin yayılmasından sorumlu olan insanlar siyaset hakkında en sınırlı bilgiye sahip olanlar değil. Onlar, aslında siyasetle ilgili pek çok şeyin farkındalar. Bu bağlamda, bilgi, insanların yanlış olan şeylere inanmasına karşı bir koruma sağlamıyor.
Bizim yapmaya çalıştığımız şey, “Tamam, eğer insanlar cahil oldukları için değilse, o zaman nedir?” diye sormak. Bunu anlayabilmek için evrimsel psikolojinin çerçevesini kullanıyoruz, temelde şunu anlamaya çabalıyoruz: Yanlış bilgiye inanmak hususunda uyum sağlamayı olanaklı kılan bir şey olabilir mi? Bu unsur bir şekilde işlevsel olabilir mi? Bir kaza olmaktan ziyade, yanlış bilgiye inanma ve yayma davranışı aslında bilerek mi yapılıyor?
İnsanın evrimini tartışmadan önce, insan harici hayvanlardan oluşan bir bölümünüz mevcut. Hayvanların dünyasında yaşanan aldatma ve çatışmalardan neler öğrenebiliriz?
Şahsen, hayvanların dünyasına bakmak noktasında bunun mühim bir basamak olduğunu düşünüyorum; çünkü çoğu insan hayvanların sergiledikleri davranışların biyolojik evrimin ürünleri olduğunu ve bir çeşit evrimsel avantaj sağladığını ifade eder. Ve hayvanlarda tanık olduğumuz şey, bir çatışmaya girdiklerinde etrafa daima yanlış bilgi yaydıklarıdır.
Bir çeşit açık örnek, hayvanların başka hayvanlarla bir çatışmaya girdikleri zaman kendilerini olduklarından daha büyük göstermeye çalışmaları. Bu, elbette, diğer hayvanlara kendisiyle uğraşmamaları gerektiğine ve eğer gerçekten de bir kavgaya girerlerse kazanacağına dair bir işaret göndermektir. Kısacası, hayvanlar çatışma durumlarında yanlış sinyaller vermek yoluyla bir üstünlük elde etmeye çalışıyorlar.
Peki insanlara baktığımızda bu nasıl değişiyor ya da değişmiyor?
Öncelikle, insanların yapmasını beklememiz gereken şey de budur; şayet kendilerine avantaj sağlayan biçimde yanlış sinyaller gönderebiliyorlarsa, o zaman bunu yapmalılar. Bunun ardından tartıştığımız şey, hayvan iletişimindeki sahtelik derecesi bağlamında bazı kısıtlamalar olduğudur. Bu kısıtlama, iletişim sistemlerinin ilk aşamada evrimleşmesidir; zira hem bireyler hem de [bilgisel/iletişimsel] bir değiş tokuşta yer alan her iki organizma için de faydalıdırlar. Bu yüzden, bir iletişim sistemi gelişmeden önce, [iletişimde yer alan] gönderici ve alıcı için uyarlanabilir olmalı. Bu, çatışma hallerinde bile bariz yalanlar uyduramayacağınız anlamına gelir. Bazı gerçeklik sınırlamaları mevcuttur.
Akabinde, aslında bazı durumlarda, insanlar ve insan evrimi söz konusu olduğunda, bu kısıtlamaların bir işe yaramadığını dile getiriyoruz. Çünkü insan olmayan hayvanlara baktığımızda, çatışmanın genellikle iki birey arasında olduğunu görürüz; fakat insanların çatışması çoğunlukla iki grup arasında yaşanır ve bir grubun üyeleri diğer gruba karşı birbirleriyle işbirliği yapar. Bu, bir grup içinde, diğer bir grupla çatışmada onlara üstünlük sağlayabiliyorsa, yanlış bilgi ve yalanları yaymanın bazı avantajları olabileceği anlamına gelir. Ve ardından, bu fikrin doğru olabileceği birkaç yolu tartışmayı sürdürüyoruz.
Bilgi paylaşımının üç işlevini tanımlıyorsunuz: Çatışma için grup seferberliği, dikkatin koordine edilmesi ve vaadin işaret edilmesi. Bu amaçlara verimli bir biçimde ulaşmanın, evrimsel bağlamda, doğruluk ya da gerçeklik değil, seçilen şey olduğunu savunuyorsunuz. Seferberlikten başlayarak bunların her birine bir örnek verebilir misiniz?
Grubunuzu harekete geçirmek istediğiniz zaman yapmanız gereken şey, bir sorunla karşı karşıya olduğunuzu bulmak ve ardından, grubun aynı şeye odaklanmasını sağlayabilmek için sorunu tarif etme şeklinizin mümkün olduğunca dikkat çekici olması gerek. Bu bağlamda, gerçeklik ender rastlanan biçimde kurgu kadar çekici olabilir. Tehdidi abartarak -mesela, tam anlamıyla doğru olmayan şeyleri söyleyerek- mensubu olduğunuz grubunuzun dikkatini harekete geçirmek ve eşgüdümlü hale getirmek noktasında daha iyi bir duruma gelirsiniz. Burada önemli olan şey şu ki, eğer herkes bu diğer insanlardan hoşlanmamak hususunda hemfikirse, o durumda herkesin diğer gruba dikkat etmesini sağlarız ve bu aslında grubunuz için faydalı olabilir. Bu yolla, diğer grubun yarattığı gerçek tehdidi abartarak daha etkili bir seferberlik yaratabilirsiniz.
Bunun neden bir anlamı olduğunu, neden işlevsel olduğunu anlamanın anahtarı, bir insanın ilgi alanları ile dikkat arasında ayrım yapması gerekliliğiyle ilgilidir. Örneğin, bir grubun ortak çıkarları olabilir; “Biz, bu diğer grubu sevmiyoruz, bu diğer gruba karşı bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyoruz” diyebilirler. Fakat bu çıkar veya çıkar kümesinin üstünde, bütüncül bir koordinasyon sorunu mevcut. Herkesin bu sorunu halletmenin vaktinin geldiğini kabul etmesini sağlamalısınız. Şimdi tam vakti ve bunu bu şekilde halletmemiz gerekiyor. Tehdidi gerçekliğin ötesine geçecek biçimde abartmak ve herkesin mesajı almasını sağlamak, bunun gibi herkesin çıkarına olabilecek bir müzakere sürecinde gerçekleşir.
Koordinasyonla ilgili sonraki sorumu az çok yanıtladınız. Peki vaadi işaret etme konusunda neler söylersiniz? Gerçek dışılık orada nasıl bir rol oynuyor?
Bence bunlar iki büyük sorun; bir tarafta seferberlik ve diğer tarafta işaret [sinyal] verme. Bir grubun üyesi olduğunuz zaman, size yardım edecek diğer grup üyelerine ihtiyaç duyarsınız. Bunun gerçekleşmesi için şunun işaretini vermeniz gerekir, “Ben bu grubun sadık bir üyesiyim. Eğer başınız belada olsaydı size yardım ederdim, dolayısıyla, şimdi sizin bana yardım sunmanız gerekiyor.”
İnsanlar sürekli biçimde sadakat işaretlerine odaklanır: “Onlar grubun sadık üyeleri mi?” ve “Sadık bir üye olduğumun nasıl işaretini nasıl verebilirim?” Bunu yapmak için her türlü yol mevcut. Belirli kıyafetler giyiyoruz, çete dövmelerimiz ve gruba olan sadakatimizi ortaya koymanın her türlü fiziksel yolu var.
Fakat biz insanlar son derece karmaşık olduğumuz için, sadakatimizi işaret etmenin bir diğer yolu da taşıdığımız inançlardır. Belirli bir inanç kümesine sahip olarak bir gruba sadakatimizi işaret edebiliriz ve o durumda sonraki soru şudur: “Peki, sahip olduğumuzu işaret edebileceğimiz inanç türü nedir?” Her şeyden önce, diğer insanların taşıma ihtimalinin olmadığı bir inanç olmalı; çünkü şayet herkes bu inancı taşıyorsa, bu durum grup sadakatine dair çok iyi bir işaret değildir. Başka gruplarda yer alan diğer insanların taşımadığı bir şey olmalı. Burada yatan temel mantık, herkesin gerçeğe inanabileceği ama sadece grubun sadık üyelerinin açıkça yanlış olan bir şeye inanabileceğidir.
İnançları geliştirmek ya da hiç kimsenin kendi başına ortaya çıkaramayacağı kadar garip ve olağanüstü inançları gözden geçiren bir psikoloji geliştirmek doğrultusunda bir seçim baskısı mevcut. Bu, “Evet, ben bu gruba aitim. Bu grubun neyle bağlantılı olduğunun farkındayım. Uzun zamandan beridir bu grupla birlikteyim” işaretini verir; zira bu ön geçmiş olmadan bu inanca sahip çıkamazsınız.
Bu durumu, QAnon* adlı komplo teorisi gibi ortalıkta dolaşan komplo teorilerinin büyük kısmında görebileceğimizi düşünüyorum. Hatta bunu dini inançlarda da görebiliriz; çünkü onlara baktığınızda, pek çok dini inanç gerçekten de gariptir. Metinde verdiğimiz örneklerden biri, Tanrı’nın aynı anda hem bir hem de üç olduğu fikrini barındıran Hıristiyanlıktaki ilahi ‘Teslis’ [Üçleme] kavramıdır. Bu fikre asla kendi başınıza ulaşamazsınız. Bu fikre, sadece Hristiyan bir dini gruba dahil olduğunuzda ulaşabilirsiniz. Yani şu çok iyi bir işarettir: “Evet, bu tam anlamıyla bir Hıristiyan.”
Haklısınız. Ben de bir ‘Üniteryen’ olarak yetiştirildim. O zamanlar Kuzey Kaliforniya’da yaşayan laik bir Yahudi olarak, kendimize bir sığınak bulabileceğimiz tek yer Üniteryen cemaatiydi. Laik Yahudilerle doluydu ve kesinlikle “tam anlamıyla Hıristiyan” değillerdi.
Evet, ben de özel bir Katolik okuluna gittim; bu yüzden dini inançlarına da maruz kaldım. Buna karşın, grup çatışması söz konusu olduğunda büyük önem taşıyan diğer bir husus daha mevcut; çünkü sadakat sahibi bir üye olduğunuza ilişkin çok iyi bir işaret, diğer grubun saldırganca bulacağı türden inançlar olabilir. O gruba değil de bu gruba sadık olduğumun işaretini vermenin iyi bir yolu, diğer grubun inandığının tam tersi istikametteki bir inancı benimsemektir. Dolayısıyla, bu sadece garip inançlar oluşturmak için değil, aynı zamanda diğer grubun kötü veya şeytani olduğuna ya da barındırdıkları belirli değerlere gerçekten de zıt bir şey olduğuna ilişkin garip inançlar geliştirmek yönünde bir baskı yaratır.
Bu, hem etrafa yalanları yaymanın hem de bu yalanları işaret etmenin işlevsel nedenleri olduğunu gösterir. Sanırım en önemli sezgilerden biri, inançları sık sık yaptığımızdan farklı bir biçimde düşünmemiz gerektiği. Çoğu zaman, taşıdığımız inançların gerçekliğin temsili olduklarını düşünürüz ve hâl böyleyken, bir inanca sahip olmamızın sebebi dünyada gezinebilmektir. Bu yüzden de inançlarımızın içeriğiyle gerçekliğin nitelikleri arasında fazlasıyla iyi bir uyum ya da eşleşme olması gerekir.
Bununla birlikte, bizim tartıştığımız şey, dünyada yolunu bulabilmek için pek çok inancın aslında mevcut olmadığı. Bunlar toplumsal nedenlerden ötürü var olurlar; zira grubumuzu bir amaç için harekete geçirmek ya da grubun sadık üyeleri olduğumuzun işaretini vermek gibi sosyal bağlamdaki bazı mühim olguları hayata geçirmemize olanak sağlıyorlar. Bu, inançların işlevinin gerçekliği temsil etmek olmaması sebebiyle, doğruluklarının ya da hakikat değerlerinin gerçekten de önemli bir özellik olmadığı manasına gelir.
“Eşgüdüm Aracı Olarak Yalanlar” adlı bölümde Donald Horowitz’in ‘Ölümcül Etnik İsyan’ adlı kitabını tartışıyorsunuz. Kitap bize etnik şiddetin ön koşullarını oluşturmada yalanın oynadığı rolle ilgili neler söylüyor?
‘Ölümcül Etnik İsyan’ aşırı derecede rahatsız edici bir kitap. Etnik katliamlar öncesinde, esnasında ve sonrasında olanlara dair bildiklerimizin sistematik bir incelemesi niteliğinde. Bu kitabı sosyal medyada yayılan sahte haberler ve yanlış bilgiler üzerine kafa yormaya başladığım dönemde okudum ve kitap bana aynı zamanda evrimsel bir psikolog ve iş arkadaşım olan Pascal Boyer tarafından önerildi. Horowitz, öncel bir söylenti yayılış dönemi olmaksızın etnik katliam olamayacağını ve olmayacağını ileri sürüyor. Kendisinin ileri sürdüğü argüman, tam olarak daha önce tartışmak istediğim şeydi; yani, bu tür söylentilerin işlevi aslında gerçeği temsil etmek değil. Söylentilerin toplam işlevi, grubunuzu organize ederek saldırmaya hazır bir hale getirmek. Bunu ise düşmanınızın güçlü, şeytani ve saldırmaya hazır olduğunu işaret ederek yaparsınız; böyle olunca, artık sizin de bir şeyler yapmanız gerekir.
Bu kitapta yer alan söylenti analizlerine dair gerçekten ilgi çekici olan şeylerden biri, söylentilerin içeriğinde, diğer grubun size ya da grubunuza karşı yaptıklarının pek de öngörülmemiş olduğudur. Aslında sizin diğer gruba yapmayı planladığınız şey tarafından öngörülüyor. Bundan ötürü, bu söylentilerin içeriğinin gaddarlığı, bir bakıma biz harekete geçtiğimizde onlara ne yapacağımıza ilişkin eşgüdümün bir parçası; bu durum ise bizlere, bu söylentilerin asli işlevinin gerçeği temsil etmek değil, sosyal işlevlere hizmet etmek olduğunu gösteriyor.
Horowitz’in kitabını okuduğum zaman beni şaşırtan nokta, bahsettiği dünya genelindeki bu etnik katliamlarda yayılan söylentilerin içeriğinin birbirine ne kadar da benzer olduğu, sosyal medyada dolaşan yanlış bilgilere ne kadar çok benzediğiydi. Bu durum ise, sosyal medyada olan bitenlerin büyük kısmının cehaletten değil, bu toplumsal işlevlerden kaynaklandığını ortaya koyuyor.
Vurguladığınız bir nokta, kolayca yalanlanmak ya da itibarsızlaştırılmaktan kaçınmak için, buna benzer “seferberlik çağrılarının doğrulanamayan bilgilere yönelmesi gerektiği: Gizli, zaman veya mekan olarak çok uzakta, kapalı kapılar ardında vb. meydana gelen olaylar.” Bu husus, komplo teorilerinin neden çekici olduğunu açıklamaya yardımcı oluyor. Peki bu tabloda nasıl bir yere oturuyorlar?
Yalanlara göz attığımızda ortada bir gerilim olduğunu görüyoruz. Bir düzeyde, konuştuğumuz tüm sebeplerden ötürü, mümkün olduğu kadar garip hale getirme yönünde bir motivasyon söz konusu. Diğer yandan, eğer bu seferberlik durumunu yaratmaya çalışıyorsanız, yaydığınız bilgilerin internet üzerinden mümkün olduğu kadar engellenmeden dağılmasını istersiniz. Mümkün olduğunca yayılmasını istersiniz. Herkesin bir sandalyeye baktığı bir durumdaysanız ve “Şey, o sandalye aslında bir taş” diyorsanız, bu, bilgi akışını engelleyecek bir eylemdir; çünkü insanlar size “Yahu bunun gerçekten de bir sandalye olduğunu biliyoruz” diyecektir.
Dolayısıyla, mümkün olduğunca garip bir içerik oluşturmak için gereken bu motivasyon ya da teşvik olsa bile, ortak eyleme katılmaya motive olmayan kişiler tarafından uyarıldığınız durumlardan kaçınmak yönünde başka bir baskı ya da teşvik de söz konusu. Bu husus, diğer insanların “Bu açık biçimde yanlıştır” demekte zorlandıkları durumlarla ilgili içerik üretmenin daha iyi olduğunu ortaya koyuyor. Bu nedenle, doğrulanamayan bilgiler en elverişli bilgi türüdür; zira bunlarla gerçekten de dilediğiniz kadar garip içerikler üretebilirsiniz ve uyarı alma riski yoktur.
Bilgiyi yazdığınız ya da yaydığınız ama aynı zamanda uyarılmaktan kaçınmanın bir yolu olan bu makul düzeydeki inkar edilebilirliğe sahip olduğunuzda, komplo teorisyenlerinin, “Biz yalnızca soruları gündeme getiriyoruz” diye kendilerini savunurken benzer bir taktik izlediklerini görüyoruz. Komplo teorileri kesin biçimde doğrulanamayan ve neyin iyi neyin kötü olduğunu teyit etmenin çok güç olduğu durumların peşine düşmesiyle nam salmıştır. Etnik katliamlarda da gördüğümüz üzere, güçlü, kötü ve şeytani bir şey yapmaya hazır bir düşmanımızın olduğunu aktaran bu anlatıları üretiyorlar. Yine bu husus, Horowitz’in üzerinde durduğu, ‘söylentileri harekete geçirme’ planlamasına tam olarak uygun düşüyor. Kısaca, burada ve diğer yerlerde tartıştığımız mesele, pek çok komplo teorisinin gerçekten de var olan siyasi düzene karşı harekete geçme teşebbüsleri olduğu.
“Egemenlik İşaretleri Olarak Yalanlar” bölümünde, “baskınlığın, temelde, başkalarına meydan okuyarak iddia edilebileceğini” yazıyorsunuz ve belirli bir ifadenin “daha çok insanın inançlarıyla çeliştiği zaman daha sağlam bir baskınlık işareti olarak hizmet ettiğini” savunuyorsunuz. Hemen Donald Trump’ı bu terimlerle birlikte düşündüm. Mesela, ‘doğum yeri savunuculuğunu’** (ing. ‘birtherism’) o icat etmedi ve bunu kullanırken ayrıntılara girmedi bile; ortalıkta doğum meselesiyle ilgili komplo teorilerinin birçok farklı versiyonu mevcuttu ve Trump hiçbiri hakkında bir bok bilmiyordu. Sahip olduğu ün ve görünürlüğünden faydalanarak bu büyük iddiaları ortaya attı ve kendisini ulusal çapta bir siyasi figür olarak kurguladı. Bununla ilgili konuşup konuşamayacağınızı merak ediyorum ama yalnızca Trump değil, bunun daha genel bağlamda nasıl çalıştığı hakkında…
Evet, makalenin o bölümünü yazdığım sırada ben de Donald Trump’ı düşündüğümü itiraf edeyim. Bu nedenle, biraz Donald Trump’tan bahsedip ardından genel duruma geçeceğim. Sanırım bu taktiğin benim gördüğüm ilk örneklerinden biri, 2017’deki Başkanlık Yemin Töreni esnasında, Trump’ın, törende Obama’nın yemin töreninden daha fazla sayıda insanın bulunduğu iddiasıydı ve kalan herkes açık biçimde bunun yanlış olduğunu görebiliyordu.
Yani, ortada iki açıklama var: Ya Trump cahil ve -ben onun cahil olduğuna inanmıyorum- destekçilerini harekete geçirmek hususunda aşırı derece yetenekli ya da sezgisel bir psikolog veya “Canım ne isterse söyleyebilirim ve diğer grubun fikirlerini o kadar az önemsiyorum ki açık biçimde yanlış olan şeyleri bile söyleyebilirim; bunun yanlış olduğundan haberdar olduğumu ve bunun tam anlamıyla bir egemenlik işareti olarak hizmet ettiğini bildiğim için söylediğimi biliyorlar” diye düşündüğünü ima ediyor.
İşte bu yüzden, buna benzer bir hakimiyet işaretini görebilmek için, bunun yalnızca yanlış anladığınız için değil de tam olarak bildiğiniz ve umursamadığınız için olduğu ortada olan bu vakaları bulmanız gerek. Bu, bunun gibi inançlara sahipken, bir egemenlik yaratmaya çalışırken ona ilerlemek istediğiniz türden bir işarettir.
Çatışmaya hazırlanan grup üyeleri açısından “gerçek dışılık işaretlerinin çelişkili olmaktan ziyade iş birliğine çağırıcı olduğunu” vurguluyorsunuz. Anladığım kadarıyla, makalenizin üzerine inşa edilebileceği yollardan biri, yalanların resme girmesi için kullanılan diğer yollara göz atmak. Mesela, insanların, asılsız iddialar dillendirdiklerini inkâr ettikleri ya da görmezden geldikleri zamanlar var. Irkçılık temel alınarak çıkarılan seçmen-bastırma yasalarının son dönemde yayılmasıyla birlikte, altta yatan ırkçılık bir grup dayanışması yaratmaya ve çatışmaya hazırlanmaya olanak sağlıyor; buna karşın sürekli biçimde Cumhuriyetçilerin ırkçı niyetlerini reddettiğini de işitiyorsunuz. Bu doğrultuda daha fazla araştırmanın nasıl yapılabileceğiyle ilgili fikirleriniz olup olmadığını öğrenmek isterim.
Yalnızca bu belirli gözlemle başlarsak; sanırım bunun gibi bir inkâr kısmının işlevi (mesela, “Bu ırkçılık değil, bu cinsiyetçilik değil” ya da her neyse), yine makul bir düzeyde inkâr edilebilirliğe sahip olmak; bu sayede bilginin yayıldığından, duyması istenen herkesin duyacağından ve [mesajın] gerçekten de engellenmediğinden emin olabilirsiniz. Keza, apaçık bir ırkçılığın ya da cinsiyetçiliğin bilginin yayılmasını durduracak bir şey olacağını söyleyebilirsiniz. Bu nedenle, seferberlik bağlamında olan insanlar, sinyalin mümkün olduğu kadar yüksek ile mümkün olduğu kadar yaygın biçimde etrafa dağılmasını sağlamak arasında oluşan bu çapraz baskıya daima maruz kalırlar. Çoğu zaman, ikisi arasında gezinmeniz gereken bu gerginlik söz konusudur. Bu çatışmaya ve gerilime bakmanın ve anlamanın bir sonraki mühim teorik adım olduğunu düşünüyorum.
Söz konusu bölümde de birçok kez belirttiğimiz üzere, bu, ampirik [deneysel] kanıtlara ihtiyaç duyan pek çok hipotez oluşturduğumuz teorik bir kısım. Bu sebeple, sanırım bir sonraki büyük adım, bu hipotezlerin ampirik kanıtlarını ya da ampirik testlerini elde etmek ve geliştirmek, gerçekte neyin geçerli göründüğünü ve neyin yanlış yönlendirilebildiğini görmek olacak.
Şahsen çok ilgilendiğim şeylerden biri, bu tür taktikleri diğerlerinden daha çok kimin kullandığını, çatışmayı kazanmak için bu tür taktiklere başvurmaya en çok hevesli olan kişiyi aramak. Bu, üzerinde çalıştığımız bir araştırma sahası ve bulduğumuz şeylerden biri, kendisine bir statü arayan insanların bu statüyü elde etmek amacıyla bunun gibi taktikleri kullanmak doğrultusunda en büyük hevesi taşıyan kişiler olduklarıydı.
Her zaman şunu sorarak bitirmeyi severim: Size sormadığım en mühim soru ve yanıtı nedir?
Belki sormamış olabileceğiniz en mühim soru şudur: Sohbete ‘motive edilmiş akıl yürütmeyi’ konuşarak başladık, peki geleneksel motive edilmiş akıl yürütme teorileriyle karşılaştırıldığında masaya getirdiklerimizle arasındaki fark nedir? Bu teoriler, kendinizi iyi hissettirdikleri için kimi inançlara sahip olduğunuzu öne sürerler. Grubunuza dair bazı şeylere inanmayı seversiniz, çünkü bu size öz-saygı kazandırır. Diğer grubun kötü olduğuna inanmayı seversiniz, çünkü bu aynı zamanda gurubunuzla ilgili olumlu duygular beslemenizi sağlar. Sosyal bilimciler bu tür inançlar bağlamında ‘cehalet’ argümanından vazgeçerek sosyal işlevine baktıklarında, “Göründüğü kadarıyla, bu inançların sosyal işlevi, kendinizi iyi hissetmenizi sağlamak” derler.
Söylemek istediğimiz şu ki, bu inançların size kendinizi iyi hissettirdiği büyük ihtimalle doğru olsa bile onların işlevi de gerçek amacı da bu değil. Evrimin kendinizi iyi ya da kötü hissetmenizi umursamadığını ifade ediyoruz. Evrim, maddi faydaları ve en nihayetinde üremeyle ilgili faydaları umursar. Bundan ötürü, taşıdığınız inançlar bir şekilde gerçek dünyadaki sonuçları şekillendirmeli.
Bu yanlış inançların yalnızca kendinizi iyi hissetmeniz için değil, aynı zamanda [maddi] dünyada değişimler yaratabilmeniz, grubunuzu harekete geçirebilmeniz ve grubun diğer üyelerinden yardım alabilmeniz için var olduğunu savunuyoruz. Şunun, üzerinde daha fazla kafa yorulması gereken mühim bir nokta olduğunu düşünüyorum: Belirli inanç türlerinin insanların başarmasını sağladığı şey, yalnızca kendilerini nasıl hissettirdiği değildir.
*QAnon, 2017’de Donald Trump’ın başkanlığı sırasında ortaya atılan aşırı sağ bir komplo teorisidir. QAnon’a göre Trump, uluslarası şeytani bir pedofil ağı olan Derin Devlet’e karşı savaşmaktadır. Birçok QAnon destekçisi, bu ağın yalnızca çocukları istismar etmediğini, aynı zamanda kendi ömürlerini uzatmak için onları kullandıklarını da öne sürer.
**Birtherism, ABD eski başkanı Barack Obama’nın ABD değil Kenya doğumlu olduğunu iddia eden ve bu nedenle ABD Başkanı olmayacağını savunan hareket.
Yazının orijinali Salon sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)