Faiz oranı ve enflasyon: Kafkaesk bir ilişki

Faiz oranı bir ölçüye kadar önemli bir iktisat politikası aracıdır. Fakat yapabileceklerinin sınırı vardır. Faiz politikasına ve merkez bankalarına bu kadar alan açılmış olması asıl üzerinde konuşulması gereken mevzudur.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Faiz oranı ve enflasyon ilişkisi Türkiye gündemini uzun süredir meşgul etmeye devam ediyor. Parasal konuların bu kadar ülke gündemini işgal etmesi asıl reel konuları tartışmaya set çekse de, bir yanıyla Türkiye’deki iktisat politikasının doğasına dönük ipuçları vermesi açısından bir değer taşıdığı düşünülebilir. Tartışmanın bu kadar gündemde kalmasının özünde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde de dile getirdiği “faiz sebep, enflasyon sonuç” şeklindeki iddiasıdır. Daha önceleri birçok gazetede bu iddiayı sorgulayan yazılar görsem de, yapılan son açıklamalardan dolayı ben de bu konuyla ilgili basit bir yazı kaleme almak istedim. Bunun için Kafka’nın Dava romanı çıkış noktası oldu. Roman şöyle başlar, “Biri iftira atmış olacaktı Joseph K.’ye, çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı.” Benzer bir şekilde ben de bu yazıda faize atılan bir iftira ile başlayan ve “gözaltına alınması” ile devam eden ve iç içe geçen iktisadi olaylar dizisi üzerinde durmak istiyorum.

Aslında bu tartışma, faiz ve enflasyon arasındaki nedenselliğin yönü üzerinden ilerlese de, bu doğru bir tartışma biçimi değildir. Doğru soru, bir iktisadi değişkenle bir diğer değişkeni ne kadar kontrol edebileceğimizdir. Yani faizi düşürerek enflasyonu düşürebilir miyiz, ya da faizi artırarak enflasyonu düşürebilir miyiz sorusudur. Çünkü belli bir noktaya kadar kontrol etmek bir nedensellik içerse de, bu ilişkiye tamamen nedensellik atfetmek çok iddialı bir argümandır. Çünkü her iki değişken, birbiri ile ilişkili de olsalar da kendi farklı dinamikler vardır.

 

FAİZ ENFLASYONUN NEDENİ Mİ?

Faizin enflasyonun nedeni olduğu düşüncesi, özünde maliyet enflasyonunu ima eder. Buna göre, faiz oranlarının artması sonucunda artan kredi maliyetlerinin firmalar tarafından fiyatlara yansıtılmasıdır. Faizlerin yüksek olması, bir maliyet artışı yaratır. Fakat her maliyet artışının fiyatlara yansıması enflasyon değildir çünkü enflasyon olması için maliyet artışının sürekli bir fiyat artışına neden olması gerekir. Artan maliyetler bir fiyat düzey etkisi yaratsa bile, bunun kalıcı ve sürekli bir fiyat değişimi yaratması için ekonomi geneline yayılan bir etkide bulunması gerekir. Yani bunun artan para miktarı (direkt Merkez Bankası para basabilir veya sistem kaydî para yaratmaya devam edebilir) ile sürdürülmesi gerekir, çünkü enflasyon, fiyatlardaki sürekli bir artış diye tanımlanır. Örneğin, faizlerdeki artış 1970’lerdeki petrol fiyatları artışına benzer bir etkide bulunmalı ki (1973’te petrol fiyatları yaklaşık 4 kat artmıştı) ülke genelindeki maliyetler ciddi anlamda artsın. Bu da yetmez aslında, bunun da ücretler kanalı ile tekrardan fiyat artışlarına yansıyarak devam etmesi gerekir. Bunun için aslında firma davranışına bakmak daha iyi olur. Kredi kullanan firma sayısı ne kadardır, faiz maliyetlerinin firma maliyeti içindeki payı nedir ve bunları firmalar fiyatlarına ne oranda yansıtırlar? Bu dataya tam olarak sahip değilim, fakat yıllardır firma fiyat davranışlarına ilgi gösteren bir akademisyen olarak kredi maliyetlerinin enflasyonist etkide bulunduğuna dair ciddi bir akademik çalışmaya denk gelmedim. Diğer yandan, iddia edildiği gibi eğer bu bir maliyet enflasyonu ise yani, toplam arzı yukarı kaydıran faktör, artan faiz oranı ise, bu faizin kendiliğinden yükseldiğine dair bir vehim atfetmek olur. Yüksek veya düşük faiz kendiliğinden oluşmaz, bunun iktisadi bir sebebi olmalıdır. Ama faizi birilerinin yüksek tutmak istediğini varsaysak bile, dediğim gibi bu enflasyonist bir baskı yaratacak güçte de değildir.

Diğer yandan, faiz oranını düşürerek enflasyonu düşürmek mümkün olsaydı, bu kolayca uygulanabilecek bir politika olurdu. Çünkü faiz oranı, enflasyona kıyasla daha merkezi bir karar alma süreci ile belirlenir, çünkü buna büyük oranda merkez bankası ve bankalar karar verir. Kolayca karar alınabilir ve düşük faiz kararı ile düşük enflasyon sonucu elde edilebilir. Fakat bunun böyle olmadığını çok yakın bir örnek olması açısından, geçen birkaç ay içinde de deneyimledik. Kredi faizleri baskılanarak (kamu bankaları üzerinden) yüzde 7-8’lere çekildiğinde iddia edilenin aksine, enflasyon arttı. Diğer yandan, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren faiz oranları ve enflasyondaki düşüşler neredeyse eş anlı olarak gerçekleşti. Bu, büyük oranda her iki değişkeni de aynı anda etkileyen istikrar programının beklentileri iyileştirmesinden kaynaklandı. Diğer makroekonomik değişkenlerde de pozitif adımlar atılınca her iki değişken hem genel ekonomik yapıdan hem de birbirleri üzerindeki etkileri üzerinden düşmeye başladı. Bu örnek bile bize iktisatta nedensellik ilişkisinin ne kadar bağlamsal bir ilişki olduğunu gösterir. Değişkenlerin aynı yönde (veya tersi yönde) hareket etmeleri birbirleri ile nedensel bir ilişkiye sahip olduklarını göstermez. Ortak bir değişkenden etkileniyor olabilirler, örneğin 2002 yılında başlayan istikrar programının faiz ve enflasyon üzerindeki ortak etkisi gibi. Kahve içme sıklığı ile kansere yakalanma olasılığı arasında bir ilişkinin olması birini diğerinin nedeni yapmaz, her ikisi de stresten etkileniyor olabilir.

 

ENFLASYON FAİZİN NEDENİ Mİ?

Şimdi de iki değişken arasındaki ilişkinin diğer tarafına, yani enflasyonun faizin nedeni olduğu konusuna bakalım. İlişkiye bu yönden bakınca, kısaca 'enflasyon yüksek olduğu için faizler yüksektir' demek istiyoruz, çünkü enflasyon faizlere yansıtılır (iktisatçıların Fisher etkisi dediği konu). Buna göre piyasa faiz oranı=beklenen enflasyon+reel faiz oranıdır. Eğer reel faizi veri alırsak, beklenen enflasyon olduğu gibi piyasa faizlerine yansıtılır. Bu yansıtma durumu aslında doğal bir sonuç değildir, büyük oranda finansal piyasalardaki tekelci yapıdan, yani bankaların reel faiz kazançlarını korumak istemelerinden kaynaklanır. Artan enflasyonun mevduat ve kredi faizlerine yansıtılma düzeyi genelde birbirinden farklılık gösterir. Bu da bankaların piyasa gücünü gösterir.

Burada şunu ifade etmeliyiz. Beklenen enflasyon nominal faize yansıtılsa bile, nominal faiz ile enflasyon arasındaki fark büyüyebilir. Bunun temel nedeni reel faizlerin yükselmesidir. Yani reel faiz=nominal faiz-beklenen enflasyon olduğundan, kredi verenler kredi riskinin (geri dönmeme riski) arttığını düşündüklerinden beklenen enflasyondan çok daha yüksek bir faiz talep ederler. Aynen Türkiye’de 1990’lı yıllarda olduğu gibi, reel faizlerin yaklaşık yüzde 25-30 olduğu dönemler oldu. Sonuç olarak, nominal faizlere enflasyon yansıtıldığı gibi risk da yansıtılır. Bu yüzden “faiz sebep, enflasyon sonuç” iddiası, kredi verenlerin artan risk algısından dolayı faizleri gereğinden fazla yükseltmelerine dönük bir eleştiri de olabilir. Yani bankalara dönüp 'faizi siz yükseltiyorsunuz' demek isteniyor olabilir. Bu eleştiride 1990’ların yarattığı yüksek faizli diri “iktisadi hafıza”nın etkisi olabilir.

Enflasyon her şeyden önce bir fiyat dinamiği (momentumu) içerir. Hareket eden bir dişli gibidir. Bu hareket içinde kendi beklentilerini pekiştirir, fiyatlar yapışkanlık göstermeye başlar. İlgili tüm aktörler enflasyon beklentisi üzerinden bir gelir artışı yarışına girer. Ücretler, kârlar, faiz gelirleri ve kira gelirleri fiyat beklentisi üzerinden hareket etmeye başlar. Bu momentumu hemen durdurmak zordur. Bu yüzden de, beklentilerin kırılması gerekir ve böylece çarkların daha yavaş dönmesi sağlanır. Burada para politikası devreye girer. En önemli enstrüman da faiz oranı üzerindeki kontroldür. Faizlerin fiyatlar üzerindeki etkisi iki temel kanal üzerinden çalışır. Bunlardan biri talep etkisi, ikincisi döviz kuru etkisidir. İlk etkide, artan faizle kredi talebi dolayısıyla toplam talep aşağı çekilerek fiyatlar üzerinde aşağı yönlü bir baskı kurulur. İkinci etkide ise, artan faizle döviz kuru değerli hale getirilir ve bu yolla ucuzlayan ithalat, ilk etkide olduğu gibi, fiyatları aşağı doğru iter. Sonuç olarak, artan faizle birlikte ortaya çıkan iki etkinin de enflasyonu azaltması beklenir. Azalan enflasyon da faizlere yansır. Böylece faizi artırmakla bir müddet sonra faizi düşürmüş oluruz.

Parasal otoritelerin faiz yoluyla fiyatlar üzerinde aşağı yönlü baskı kurmayı amaçlamalarının temelinde enflasyonun talep kaynaklı olduğunu düşünmeleri yatar. Bunun da en önemli göstergesi enflasyon ile üretim artışının birlikte gerçekleşiyor olmasıdır. Eğer arz kaynaklı bir şok sonucu fiyat artışı olsaydı, üretim de düşerdi. Fakat şoklar bazen pandemi döneminde olduğu gibi hem arz kaynaklı hem de talep kaynaklı olabilir. Bu durumda fiyat hareketliliğinin kaynağını izlemek çok daha zor olabilir. Eğer fiyat artışı talep kaynaklı ise merkez bankaları faizleri artırırlar. Bu artışını çok sert bir şekilde yapabilecekleri gibi, zamana yayarak da yapabilirler. Örneğin ABD’de “Büyük Enflasyon” denen dönemde (1970’lerin sonunda 1980’lerin başı), ABD’de enflasyon ikili haneli rakamlara çıktığında o dönemin merkez bankası başkanı Paul Volcker faizleri yükselterek ciddi anlamda enflasyonu indirdi. Fakat bu ciddi anlamda durgunluğa ve işsizliğe neden oldu. Benzer bir örnek 1980’lerde İsrail’de oldu. Onlar da çok sayıda tedbirin yanında yüksek faiz politikası izlediler. Sonuç neredeyse aynı, ciddi bir durgunluk ve işsizlik. Bu örneklerin de gösterdiği gibi politikacılar bu yan etkiyi bildikleri için (artan işsizlik) faiz artırmaya hoş bakmazlar. Bu anlaşılabilir bir durum. Fakat Türkiye’de bunun yanında daha ciddi bir problem var. Siyasetçilerin faizi artırma talebinin iktisadi bağlamını ve dönemselliğini görmemeleridir. Bu da Türkiye’de faizin “politik algı etkisi” diyebileceğimiz, ekonominin siyaseten kötü yönetildiğine dair bir algının pekişmesidir.

Politik algı etkisi şu an Türkiye için oldukça kritik bir mesele gibi durmaktadır. İktisadi kararların politik çerçevesi, faiz artırımının hangi ortamda gerçekleştiğini önemli hale getiriyor. Çünkü iktisatta başlangıç koşulları alınan kararları ve sonuçları önemli oranda etkiler. Her koşulda çalışan ne teorik bir argüman ne de her ülkede aynı sonuçları verecek bir politika vardır. Ekonomik değişkenlerin birbirini etkileme biçimleri ekonominin mevcut koşullarına bağlıdır. Bir noktada neden olan değişken başka bir bağlamda sonuç olabilir. Örneğin, yukarıda faizin talep kanalı diye tanımladığımız durum Türkiye özelinde dönemsel olarak etkili olmayabilir, yani faiz artırımı şu anki ortamda negatif bir talep etkisi yaratmayabilir. Bunu, 19 Kasım 2020 Merkez Bankası toplantısında faizlerin artacağını bekleyen iktisadi aktörlerin memnuniyetlerinde görebiliyoruz. Fakat aynı memnuniyeti fiili ama örtük olarak artan faizler için görmüyoruz. Oysa beklenen faiz artışı şu anki fiilî faiz oranına yakın bir değer olacaktır. Yani faizler örtük de olsa (ortalama fonlama maliyetindeki artış) artmasına rağmen, iktisadi aktörlerin faizin fiilî düzeyine değil de artırılma biçimine odaklanması da (direkt politika faizi yerine diğer geleneksel olmayan yöntemlere başvurulması) algının etkisini göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Enflasyonun ikinci kanalına da biraz değinelim, yani döviz kanalı ki, bu Türkiye’de oldukça faal bir faydır. Türkiye tecrübesi döviz kurunun enflasyon üzerinde çok etkili olduğunu gösteriyor (geçişkenlik etkisi). Çok sayıda akademik çalışma, döviz kurundaki değer kaybının gecikmeli (2-4 ay içinde) ve belirli bir oranda (yüzde 15-20) genel fiyat düzeyinde bir artışa neden olduğunu göstermektedir. Yani döviz kurundaki sert artışlar enflasyonda belirgin bir artışa neden olmaktadır. Bu gibi durumlarda faiz artışları döviz kurundaki değişimi kontrol etmek için işe yarayabilir, dolayısıyla döviz kurunun enflasyonist baskısı hafifletilebilir. Diğer yandan, normal koşullarda (döviz şoklarının olmadığı dönemlerde) krizlerdeki durumun tersine enflasyondan döviz kuruna doğru bir değişim söz konusudur. Yani artan fiyatlardan (enflasyon) dolayı döviz kurunun rekabetçi kalabilmesi için artması beklenir (nispî alım gücü paritesi hipotezi). Daha sonra bu döngü birbirini besleyen bir yapıya dönüşür. Tüm bunlar, nedenselliğin yönünün normal ve kriz dönemlerinde farklı olduğunu gösterir. Bu yüzden, iktisadi ilişkileri bir kalıba sokmadan anlamaya çalışmak oldukça önemlidir.

Sonuç olarak, faiz oranı ülke gündeminde çok kritik bir “aktör”e dönmüş durumdadır. Kendisine bir “deus machina” gibi problem çözücü bir kutsallık atfedilmektedir. Kontrol edilebilir olması ve etkileme alanının genişliği açısından da bir sihirli değnek gibi görülmektedir. Bu da onu daha cazip hale getirmektedir. Faiz oranı bir ölçüye kadar önemli bir iktisat politikası aracıdır. Fakat yapabileceklerinin sınırı vardır. Faiz politikasına ve merkez bankalarına bu kadar alan açılmış olması asıl üzerinde konuşulması gereken mevzudur. Bunu daha önce yine Gazete Duvar’da tartışmıştım. Umarım 19 Kasım 2020 tarihinde yapılacak Merkez Bankası toplantısından sonra bu yazının tartışma konusu tarihe karışır, 'bir dönem böyle şeyler de konuşuldu' denir.

*Öğretim Üyesi, Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat bölümü