Ezber ve önyargı: Kılıçdaroğlu halen Gandi mi?
Seçim yazıları çok işlevseldir. Hem ülkelerin kırılma anlarına ayna tutar hem de çok güzel bir “kim kimdir” verir. İlgili ülkenin siyasetine, hatta dünyadaki siyasetin gidişatına dair hızlandırılmış bir kurs gibidir seçim yazıları. Ama bizim seçimlere dair Batı’da çıkmış birçok değerlendirme maalesef hayal kırıklığından ibaret. Yazılar, maddi hatalar ve önyargılarla dolu. Sebebi hazin: Dışarıda artık Türkiye’yi gerçekten merak etmiyorlar.
1.
Türkiye’yle ilgili Batı’da yazılmış seçim değerlendirmelerini okurken, izlerken ciddi bir hayal kırıklığına kapılıyorum. Bugüne dek görmediğim kadar ezberci, kalıpçı, dersine çalışmamış, sadece görmek istediğini gören, birkaç beylik cümleyle konuyu özetlemeye çalışan yaklaşımlarla karşılaşıyorum. O kadar ki, bazılarının tuhaflıkları hayret ettiriyor.
Ama bunun nedenleri var elbette. Birinci nedeni şu: Dışarıda, öncelikle Batı’da diyelim, Türkiye’yle eskisi kadar ilgilenmiyorlar. Türkiye’yi merak etmiyorlar. Anlamaya çalışmıyorlar. Ülkenin dinamiklerini etüt etmeye çalışmıyorlar. Ya da tüm yaşananları, kendi görüşlerine uygun hale getirmek istiyorlar.
O kadar basit bir formül var ki: Güçlü, otoriter bir lider. Karşısında ona kafa tutan naif, kırılgan ama dirençli Gandi! Ama işte neticede güç önemli, o yüzden ne olursa olsun güçlü lider kazanır. Ya da şu soru: Kazanmasa da gider mi?
Türkiye buna indirgenmiş vaziyette.
Ben seçimlerle ilgili değerlendirmeleri okumayı severim. Çünkü en azından ciddi yayın organlarındaki seçim yazıları çok işlevseldir. Hem ülkenin kırılma anlarına ayna tutar hem de çok güzel bir “kim kimdir” verir. Seçim yazıları, ilgili ülkenin siyasetine, hatta dünyadaki siyasetin gidişatına dair hızlandırılmış bir kurs gibidir.
Güzel ve doyurucu yazılar da var ama bize dair hızlandırılmış kursların birçoğu ya hatayla ya da şablon ve yanlış siyasi okumalarla dolu.
Şimdi örneklerle gidelim.
İlk örnekleri, yaşadığım ülkeden, Hollanda’dan vereyim. Buranın en ciddi gazetelerinden Volkskrant’tan haftasonu analizi:
Gazete, Hollanda’da yaşayan Türklerin yüzde 44’ünün bu seçimlerde oy kullanmak istemediğini söylüyor. Tamam olabilir, demek ki yüzde 56’sı kullanmak istiyor; bu o kadar da düşük bir rakam değil, hele gurbete göre hiç değil. Ama esas meseleye gelelim… Hollanda’daki Türk seçmenin oy kullanmak istememe nedeni şuymuş: Türkiye’nin gidişatını etkilemek istemiyorlarmış. Bu yorum da bir enstitünün (Clingendael Enstitüsü) raporuna dayanıyor.
Gerçekten öyle mi?
Hiç sanmıyorum. Burada siyasi angajman o kadar yüksek ki, bir önceki seçimde AKP iktidarı ve Hollanda arasındaki çekişme, gösterilere ve diplomatik krize yol açmıştı. Bunun sonucunda iki ülke, karşılıklı olarak büyükelçilerini çekti. Tamam, herkes bu kadar angaje değil ama, gurbetçiler açısından bu seçimin cümlesi de “ben Türkiye’ye karışmak istemiyorum” değil. [Bana kalırsa, gerçekten karışmamalılar].
Bu arada, işin bu kısmı haberde yazmıyor ama “Türkiye’ye karışmak istemeyen” bu seçmenlerin yüzde 56’sı gerçekten sandığa giderse, bu ciddi bir artışa denk gelecek. Çünkü geçen seçimde Hollanda’da oy kullanma oranı yüzde 46. On puanlık artış az mı?
Nitekim bu sene Hollanda ve Belçika sandıklarında olaylar çıktı, kavgalar patladı. Ama Hollanda gazetelerine göre buradaki insanlar Türkiye’nin kaderiyle oynamak istemiyor. Geçelim.
Peki Türkiye’den bildiren Hollandalılar ne diyor? İyi bir örnek, yine aynı gazeteden, Volksrant’tan.
İstanbul’da yaşayan deneyimli gazeteci Rob Vreeken, Türkiye’deki gidişatın bir portresini çizmiş; Erdoğan’ın projesinin her türlü kaybettiğini söylüyor. Neden? Vreeken’a göre Türkiye, Erdoğan’ın tüm çabalarına karşı İslamileşmediği gibi, sekülerlik konusunda da daha fazla yol almış. Atatürk’ün döneminde yaşanmamış derecede sekülerlik, Erdoğan’ın döneminde yaşanır olmuş. Dini pratikler zayıflamış mesela. Yani devlet katında değil ama toplumda böyle olmuş.
Büyük ölçüde katılmıyorum ama neticede bu bir yorumdur, katılmadığımı söylemekten başka ne diyebilirim. Bu görüşte olan gazeteci arkadaşlarım, tanıdıklarım da var; onların da yanıldıklarını düşünüyorum. Şurada Vreeken’le hemfikirim: O, Erdoğan’ın “dindar nesil” çabasının akamete uğradığını ve yeni neslin onun istediği kadar dindar olmadığını söylüyor. Ben de öyle düşünüyorum. Ama şurada da ayrılıyoruz; Türkiye’de dini pratikler zayıflamış falan değil. Belki Erdoğan’ın projesine uymayan nesiller bir yerlere geldiğinde konuşacak yeni meseleler olur ama Erdoğan iktidarı devam ederse böyle bir ihtimal kalır mı ki? Yoksa rejim daha da mı sertleşir?
Bu uzun bir tartışma ve ben konuyu seçimler etrafında tutmak istiyorum. Vreeken, iddiasını güçlendirmek için birtakım argümanlar sunuyor. Mesela Erdoğan’ın dinin toplumdaki karşılığının azaldığını bildiği için, dini motifleri kampanyasında bir koz olarak kullanmadığını anlatıyor. Yahu, bütün seçim bu kozun etrafında geçiyor. Olmayan yerden, seccadeye basmak meselesinden bile koz çıkardı Erdoğan. Bunu ne yapacağız?
Biz başka bir seçim kampanyası mı izliyoruz?
3.
Gelelim bu hafta sonu ses getiren Time dergisi söyleşisine.
Dergi, Kılıçdaroğlu’yla söyleşmiş ve bunun ardından bir analiz yayımlamıştı. Başlığında “Erdoğan’ı dize getirebilecek adam” yazsa da, sürpriz bir şekilde şöyle diyordu analiz:
“Kısa boylu, yumuşak huylu Kılıçdaroğlu, değil iktidar olmak için mücadele etmek, bilet kuyruğunun önüne geçmek için mücadele verecek gibi bile görünmüyor. Erdoğan, 1989’dan beri hiçbir seçimi kaybetmemiş savaşçı ve karizmatik bir liderken, Kılıçdaroğlu 2010’da CHP’nin başına geçtikten beri ortanın solundaki CHP’nin meclisteki koltuk sayısını arttıramadı.”
Çok ilginç. Bu cümleyi Erdoğan yazdırsa böyle yazdırmazdı! Hiç değilse, “Şuradan 1989’u çıkarın, ben 1989’da Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçimlerini CHP’ye kaybettim” derdi.
Peki ya 2019? 2019’da kaybedilen büyükşehirler Erdoğan’ın hesabına yazmıyor mu? Hele İstanbul seçiminin ikinci defa yapılması doğrultusunda sürece angaje olmasına rağmen?
Ayrıca bu analizde de yine bilgi yanlışları, eksikleri var. Hem de o kadar büyük eksikler ki… 27 Nisan’da çıkan bu makalede, Erdoğan’ın “seccade” meselesindeki gayretine ve Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine özellikle işaret ettiğine dikkat çekiliyor ama Kılıçdaroğlu’nun etnik kimliğinin majör bir kampanya unsuru olmadığı anlatılıyor.
Yahu Kılıçdaroğlu “Alevi” diye video çekti; o gün bugün tüm siyasi aktörler ve halk bunu tartışıyor. Erdoğan ve Bahçeli’nin dilinden bu mesele düşmüyor; bir konu bir kampanyada daha nasıl bir “majör” unsur olabilir.
Böyle durumlarda, ister istemez karşı tarafın gazeteciliğini de sorguluyorsunuz. Ama kurumlar büyük olduğundan, gazeteciliğin belli bir standart gerektirdiğini de biliyorsunuz. O zaman şu sonuç çıkıyor: Demek ki Türkiye hakkında çalışmaya gerek yok; şablonu daya gitsin!
Bunlara hemen her yerde denk geliyorsunuz.
Hangi gazeteyi, dergiyi açsak “Türk Gandi”si… Mesela Le Monde’dan okuyoruz, ara başlık bu… Tamam biz de biliyoruz; okura, bildiği bir unsur üzerinden ulaşmak gerekir ama artık geçtik biz Gandi’yi… Kılıçdaroğlu’na Gandi falan dediğimiz yok artık. Adam, “Bay Kemal” diye, Erdoğan’ın ona taktığı lakapla kampanya yapıyor. Bir gazeteci böyle bir hikâyeyi daha kıymetli görmez mi? Ama yok, illa ver elini Gandi!
4.
Neticede dış basında işler dönüyor dolaşıyor, Türkiye’nin dinamiklerini, farklı hikâyelerini dikkate almayan bir tür “güçlü lider - naif lider” ikilemine dönüyor. Ezber.
Bir de önyargı.
Dış basında çok sorulan şu soru: Erdoğan seçimi kaybederse gider mi?
Bunu yine Time üzerinden okuyabiliriz. Dergi, Kılıçdaroğlu’na “Erdoğan seçimi kaybederse gider mi” diye sormuş. “Gider tabii, ya ne olacak” diyor Kılıçdaroğlu. Ama Time ikna olmamış, yazıyor da yazıyor. Konu, “Türkiye’de sokaklarda çatışmalar çıkar mı”ya gelmiş.
Belki çıkar belki çıkmaz. Benim itirazım buna da değil. Ama bu konularda yazacaksan, dönüp bir kendi parlamentonun basıldığını da yazarsın! Bir önceki başkanının seçim sonuçlarını manipüle etmekten şu an yargılandığını da yazarsın.
Ama yazılmıyor tabii.
Dışarıda, Türkiye’ye hiç şahit olmadığım kadar bir üsten bakmacılık var. Ben bunu sohbet ettiğim yabancı gazetecilerde özellikle görüyorum. Herkes “Erdoğan seçim kaybederse gider mi” diye soruyor. Sanki Türkiye dün demokrasiye geçmiş gibi. Bu bana gerçekten çok düşündürücü geliyor.
AKP’nin iktidarında, Türkiye’nin imajı işte bu soruya kadar geriledi. Maalesef. Türkiye’yi ne kadar anlamasalar da, derslerine çalışmaktan ne denli uzak olsalar da, entelektüel açıdan ne kadar düşük olsalar da, 2002’de hiçbir yabancı gazetecinin aklına bu soruyu sormak gelmezdi.
Yenal Bilgici Kimdir?
Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.
Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz? 21 Temmuz 2024
Tourists, Go Home! 14 Temmuz 2024
100 bin oyla Meclis’e giren gergedan Cacareco’nun ilham veren hikâyesi 07 Temmuz 2024
Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 30 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI