Fanon, Biko, Carmichael: Siyahlık bilinci, ulusal bilinç ve evrensellik
Hegel’in Fanon’a sunduğu fakat Sartre’ın göz ardı ettiği en değerli hazine, mutlağın kendisini tam anlamıyla son evrede sunsa da her evreye içkin olduğu düşüncesiydi. Bu içkinlik sayesinde, siyah bilinci zayıf bir evre değil, “kendisiyle dolu, mutlak bir yoğunluk” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Onur Kartal
Martinikli militan filozof Frantz Fanon’un eserleri uzun bir aradan sonra yeniden mercek altında. Yakın zamanlarda, Türkiye’de dahi hakkında bir derleme, bir dergi dosyası hazırlandı bile. Achille Mbembe’nin Türkçeye yakın zamanlarda çevrilen eserleri 'Zenci Aklın Eleştirisi' ve 'Düşmanlık Politikaları'nın ana izleğine de Fanon’un mührünü vurduğu söylenebilir. Elbette ırk, siyasal şiddet ve sömürgecilik insanlığın gündeminden çıkmadığı sürece Fanon’un da gündemden düşmesi mümkün değil. Fanon bir bakıma negatif bir üne sahip olmakla yazgılı. Düşüncesinin evrenselliği, bu düşüncenin hedef aldığı iktidar dinamiklerinin değişmez yapısından besleniyor gibi. Bu meselenin bir yanı. Hiç de daha az önemli olmayan diğer yanıysa Türkiye’de zaten hep biliniyor, kulaklara şu veya bu, bir şekilde çalınıyor olsa da Fanoncu düşüncenin akademik, kuramsal tartışma evreninin bir türlü zenginleşememesiyle ilgili. Günümüzde dikkat çekici olan şey, Fanon’un bir teorisyen olarak dünyamıza girmesi. Nihayet Fanon entelektüel sahaya sadece bir militan olarak değil bir filozof olarak da dâhil olmaya başladı.
Peter Hudis’in yakınlarda Dipnot Yayınları’ndan çıkan 'Fanon-Barikatların Filozofu' adlı kitabı da bu durumu doğrular nitelikte ve daha ismiyle dahi Fanon’u militan siyasetle felsefenin kesişim noktasına yerleştiriyor. Ne sadece militan ne de sadece filozof, ikisi birden. Belki de “militan” Fanon’a aşina olduğumuzdandır, Hudis’in kitabında Fanon’u Hegelcilikle ilgisinde analiz ettiği ya da fenomenolojiyle temaslarını deşifre ettiği yerler daha ilgi çekici görünüyor. Sondan başlayacak olursak Hudis, Fanon’un fenomenolojiyle olan bağının ıskalanamayacağı hususunda ısrarcıdır ve bu ısrarında da oldukça haklıdır. Zira fenomenoloji, algılayan özneyle algılanan nesne arasındaki ilişkinin bütün dinamiklarini gözler önüne sermek ve bu ilişkiyi canlı deneyim zemininde kavramak iddiasındadır. Bu nedenle bir yanıyla Siyah insanın canlı deneyiminin analizi için iyi bir başlangıç noktasıdır; diğer yanıyla da sömürgeci tahakkümün algılayan öznenin algılama edimlerini nasıl manipüle ettiğini gözler önüne sermek için kilit önemdedir: “Sömürgeci tahakküm, gözü, ten rengini kişinin varlığı ve karakterinin başat belirleyicisi olarak ‘görecek’ şekilde eğitir, onu gerçekte ne ise o (yani toplumsal bir inşa) olarak görecek şekilde değil” (s. 19). Bu yüzden Hudis, “Fanon’un yaklaşımı, en dolaysız siyasal gerçeklikleri tartışırken bile, hep fenomenolojik niteliktedir” derken haklıdır (s. 179).
Fanon’un Hegelciliği ise en çok da ırksal varoluş ve ulusal bilinç aşamalarının tikel belirlenimlerinin yanı sıra evrenselin kapısını açan anahtarlar olmaları bakımından Hudis’in gündemine girer. Bu nokta gerçekten önemli çünkü Fanon, bu Hegelci pozisyonu sayesinde döneminin sosyalist perspektiflerinde yaygın bir şekilde görüldüğü gibi siyahlığı ya da ulusal bilinci geride bırakılması gereken arızi ya da tikel basamaklar olarak görme hatasına düşmüyor; tikeldeki evrenselden asla vazgeçmeyerek siyah iktidarını ya da ulusal bilinci nihai hedef olarak da görmüyor. İlk pozisyon için Fanon’un Sartre eleştirisini ya da Aime Césaire’in Fransız Komünist Partisi'ne yazdığı istifa mektubunu hatırlamak yeterli olacaktır. Yine de siyahlık bilinci, kendi tikelliğindeki evrensellik gün ışığına çıkarılmadığı sürece Fanon için asla yeterli bir politik hedef olmayacaktır. Fanon, Stokely Carmichael’ın şu sözlerine herhalde itiraz etmezdi: “[D]eri renginin nasıl bir ağırlığa sahip olduğu teslim edilip, bu ağırlığa son verilmediği müddetçe o ‘unutulacak’ bir şey değil[dir].” Ama kendisini Carmichael’ın pozisyonuna yakın bir yerde konumlandırabilmesi için ondan şu sözleri de duymayı beklerdi: “Yoksul siyahlarla yoksul beyazların nihayetinde bir araya gelip koalisyon kurması umudunu taşıyoruz”; “Siyah halk için inşa etmeye çalıştığımız toplum, kapitalist bir toplum değil.” Ya da son olarak: “Siyahları özgür kılma hareketi öyle tek tarafa fayda sağlamaya dönük bir hareket değil, onun nihai zaferinin tüm topluma hayrı dokunacak”. Carmichael’ın bu sözleri, onun da tikeldeki evrenseli şu veya bu şekilde yakaladığını gösteriyor. Carmichael’ın siyah iktidarındaki ısrarı, bu sebeple sadece tanımlama ve örgütleme kudretinin ötesinde bir şeye işaret ediyor. Ama bunu şu hakikati es geçmeden yapıyor: “Siyahım o halde varım.”. Carmichael’ın burada ne kadar oyalandığı da önemli. O her ne kadar siyah iktidarını “ırkçılığa ve sömürüye, yani bizi boynuzlamaya çalışan boğanın o iki boynuzuna bir saldırı” olarak tanımlasa da onun kavrayışı siyah iktidarını, çoğu kez siyahların tanımlama kudretini ele geçirdikleri nihai bir hedefmiş gibi sunuyor. Ama Fanon’a bu kadarı yetmez. Carmichael’ın ifadesiyle “kendi terimlerinin efendisi olmak” elbette onun için de hayati bir önem arz ederdi; ama bu momentin tikel belirlenimine ancak içinde barındırdığı evrensellik boyutuyla pozitif bir değer atfederdi. Siyah insanın nesneleşmesine şüphesiz Fanon da karşıdır ve hatta 'Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in neredeyse tamamı bu nesneleştirme ve nesneleşme süreciyle ilgilenir. O da tıpkı Steve Biko gibi siyah insanın “boş kabuğunun içine hayat pompalamak” ister. Ama Fanon için yeni insanın, yeni bir hümanizm formunda doğuşu çok daha önemlidir; bu yüzden Biko’nun Afrika’ya dünyaya daha insani bir yüzü armağan etme görevini yüklemesi kuvvetle muhtemel onu daha çok heyecanlandırırdı. Zaten Biko’nun siyah bilinci diye tarif ettiği şey, sadece siyahlara “kendilerinde, çabalarında, değer sistemlerinde, kültürlerinde, dinlerinde ve hayata bakışlarında yeni bulunan bir onuru aşılama gayreti”yle sınırlandırılamaz; Biko, yoksul siyahla yoksul beyaz arasındaki ilişkiyi mesafelendiren ve çatışma formuna sokan ırkçı yapıları da hedef tahtasına oturttuğu ölçüde siyah bilincini aynı zamanda sınıfsal bir kavrayışa yerleştirmeye çalışmıştır. Siyah bilinci, ırkçılığı hedef tahtasına oturturken onun sınıfsal boyutunun da farkındadır. Yine de Biko uyarır: “Siyah adam, sen kendi başınasın” ve devam eder: “Hedeflerimize erişme yolunda ilerlediğimiz sürece, kendimiz ve mücadelemiz hakkında daha çok, beyazlar hakkında daha az konuşalım”. Biko tikeldeki evrenseli yakaladıktan sonra hızla tikelin sınırlı alanına geri dönüyor gibidir. Oysa Fanon, tikelin üzerinden hızla atlamanın evrenseli; etrafında fazla oyalanmanınsa tikeli sakatladığının farkındadır. Biko, sınıf analizinin çoğu durumda ırkla ilgili başlıkları perdeleyen konforlu bir pozisyonu ifade ettiğini düşünür. Fanon da tam manasıyla bir sınıf analizcisi olmadı. Şüphesiz sınıfsal perspektif evrenselin bir boyutudur ama evrensel tek boyutlu değildir. Fanon, belki de sınıfsal perspektife mesafeli durduğu ölçüde Marx’ın sunduğu evrensellikten vazgeçiyormuş gibi görünüyordu ama evrenselin bir diğer kaynağının, yani Hegel düşüncesinin hep yanı başındaydı.
Hegel’in Fanon’a sunduğu fakat Sartre’ın göz ardı ettiği en değerli hazine, mutlağın kendisini tam anlamıyla son evrede sunsa da her evreye içkin olduğu düşüncesiydi. Bu içkinlik sayesinde, mesela siyah bilinci zayıf bir evre değil, “kendisiyle dolu, mutlak bir yoğunluk” olarak karşımıza çıkmaktadır. Fanon, Hudis’e göre zorlu bir yolu kat etmiş, “evrensele giden yolda ne tikelin üzerinden atlayacak ne de onda donup kalacak şekilde yolculuk etme”yi başarmıştır (s. 81). Bu yolculukta Fanon, şüphesiz birçok engelle karşılaştı ama düşünme dinamiği onu hem otantik bir siyahlık anlayışının hem de ulusal bilincin olası yerel ve muhafazakâr varyantlarının uzağında tutmasını sağladı. Yeni insanın peşinde önce siyah bilincini sonra da ulusal bilinci aşan ama her ikisini de evrensellikle dolayımlayan bu düşünce 'Yeryüzünün Lanetlileri'yle birlikte belki de Hegelciliğin yirminci yüzyıldaki en ilerici yorumunu doğurmuştur. Bu yorum sadece siyahlık bilinciyle değil ulusal kurtuluş mücadelesinin bağımsızlıkla sonuçlanmasıyla da yetinmez. Yeni sömürgeciliğe karşı daima tetikte, yeni insanın yaratılması dışında hiçbir şekilde tatmin olmayacak ve evrenselin peşini asla bırakmayacak bir düşüncedir bu.