Ey özgürlük
Hayat bir özgürlük oyunu. Hiçbir kısıtlama, güçlü bireylerin yapıcı inadı karşısında direnemiyor. Dimdik ayakta kalacaksak, günün birinde tüm engeller de tarihin karanlığında yok oluyor. Geriye, her birimizin biricik bireyselliği içerisinde koruduğumuz ve beslediğimiz özsuyu kalıyor: cesaret.
“Havva kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır; bu böyledir ve sonuna kadar da böyle kalacaktır.” ...
“Siz erkekler böyle düşünürsünüz elbet,” dedi. “Özgürlüğü kendinize alıp kadını dört duvar arasına tıkmak istersiniz. Oysa siz kendiniz her şeyden yararlanırsınız.”
Tolstoy, Kreutzer Sonat
Özgürlük… Sadece salgın dönemlerinde değil, savaşlarda, iç karışıklıklarda, baskıcı rejimler altında elimizden alınan, sağlık sorunları zamanında kıymetini daha çok bildiğimiz, uğruna binlerce roman ve şiir yazılmış, masum sekiz harfin ardına gizlenmiş kocaman bir mücadele öyküsü…
George Orwell’in 1984 adlı başyapıtında insanların temel özgürlüklerinin baskıcı düzen altında kısıtlandığı, ütopik olduğu kadar gerçekçi eserinde okuduğumuz, 2014 Nobel Barış ödülü sahibi Malala’nın eğitim yoluyla kendisinin ve diğer tüm kız çocuklarının özgürleşmesi için verdiği mücadelenin hikayesine tanıklık ederken duygulandığımız, 20.yüzyılın en önemli kadın yazarlarından Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da kadınların temel hak ve özgürlüklerinde kendilerine ait mekanların özgürleştirici özelliğine yaptığı vurguyla hayatlarımızdan parçalar bulduğumuz bir kavram özgürlük…
Yaşıtlarımın çocukluk dönemlerinde gözyaşları içinde okuduğu Anne Frank’ın Hatıra Defteri’nde bir çatı katında yaşanan iki yıllık acı dolu bir mücadele içerisinde özgürlüğün sayfa aralarından fışkırması karşısında hepimiz savaşa lanet okumuşuzdur. Benzer şekilde aynı çağlarda kütüphanemizde yerini alan Mark Twain’in Huckleberry Finn’in Maceraları’nda, kölelik ile özgürlüğün çatışmaları, bize erken yaşlarda sınıfsal ayrımların bireylerin özgürlüklerinin önünde nasıl ket vurduğunu da göstermişti.
Özgürlük kadınlar özelinde ise farklı türlerde ayrımcılık ve eşitsizliklerin yarattığı zincirler ve kadını ikinci sınıf vatandaşa indirgeyen yasalarla çok farklı bir anlam ifade ediyor. Bu zincirler kimi zaman başörtüsü zorunluluklarında, kimi zaman erkeklerden daha düşük ücretle istihdamda, kimi zaman da gebeliğin önlenmesine erişimi kısıtlayan önlemlerde vücut buluyor.
Türkiye’de kadınların Osmanlı’dan erken Cumhuriyet’e ve günümüze dek eşitlik ve özgürlük hareketi ise hepimize güç verdi. Nezihe Muhiddin’in kadınların siyasal haklarının tanınmasını sağlama çabasından ilk kadın avukat Süreyya Ağaoğlu’nun hukuk fakültesine başvuran ilk kız öğrenci olarak fakültenin kız öğrencilere açılmasında öncü oluşuna, Antalya ve Side müzelerinin kurulmasını sağlayan ilk kadın arkeolog Jale İnan’a, Kore savaşını görüntüleyen ilk kadın savaş fotoğrafçılarından Semiha Es’e ve adaşı ilk kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy’a, Türkiye’nin ilk Müslüman kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale’ye dek çok büyük bir özgürleşme mücadelesinin içinden ilerledik.
Ne yaparlarsa kendi başlarına yapan ve kendi alanlarındaki kadınların yolunu açan öncülerdi onlar…
Benzer şekilde Fransa’da o zamana kadar hapisle cezalandırılan kürtajın 1970’li yılların başında yasalaşmasından, ABD’de Yüksek Mahkeme'nin Haziran ayı sonunda birçok eyalette Amerikalı kadınların anayasal kürtaj hakkını ortadan kaldıran kararına dek kadının bedeni üzerinde karar verme özgürlüğüne dair mücadele dalgalanarak ilerledi.
Özgürlük bir yandan birçok distopya romanı ve filmine konu olurken, aslında toplumsal özgürlük ile bireysel özgürlük iç içe geçmiş durumda. Kişinin özgür bir birey olma çabası, bir yandan da toplumun içindeki kısıtlamalardan besleniyor.
İran'da hükümetin 12 Temmuz'da ilan ettiği "Ulusal Tesettür ve İffet Günü"nün de tetiklediği, öncesinde de 5 Temmuz’da Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin 9 yaş üstündeki kızlara ve kadınlara kamusal alanda başörtüsü zorunluluğu getiren emrin biriktirdiği öfke son günlerde dalga dalga yayılıyor.
İran’da kadınlar kendi bedenlerine dair hakikatin üzerindeki ideolojik örtüleri yırtmak istiyorlar. Çünkü bu çağda hakikat kendi istediği gibi giyinebilen, isterse başını örten, isterse de açan bireylerin hakikatidir.
Bu çağda hakikat, paylaştıkları ortak sahnede ayakta dimdik duran kadın ve erkeğin eşitliğinin hakikatidir.
Hakikat, bireyin, kadın, erkek, LGBTİ+ fark etmeksizin, kendi özgür iradesiyle bedeni üzerinde tasavvur hakkına sahip olduğu, istediği gibi giyinebildiği koşullardır.
Oysa kamusal / özel alan ayrımının giderek özgürlük / kölelik ikilemine indirgendiği bu ortamda, mahremiyet alanları giderek mahrum kalmaya dönüşüyor.
Zaman ve mekândan bağımsız olarak, evrensel diyebileceğimiz boyutta özel alan ve karşılıksız emek ile sınırlandırılan, sessizleştirilen kadınlar artık kamusal alanda akılları ve bedenleriyle de var olmak istiyorlar.
Nesneden özne pozisyonuna geçmek istiyorlar. Herhangi bir gücün kendileri adına karar vermesini istemiyorlar.
2013 yılında Hazar Denizi'nde kırdığı 20 km'lik rekorun İran hükümeti tarafından geçerli sayılmaması üzerine kadın yüzücü Elham Ashgari’nin yaşadığı isyan halen belleklerimizde. Çünkü Ashgari’nin sudan çıkarken vücudunun “kadınsılığını” gösteren yerlerin görünür olması ve açık sulardaki yüzücü kıyafetlerine dair İran’da bir yönetmelik olmaması, bu rekoru silikleştirmişti. Dünya çapında bir yıl boyunca yürütülen büyük bir imza kampanyası sonucunda rekor 2014 yılında tanınmıştı.
Aynı yıl, “rüzgârı ve güneşi saçlarında hissetmek isteyen” binlerce İranlı kadın, başı açık fotoğraflarını sosyal medyada yükleyerek kamusal alanda örtünmeyi zorunlu kılan yasalara itiraz etmeye başladı. Kampanyayı örgütleyen de Londra’da yaşayan İranlı gazeteci Masih Alinejad idi. Annesi de başörtülü olan Masih, başörtüsüne karşı değildi, sadece kadınların seçme özgürlüğü olması gerektiğine inanıyordu.
Türkiye’de kadınların haklarının yasalarla sabitlenmesi, bizlerin en büyük dayanağı iken, İran’daki kadın mücadelesinin yasalarla garanti altına alınmaması bu sürecin sürdürülebilirliğini baltalayan Aşil topuğu. İran’da süregiden protestoların özünde ise, reform taleplerinin yasal koruyuculuk eşliğinde hayata geçirilmesi yatıyor.
Siyaset bilimci Hannah Arendt’in “etrafında oturulan bir sofra”ya benzettiği kamusal alanda sofraya erkekler yerleşirken, kadınlar da kendi biriciklikleri içerisinde artık bu sofrayı müşterek olarak sahiplenmek istiyorlar. Onlar yürüdükçe aralarına katılanlar da oluyor. Onlar çoğaldıkça doğru yolu bulma inançları da perçinleniyor.
Mahrumiyetin tekilliği, birlikte mücadelenin çoğulluğuyla yok oluyor. Büyük mahrumiyetleri, ezber bozan ve kalıcı bir kadın dayanışmasından daha iyi saracak bir merhem de yok ufukta. Çünkü onları kuşatan sonsuz gerçeklik içerisinde ortak bir dertleri, ortak bir parmak izleri var. Hem biricikler, hem de kocaman bir dünya kurmuşlar birlikte.
Kadının indirgendiği ikincil konuma ve içine doğduğu ataerkil toplumdaki eril tahakküme dimdik itiraz eden İranlı şair Füruğ Ferruhzad’a “ve bu dünya yılan yuvasına benziyor ve bu dünya öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki, seni öpüyorken kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar” dedirtir.
Çünkü toplumlar birer inşadır. Alabora edilen tüm çağdışı kalıplar ve kadının bedeni üzerindeki tüm dayatmalar, kendi fırtınalarını yönetmeyi ele almış kadınlar tarafından yelkenleri şişirilerek yeniden kurulmayı bekler.
Kadınların giyimleri üzerinde artan kısıtlamalara tepki olarak tüm şeriat yasalarına rağmen kapalı ve kamusal alanlarda başörtülerini çıkartıp sosyal medyada görüntülerini paylaştıkları bu “itiraz”, istedikleri giysiyi özgürce giymeyi hayal eden ve başörtüsü takmadıkları için para ve hapis cezasıyla gözleri korkutulmak istenen İranlı kadınların olduğu kadar Taliban yönetimi altında artık televizyona çıkarken bile yüzlerini örtmek zorunda kalan Afgan kadınların da haykırışı… Taliban rejimi, Maliye Bakanlığı'nda çalışan kadınlara "Sizin işinizi yapması için bir erkek yakınınızı gönderin ki sizi de işten atabilelim" diye bildirimde bulundu. Taliban göreve geldiğinden beri kamuda çalışan kadınların maaşlarında da azaltıma gitti.
“Hayır, hayır demektir” diyor İranlı kadınlar. 1979 İran İslam Devrimi öncesinde Rıza Şah ile tadına vardıkları moderniteyi, kadın haklarını genişleten reformları ve özgürlüklerini geri kazanmak istiyorlar. Ve iktidardaki erkekleri, onları kendi malları olarak görmemeleri konusunda uyarıyorlar.
“Bu benim gizli özgürlüğüm” diyorlar. Çünkü kötülük, iyilerin sustuğu noktada başlıyor.
İranlı kadınlar, Çarşamba günleri beyaz başörtüsü giyerek yasaları protesto ettikleri için bu kampanyayı “Beyaz Çarşambalar” (White Wednesdays) diye etiketliyorlar.
Protestolar, özgürlükçü erkeklerin de desteğini alıyor. Onlar da kız çocuklarını başı açık şekilde okula göndermek ve çocuklarının baskı altında değil ancak kendi özgür iradeleriyle başlarını örtmesini istiyorlar.
Elektrik dağıtım kutularının üzerine çıkıp beyaz başörtülerini ellerinde sallıyorlar.
Tek kişilik eylemler dalga dalga farklı kentlere yayılıyor. Çünkü kadın dayanışması yataydır, diğerine güç verir ve o güçlerin birleşiminden öğrenilecek dersleri tüm dünyaya gösterir.
Devrim Muhafızları’na vermek üzere otobüste başörtüsüz bir kadının videosunu çeken muhbir kadını, tüm kadınlar çığlık çığlığa güçlerini birleştirerek otobüsten dışarı atıyorlar. İran polisi, sadece Tahran’da 7000 kişilik başörtülü memurdan oluşan devasa bir ağ kurdu. Bu ağın temel görevi, İslam Cumhuriyeti’nin sözümona “ahlaki” değerlerini ihlal eden kadınları polise bildirmek. Ancak cesur kadınlar, tutuklanmayı göze alarak cep telefonu kameralarını kullanıyorlar ve bir süredir bu başörtülü muhbirleri ifşa ediyorlar.
Benzer şekilde, İran’ın batısındaki Kirmanşah Üniversitesi’nden yedi profesör, tıp fakültesinin bir mezuniyet töreninde öğrencilerin ve öğretmenlerin “kızlı erkekli” şekilde bir Kürt halk dansıyla sahnede eğlendikleri videonun viral olması sonucunda işten atıldı.
Hayat bir özgürlük oyunu. Hiçbir kısıtlama, güçlü bireylerin yapıcı inadı karşısında direnemiyor. Dimdik ayakta kalacaksak, günün birinde tüm engeller de tarihin karanlığında yok oluyor. Geriye, her birimizin biricik bireyselliği içerisinde koruduğumuz ve beslediğimiz özsuyu kalıyor: cesaret.
Hayallerine cesurca sarılmayan ruh, yolunu kaybediyor. Dünyaya gelme sebebimiz işte bu özümüzü yaratıcı yaşam enerjisine çevirmek. Ve insanın gerçek doğum yeri, işte Arendt’in sözünü ettiği o dünya sofrasında eşitçe, özgürce yerini aldığı noktadır.
Ve her ne kadar farklı bağlamlara ait olsa da, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün geçtiğimiz günlerde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının iptali davasında Danıştay’ın red kararı üzerine söylediği net ifade, sadece Türkiye’de değil tüm yakın ve uzak coğrafyasındaki kadınlara güç vermeli, özsuyu olmalı: Yok öyle enseyi karartmak, yok öyle kenara çekilip küsmek, oturmak. Demokrasiden yana, çağdaşlıktan yana olan tüm kadınlar ve kadın erkek eşitliğine inanan tüm bireyler adına dünden daha fazla çalışmanın zamanıdır.