Farklı fiyat rejimlerinde asgari ücret-enflasyon ilişkisi
Belirli düzeyde büyüme oranı, çok artmayan bir işsizlik ve sürdürebilir bir enflasyon hükümetin seçim pusulasıdır. Bu yüzden yıl sonunda asgari ücretin daha yüksek düzeyde artması sürpriz değildir.
Ensar Yılmaz*
Kamuoyunda özellikle asgari ücret artışları öncesinde asgari ücret-enflasyon ilişkisine dönük yoğun tartışmalardan birinden daha çıkmak üzereyiz. Bu tartışma Aralık 2022’de muhtemelen daha büyük bir asgari ücret artışı öncesinde de yaşanacaktır. Bu tartışmaya daha analitik bir şekilde dahil olmadan önce şunu söylemek isterim, bu tartışmanın bir yönü adalet/eşitlik gibi normatif bir unsur içerirken, diğer bir yönü olgularla ilişkilidir. Yani asgari ücretin enflasyonist etkisi olduğunu düşünen biri pekala eşitlik kaygılarından dolayı ücretlerin artmasını isteyebilir. Fakat burada da normatif-pozitif ayrımı yapmanın güçlüğü yine karşımıza çıkar çünkü eşitlikçi kaygısı olanlar asgari ücret artışının enflasyonist olmadığına dönük argümanları daha fazla kullanır. Fakat ben burada verili yapı içinde biraz daha fazla olgulara bakmak istiyorum.
Türkiye şu anki haliyle dünyanın en yüksek enflasyon düzeylerine sahip ülkelerinden biridir. Bu yüksek enflasyon düzeyi dikkate alınmadan konu ile ilgili ileri sürülen argümanların sorunlu olacağı açıktır. Çünkü farklı enflasyon düzeyleri farklı firma davranışlarına neden olur. Bu yüzden, konuyu iki farklı enflasyon rejiminde tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Bunlar basitçe düşük ve yüksek enflasyon rejimleridir.
(i) Düşük enflasyon rejiminde asgari ücret-enflasyon ilişkisi
Son dönemlere kadar enflasyon dünyanın önemli bir kısmında ve yaklaşık 30 yıl boyunca yüzde 2 - yüzde 5 gibi düşük bir seyirde izledi. Enflasyon dünyanın geneli için önemli bir problem olmaktan çıkmıştı. Bunun birçok sebebi var. Bunların önemli bir kısmı mal ve emek piyasalarındaki gelişmelerle ilgilidir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz: verimlilik artışı, ücretlerin baskılanması, emeğin pazarlık gücünün azalması, emeği ikame eden teknolojik gelişmeler, Çin etkisi (ucuz malların varlığı), globalleşmenin fiyat ve ücretler üzerindeki etkileri (off-shoring) gibi. Bunların önemli bir kısmı fiyatları aşağı çeken etkilerdir. Birçok ülkede artan verimlilik ücrete yansımadığından sermaye-emek ayrışmasında sermayenin lehine bir gelişme söz konusu oldu. Örneğin, Amerika’da 1980’lerin başından itibaren verimlilikteki artış yaklaşık yüzde 60 iken, reel ücretlerdeki artış sadece yüzde 17 civarındadır. Kısaca, hem verimlilik artışı hem de ücretlerin baskılanması enflasyonu düşük düzeyde tutmuştur.
Ücretler genel olarak piyasada belirlenir. Fakat asgari ücret devletin de önemli bir rol oynadığı merkezi bir mekanizma tarafından belirlenir. Bu yüzden, asgari ücret piyasanın merkezi-olmayan ve ahlaki açıdan nötr niteliğinden dolayı kritik önemde bir sosyal işleve sahiptir. Aslında birçok ülkede yaygın olan toplu sözleşmeler asgari ücretin bu işlevini üstlenir. Ücretlerin merkezi olarak belirlenmesinin önemi Marx’ın ifade ettiği bir olgu ile de yakından ilişkilidir. Buna göre, her firma kendi işçisinin ücretini düşük tutmak isterken diğer firmaların kendi işçilerinin ücretlerini artırmasını ister. Böylece her firma hem kendi ücret maliyetini azaltmak hem de toplam talep artışından faydalanmak ister. Her firma diğer işçileri kendi firmasında çalışmayan tüketiciler olarak görür. Dolayısıyla, herkes böyle düşündüğünden firmalar kolayca ücretleri artırmazlar. Bu durum, aslında ana akım iktisatta firmanın emeği sadece maliyet unsuru olarak görmesi ve kontrol edemediği bir dışsallık olarak gördüğü ücretin talep tarafını ihmal etme eğilimi ile örtüşür. Bu yüzden, asgari ücret veya toplu pazarlık merkezi bir karar olduğu için bu stratejik tuzaktan kurtulmayı sağlar.
Ana akım iktisatta ücretin büyük oranda arz ve taleple belirlendiği ifade edilir. Firma emeğin verimliliği ve maliyetini dikkate alarak emek talebinde bulunur. İşçiler de emek arzlarını boş zaman (leisure) ve tüketim tercihlerini optimize edecek şekilde sunarlar. Bu ikili optimizasyondan denge ücret ve istihdam çıkar. Fakat gerçeğin bu kadar basit olmadığını biliyoruz. Çünkü bu yaklaşımda ne firmanın emek karşısındaki pazarlık gücü dikkate alınır ne de emeğin çalışma zorunluluğu, çalıştığı alanda firma sayısı (iş değiştirme güçlüğü ve mobilitesi) gibi faktörler dikkate alınır. Tüm bunlar dikkate alınmadan emeğe bir mal piyasası ürünü gibi davranılır. Asgari ücret burada devreye giriyor. Kamu otoritesi işçileri moral değerlere karşı nötr olan piyasadan korumak için minimum bir ücret tanımlar. Fakat asgari ücret ana akım iktisatta firma-işçi mutlu evliliğini bozan üçüncü bir kişi gibi sunulur. Çünkü firmalar için daha yüksek ücret, işçiler için de daha fazla işsizlikten başka bir işe yaramaz. Asgari ücret aslında enflasyon etrafında dönen bir tartışmadan ziyade istihdamla ilişkisi bağlamında karşımıza çıkar. Tabii konumuz asgari ücret-enflasyon ilişkisi olduğundan bu konuya ağırlık vereceğiz. Düşük enflasyon rejiminde asgari ücret-enflasyon ilişkisine dönük bir takım noktaları sırasıyla ifade etmek istiyorum.
(a) Asgari ücret çok sayıda ülkede (özellikle gelişmiş ülkelerde) az sayıda çalışanın aldığı bir ücrettir. Örneğin, Avrupa’da asgari ücret veya altında alanların oranı yaklaşık yüzde 3 - yüzde 12 arasında değişirken, ABD’de yüzde 2 ve Japonya’da yüzde 6 civarındadır. Bu yüzden, bu ülkelerde asgari ücret değişimlerinin fiyatlar üzerindeki etkisinin doğal olarak sınırlı olması beklenir. Fakat Türkiye’de bu oran yaklaşık yüzde 50’den yüksektir. Bu da, asgari ücretteki değişimin çok sayıda insanı ve sektörü etkilediği anlamına gelir. Bu kadar gündemde olmasının nedeni de budur. Özellikle son dönemlerde, enflasyon düzeyinden bağımsız olarak, ülke ekonomisinin daha emek yoğun bir üretim yapısına evriliyor olması ile asgari ücret alanı daha da genişliyor. Bu da, basitçe asgari ücret-enflasyon ilişkisini daha geçişken ve yaygın hale getirmektedir. Burada şunu da ifade etmek gerekir; firma ücret giderlerinin ortalama olarak toplam maliyeti içindeki payının düşük olması (ortalama yüzde 10 - yüzde 15 civarında) etkisinin az olduğu anlamına gelmez. Emeğin milli gelir içindeki payına bakmak gerekir. Emeğin katma değer içindeki payı diğer gelişmiş ülkelere göre az olsa bile farklı hesaplama biçimleri ile bunun yüzde 45 - yüzde 55 arasında olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, ortalama bir firma özelinden ziyade ülke geneline yayılan zincirleme emeğin payına bakmak gerekir. Tabii, burada asgari ücret artışlarının sektörel etkilerinin de farklı olacağını belirtmek gerekir. Daha yoğun emek kullanan sektörlerin artışları fiyatlara daha fazla yansıtmaları beklenir.
(b) Tabii burada diğer bir önemli konu asgari ücret-ortalama ücret farkıdır. Bu farkın yüksek olduğu ekonomilerde asgari ücretin ortalama ücreti yukarı itme gibi bir etkisi daha sınırlıdır. Dolayısıyla, asgari ücretin, diğer ücretler üzerinde zincirleme etkisi düşük olur. Türkiye’de ücret dağılımı son dönemlerde asgari ücretlerin ortalama ücretlere göre daha hızlı artmasından dolayı ortalama ücrete yaklaşmış durumdadır, aradaki fark azalmıştır. Dolayısıyla, asgari ücret artışlarının ciddi düzeyde bir genel ücret etkisi olacaktır. Bu durum aslında aşağıda ifade edeceğim gibi, yüksek enflasyon rejiminde daha net olarak görülür.
(c) Asgari ücret veya genel anlamda ücret artışlarının bir maliyet artış etkisi olsa bile bunun emeğin motivasyonunu artırarak daha verimli hale getireceği ifade edilir, dolayısıyla verimlilik artışı maliyet artışını telafi eder. Gerekçeleri farklı olsa bile benzer düşünceleri ifade eden çok sayıda teorik çalışma vardır. Etkin ücret hipotezi, örneğin, ücret artışı ile birlikte çalışanların motivasyonu ve etkinliğinin artacağını belirtir. İşgücü devir oranı (turnover rate) hipotezi, ücret artışı ile işçilerin işten ayrılma hızının azalacağını, dolayısıyla bunun maliyetleri (işe alışma, yeniden eğitim, tazminat gibi) azaltacağını belirtir. Kaytarma hipotezi ise ücretlerin artması ile çalışanların iş sırasında kaytarmalarını azaltacaklarını çünkü işten atılmanın fırsat maliyetinin yükselmesi ile daha sıkı çalışmayı tercih edeceklerini belirtir. Buna benzer, işyeri aidiyeti, hakkaniyet, sendikacılığı engelleme ve psikoloji kaynaklı çok sayıda yaklaşım ücret artışını rasyonalize etmeye çalışır. Çoğu Foucault’ın disiplin kavramını çağrıştıran bu düşüncelerin verimlilik artışı sağlamak dışında insani bir tarafının olmadığı açık. Bu yaklaşımları ben de makro ekonomi derslerimde anlatıyorum.
(ii) Yüksek enflasyon rejiminde asgari ücret-enflasyon ilişkisi
Türkiye’nin şu anki enflasyonu hem kendi tarihine göre hem de dünya ile kıyaslandığında oldukça yüksek bir orandır. Bu yüzden, Türkiye şu an yüksek enflasyon rejimi içindedir. Dolayısıyla, bu bölüm yukarıdaki bir takım mekanizmaları dahil etse de yüksek enflasyon rejimlerinde farklılaşan bir takım ilişkileri dikkate almak zorundadır. Çünkü ilgili aktörlerin belli bir yapı içinde nasıl hareket ettiğini anlamadan bu dinamiği çözümleyemeyiz.
Ülke enflasyonu basitçe düşük faiz politikasının neden olduğu döviz kuru artışlarıyla başlayan bir süreçtir. Uzun süre devam eden yüksek enflasyon düzeylerinde bir müddet sonra neden-sonuç ilişkilerini takip etmek zorlaşır. İlk nedeni izlemek nispeten kolay olsa da sonrasında enflasyonun kendisine ait bir hayatı oluşur. Bu hayat kendini besleyen bir momentumla yerleşik hale gelir.
Daha önce de ifade ettiğim gibi Türkiye asgari ücretin yoğun etkisi altındadır. Bu, hem ortalama ücretlere baskısı hem de etkilediği insan sayısı anlamında böyledir. Dolayısıyla, ülkede yüksek enflasyon etkisini bu yaygın asgari ücret alanı içinde değerlendirmek gerekir, yani bir bakıma yüksek asgari ücret alanı-yüksek enflasyon rejimi altındayız. Başka bir ülke veya zamanda pekala düşük asgari ücret alanı-yüksek enflasyon rejimi mümkündür.
Türkiye’de asgari ücret alanı son birkaç yıldır oldukça genişledi. 2016 yılında yaklaşık yüzde 30 artışla başlayan bir süreçte, genel ücret artışı yaklaşık yüzde 8 civarındaydı. 2021 ylında hızlanan enflasyonla birlikte asgari ücretteki artış da ortalama ücretten daha fazla arttı ve iktidarın 2022 yılında iki artış yapmak durumunda kalması ile net kümülatif artış yaklaşık yüzde 95 düzeyinde gerçekleşti. Bu gelişmeler yukarıda da ifade ettiğim gibi, asgari ücreti hem ortalama ücrete yaklaştırdı hem de daha fazla insanın ücreti haline getirdi. Yani asgari ücret alanı arttı. Bu durum, ülkedeki kişi başına geliri en alt ücret seviyesine yaklaştırdı. Son artışlarla, asgari ücret ortalama ücret gelirinin yaklaşık yüzde 100’ine yaklaşmış olabilir. Bu oranın gelişmiş ülkeler ortalaması yüzde 30 - yüzde 50 arasıdır.
2021 yılında enflasyon yaklaşık yüzde 35 civarındaydı, yüksek bir oran olsa da enflasyona alışma ve buna uygun ücret belirleme konusunda hala çekingenlik söz konusuydu. 2022 yılı ile birlikte enflasyon daha fazla kanıksandığı için asgari ücretle birlikte hem memur maaşları hem de özel sektör maaşları hızlı bir şekilde artmaya başladı. Hatta bazı anketler ara ücret artışı yapacak özel firma oranının yaklaşık yüzde 83 olacağı belirtiliyor. Kısaca, reel ücret kayıpları olsa da, artık yüksek enflasyonla birlikte yüksek ücret artışlarının olduğu bir yapı içindeyiz.
Tüm bunlar aslında, yani ücret artışlarının genele yayılması, asgari ücretlerin fiyatlar üzerindeki etkisini ayrıştırmayı daha da zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla, daha önceki dönemlerden farklı olarak, asgari ücret artışının enflasyon üzerindeki etkisini ölçmek çok daha zordur çünkü genel bir ücret artışı içinde asgari ücret artışından bahsediyoruz. Diğer ücretler sabitken veya sınırlı artıyorken asgari ücreti artırmak ile genel ücret artışı içinde asgari ücretin artıyor olması farklı durumlardır.
Fakat burada ikinci sorun, ücret artışlarının mı enflasyona yoksa enflasyonun mu ücret artışlarına neden olduğu tartışmasıdır. Bu açık bir şekilde, enflasyonla başlayan alım gücü kaybını telafi etmek için ücretlerin artırılması durumudur. Birinci rejimde de ifade ettiğim gibi, firmalar normalde ücretleri öyle kolay artırmazlar. Bu yüzden, bu durum bile başlı başına enflasyon sebep, ücret artışı sonuç dememiz için yeterlidir. Fakat ücret artışının buradaki rolü enflasyonu yeniden besleyen ve kendisini sürdürmesine neden olan bir yapı içermesidir. Döviz kuru ile başlayan enflasyon artık kendini diğer fiyat artışları ile birlikte var eder. Burada kritik olan nokta, genel anlamda ücret artışının, firmalar nezdinde fiyat artışına hem hızlı hem meşru hem de rasyonalize edebilir bir nitelik kazandırmasıdır. Son aylarda firmaların maliyetlerini daha hızlı bir şekilde fiyatlara yansıttıklarını ve buna alıştıklarını çok daha açık bir şekilde görüyoruz. Fiyat değişim frekansı arttı. “Sattığım malı artık aynı fiyatla yerine koyamıyorum” sözünü çok duymaya başladık. Böylece, her satıcı müşterisine bir önceki satıcıyı muhatap kılmak ister. Bu yüzden, ÜFE-TÜFE farkının da başlangıçta olduğu gibi yüksek olmadığını, farkın kapandığını düşünüyorum. Bunu daha büyük firmaların nominal karlarındaki yüksek artışlarda da görebiliriz.
Diğer yandan, ücret kaynaklı fiyat artışı firmalara daha meşru bir gerekçe de sunar çünkü çok sayıda sektörün (özellikle hizmet sektörünün) en önemli maliyet kalemlerinden biri ücret giderleridir. Dahası, asgari ücret veya genel ücret artışının kamusal bir bilgi olması eli hızlanan firmanın gerekçe aramak için zaman kaybını da önler. Aynı zamanda, firmalar ücret artışının genel bir talep artışı olduğunu bildiklerinden ücret artışını fiyatlara yansıtma konusunda yeni bir talep kısıtı ile de karşılaşmazlar. Yani ücret artışı bu anlamıyla relatif bir ücret değişimi (firmalar arası farklı ücret değişimi) değil, genel mutlak bir değişimdir. Böylece herkes mutlak ücret artışının yarattığı genel talep artışından daha fazla pay almak için fiyatlarını artırırlar. Bu durum maliyetlerin artması ile rasyonalize edilirken, toplam talepten daha fazla yararlanma isteği de etkilidir. Rekabetin daha fazla olduğu veya daha fazla asgari ücretli çalışan sektörlerde bunun etkileri farklı olabilir. Bu şekilde, firma nezdinde hızlı, meşru ve rasyonalize edilebilir fiyat artışları yeni bir aşama kazanır, bu da ücret-enflasyon spirali, yani enflasyon ataletidir.
Bu aşamada mevcut iktidarın böyle bir ücret-enflasyon sarmalını kabul ettiğini düşünüyorum. Çünkü iktidar enflasyonu indirmenin güçlüğünü anladığı ve buna politik anlamda zamanın da yetmediği (enflasyonu indirmenin resesyon etkisi) fark ettiği bir noktadadır. Bu yüzden de, seçime kadar reel ücretleri belli bir düzeyde tutmayı amaçlayacaktır. Yani bundan sonra, belirli düzeyde bir büyüme oranı, çok artmayan bir işsizlik düzeyi ve sürdürebilir bir enflasyon hükümetin seçim pusulasıdır. Bu yüzden, bu yılın sonunda asgari ücretler ve memur maaşların tekrardan ve hatta daha yüksek düzeyde artması sürpriz değildir. Tabii menzile bu niyetle çıkılsa da krizin tüm ayak sesleri ve gürültüsü üzerlerinde olacaktır.
Son olarak, asgari ücret tartışması üzerinden literatürde ve kamuoyunda gelir dağılımının enflasyon üzerindeki etkisini öne çıkaran yaklaşımlara dair bazı şeyler ifade etmek isterim. Bu görüşlerin temel iddiası sermaye-emek arasındaki çelişkinin ve özellikle firma gücünün enflasyon yarattığı şeklindedir. Her şeyden önce, bu düşüncenin teorik çerçevesinin zayıf olması bir yana, ampirik veriler bile bunu teyit eder nitelikte değildir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, neredeyse dünyanın her yerinde enflasyon düzeyi yaklaşık 30 yıldır yüzde 2 - yüzde 5 arasındadır. Ve bu dönem dünya tarihinde gelir dağılımının en barbarca bozulduğu bir dönemidir. Bu, hem kişisel gelir hem de emeğin aldığı pay anlamında böyledir. Sermaye-emek ilişkisinin çok daha farklı kanallardan sermaye lehine fayda sağladığını belirtmek isterim. Bu da daha çok direkt fiyatlar üzerinden değil, emeğin baskılanması ve verimlilik üzerinden gerçekleşir. Artan verimlilikten emeğe giden pay azaldığı gibi, emeği baskılayan diğer mekanizmalar da firma maliyetlerini aşağı çekmektedir. Yani fiyatları artırmasına gerek olmadan iki mekanizma da işlev görmüş ve firmalar gelir paylarını artırmışlardır.
Bunu, Π=p.q-w.L gibi, basit bir firma kar fonksiyonu üzerinden de görebiliriz. Burada fiyat (p) sabit iken bile, verimlilik artışı miktarı (q) fazlaca artırdığından ve toplam ücret ödemesi (w. L) sabit olsa bile firma kar eder. Hatta firmaların markupları ciddi fiyat artışı olmadan artmıştır, yani fiyat-birim maliyet farkı artmaktadır çünkü maliyet tarafından hem ücretler baskılanmakta hem de verimlilik artışı birim maliyetleri aşağı çekmektedir. Bu durum, çok sayıda ampirik çalışma ile de örtüşmektedir. Dünya genelinde (özellikle gelişmiş ülkelerde) fiyatlar çok değişmemesine rağmen firmalar karlarını ve markuplarını artırmaktadırlar, buna Türkiye de dahildir.
Türkiye’de son dönemde yüksek enflasyon ortamında firma karlarındaki artışın enflasyon yarattığı düşüncesinin acelece kurulmuş bir ilişkidir. Oysa her şeyden önce yüksek kar düzeyini hem reel olarak düşünmek gerekir hem de bunun sınırlı sayıda büyük, ihracat yapan ve piyasa gücü olan firmalarla sınırlı olduğunu görmek gerekir. Bazı firmaların maliyet artışlarının üstünden bir fiyat artışı ile enflasyona katkıda bulunduğunu iddia etmek, iktidar sözcülerinin karaborsacıların fahiş fiyat uygulamalarının enflasyon yarattığını söylemeleri ile aynı mantığı içerir. Oysa fiyat davranışı yüksek enflasyon rejiminde kendi mantığını yaratır ve bu bir “fiyat oyunu”na dönüşür. Çünkü burada fiyat aynı zamanda aktörlerin relatif gelir pozisyonlarını da korumak için yaptıkları bir yarıştır. Elbette burada gücü olan bu yarışta daha fazla avantaj sağlar ama neredeyse her ürüne yayılan fiyat artışlarını açıklamak için güçlü bir argüman değildir. Efektif talebin küçük firmaların ciddi bir kısıtı olduğunu da unutmamak gerekir.
Kısaca, gelir dağılımındaki bozukluğun enflasyona neden olduğunu iddia etmekten ziyade enflasyonun gelir dağılımını bozduğunu düşünmek daha gerçekçi gibi görünmektedir. Enflasyon, özellikle yüksek enflasyon, yoksul ve orta gelir insanların refahı için ciddi bir tehdittir. Enflasyon bir müddet sonra iktisadi bir değişken olmayı bırakıp insanların varlığını direkt hedef alan bir yapıya bürünür. Bunun için en kısa sürede enflasyonu adil ve etkin bir şekilde çözmek gerekir.
*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü