Eylem ve devrim arasındaki diyalektik: Olumsuzlamalar
Herbert Marcuse'nin 'Olumsuzlamalar' çalışması Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Marcuse, kitapta eylem ve devrim arasındaki diyalektik ilişkinin ilk sonuçlarını sunuyor.
Özgür Emrah Gürel
Herbert Marcuse 1960 yılında 'Akıl ve Devrim' (1941) adlı çalışması için kaleme aldığı yeni Önsöz’de şu açıklamayı yapar: “İnsan gerçekliğinde tarihsel faktörler ve güçler vardır, bu sebeple asli olumsuzlama sonuçta politik bir olumsuzlamadır.” Marcuse için Hegelci-Marksist bir siyasal analizin devrimci potansiyeli olumsuzlamanın gücünde aranmalıdır. Eleştirel felsefenin kökenleri de yine bu çerçevede düşünülmeli, felsefenin kurucu ve dönüştürücü gücü şayet yeni bir evrensellik iddiasında bulunacaksa, bu asla olumsuzlamanın reddiyesi pahasına yapılmamalıdır. 'Akıl ve Devrim', felsefenin her daim eleştirel bir olumsuzlama, yani var olanın eleştirisi ve insanın özgürlük potansiyelini yeniden tanımlayan bir kurucu evrensellik doğrultusunda ilerlemesini önermektedir. Marcuse’ye göre sosyal teori bu bağlam içerisinde aklın iki boyutluluğunu hiç gözden kaçırmadan ilerlemelidir.
Ayrıntı Yayınları Felsefe Dizisi kapsamında yayımlanan 'Olumsuzlamalar: Eleştirel Teori Denemeleri', genel olarak 1930'lu yılların ikinci yarısında New York’taki Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nde yazılmış makalelerin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu kitapta genç Marcuse’nin sesini duyabilmek için bir fırsat yakalamış durumdayız. Marcuse bu önemli çalışmasında, eylem ve devrim arasındaki diyalektik ilişkinin ilk sonuçlarını toplumsal ve politik gözlemler ışığında sunar. Yazılarda Alman faşizminin ezici bir şekilde ilerlediği bu yıllar bir taraftan totaliter devlet anlayışının sonuçları bakımından irdelenirken, aynı zamanda Schmitt ve Heidegger gibi Nazizm ile hem fikirsel hem de politik iş birliği içerisinde olan düşünürler de arka planda sorgulanmaktadır. Total devlet anlayışı “destansı-milliyetçi bir realizm”i savunurken, liberal politika felsefesini sadece bir dünya görüşü olarak “şeytanlaştırmaktadır”. Halbuki totaliter devlet anlayışının kapitalizmin ileri formlarıyla nasıl bütünleştiği muhafazakâr ve varoluşçu incelemelerde ısrarla görmezden gelinir. Öyleyse, eleştirel felsefenin bu açıdan ilk görevi faşizmin veya total devlet savunusunun neyi gizlediğini tamamıyla ortaya çıkarmak olmalıdır. Total devlet “düşman”ı yok eden bir politik rejim kurarken, her defasında kapitalizmin içsel çelişkileri konusunda sessiz kalmayı tercih eder. Görünüşte liberal bireyciliği eleştiren bu politik proje, total devletin oluşmasıyla beraber kendi “varoluşçu felsefesini de yok etmektedir”. Heidegger’in öğrencisi ve söz konusu dönemde bir Schmitt okuyucusu olan Marcuse’nin gözlemlerinde 21. yüzyılın Heidegger-Schmitt hayranlığına ilişkin açık bir yanıt bulmak mümkün gözükmektedir.
Bunun yanı sıra Marcuse, erken dönem yazılarında, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü için merkezi bir öneme sahip “insanın özgürleştirilmesi” projesini somut felsefi öncüller üzerinden geliştirmeye çabalar. Burjuva toplumu ve onun olumlayıcı kültür anlayışının örtmeye/gizlemeye çalıştığı yabancılaşma süreçleri karşısında, “sürekli eleştiriyi” bir olumsuzlama pratiği olarak öneren Marcuse, sonraki çalışmalarına da ışık tutacak bir devrimci yönelimin ilk işaretlerini ortaya koymaktadır. Burjuva toplumu eleştirisini yükselten Marcuse, aynı zamanda Alman idealizminin yapıcı, kurucu ve ilerici felsefi argümanlarının da korunmasını talep eder. Nitekim eleştirel teori için vazgeçilmez bir sosyolog olan Max Weber’in ileri endüstriyel toplumları anlama çabasındaki demokratik eksikliği de kitaba sonradan eklenen bir makalenin merkezi konusu haline gelir.
Faşizmi yenmeyi başaran ileri-kapitalist devletlerin, toplumsal ve ekonomik ilişkileri yeniden kurmak adına “total bir yönetim” anlayışını liberal bir siyasal rejim içerisinde tercih ediyor olmaları, Marcuse’nin bu çalışmasındaki diğer kritik savlarından biri olarak okunabilir. Nitekim Marcuse için tartışma “özgür dünyanın” faşizmi alt etmesi değil, farklı şekillerde kendine hayat bulan kapitalist üretim ilişkilerinin totaliter-faşist rejimlerden liberal yönetim anlayışına uzanan dönüşümünde gizlidir. Nitekim burjuva dünyası bireyinin, toplumsalın ve kamusallığın dışında sadece tüketim döngülerinin içerisinde var olması hedonist bir kültürün eleştirel ve dönüştürücü gücünü kaybetmesi ile paralel bir şekilde ilerleyecektir. Bu çerçevede 'Olumsuzlamalar' birçok açıdan erken dönem Marx’ın ekonomik ve felsefi yazılarının bir rehabilitasyonu olarak da anlaşılabilir. Nitekim Marcuse açısından liberal-burjuva toplumlarını totaliter rejimlerden ayrıştıran temel gerçeklik, burjuva kültürünün “atomist” bireyleri savunmasındaki hedonist başarısında aranmalıdır. Kültürün bu olumlayıcı tavrı ise insanın toplumsal ve sosyal bir varlık olarak dönüşümünü örter.
Marcuse, eleştirel teori içerisinde Lukács ve Habermas arasında bir köprü gibidir. Burjuva toplumunun ve modern aklın patolojileri karşısında Lukács gibi evrenselci bir aklı savunup, eleştirinin Hegelci kökenlerini sahiplenirken aynı zamanda devrimci bir yeni bütünsellik arayışından da vazgeçmez. Bu nedenle aslında “olumsuzlama” ancak yeniden bir “kurulma” ile anlamlı bir diyalektik bütünlük oluşturur. Bir başka deyişle, eleştiri ve devrim, kurucu öznelliklerin eylemlerinde bir araya gelecektir. 1923 yılında Lukács, 'Tarih ve Sınıf Bilinci'nde bu birlikteliği devrimci işçi sınıfı bağlamında tanımlarken, 1968’in filozofu olarak Marcuse ileri endüstriyel toplumlarda bu devrimci imkanı yeni toplumsal hareketler içinde arayacaktır. Devrimci gençlik hareketleri merkezinde gelişen bu çok yönlü mücadelenin pasifleşen işçi sınıfını da harekete geçireceğine inanan Marcuse’nin tezlerinin 1980’li ve 1990’lı yıllarda demokratik teorinin en önemli teorisyeni olacak Jürgen Habermas’ı yakından etkilediğini de hatırlamak gerekir. Habermas’ın dile getireceği yurttaşlar cumhuriyetinin demokratik kökleri hem Lukács’ın hem de Marcuse’nin vurguladığı türden bir devrimci öznenin öneminin altını çizer. Açıktır ki Marcuse hem Sovyetlerin metafizik kapanmasında hem de Amerika’nın ideolojik kurgusunda aynı türden bir sorunu tespit eder: Olumsuzlama’nın görmezden gelinmesi.
Kurtul Gülenç’in yayına hazırladığı bu çalışmanın Türkçede eleştirel teori kanonundaki önemli bir eksikliği kapatacağına inanıyorum. Bu vesileyle metinlerin bütünlüğünü koruyan ve oldukça özenli bir çeviriye imza atan Mehmet Çetin’i, Akın Karaca’yı, Tufan Karaağaç’ı, Hatice Turan’ı, F. Betül Tatlı’yı, Ayşe Öztürk’ü ve Ferda Yıldırım’ı anmadan geçmeyelim. Son olarak arka kapak yazısında Ali Akay’ın “felsefe okumalarına geri dönüş” olarak tanımladığı bu yeni dönemin oluşmasına katkıda bulunan ve Ayrıntı Yayınları’nın Felsefe Dizisi editörlüğünü yürüten Güçlü Ateşoğlu’nun özel çabasını da görmezden gelmemeliyiz. Bütün dünyada anti-demokratik ve otoriter siyasetlerin yükseldiği böyle bir dönemde eylem ile teori arasındaki ilişkiyi yeniden hatırlatması açısından eleştirel teorinin Türkiye mecrasında giderek artan bir ilgi uyandırması küçük ama ciddiye alınması gereken bir adım olarak anlaşılmalıdır.