Faşizm insanı katil eder mi?
Alman Polisiye-Gerilim Romanı Ödülü sahibi yazar Mechtild Borrmann’ın Nazi döneminden doksanlı yıllara uzanan bir hikâye etrafında kurguladığı romanı “Suskunluk”, Mustafa Tüzel’in çevirisiyle Kitap Kurdu Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Kitap, elli sene sonra tesadüfen ortaya çıkan gerçeklerin şimdiye nasıl sirayet ettiğini gösterirken Nazi zulmü altında cereyan eden olayların düğüm noktasındaki Therese ise susmak ve susmamak arasındaki ince çizgide…
Mechtild Borrmann 1960 yılında Köln’de doğdu, Aşağı Ren bölgesinde büyüdü. Dans ve tiyatro pedagogu olarak da çalışan yazar 2012 yılında “Suskunluk” romanıyla Alman Polisiye-Gerilim Romanı Birincilik Ödülü’nü kazandı. Yazarın çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Aşağı Ren bölgesi kitaplarında en çok tercih ettiği mekân. “Suskunluk” romanında da bu mekân merkezde. Olaylar, Robert Lubisch’in taşınma esnasında bulduğu bir puro kutusuyla başlıyor. Robert’in kutuda buldukları ise bir kimlik ve bir fotoğraf. Bunlar, ömrü boyunca ona mesafeli davranmış ve onun isteklerini göz ardı etmiş rahmetli babasına ait. Fotoğrafta genç bir kadın var, kimlik ise eski bir SS subayının: Wilhelm Peters’in. Robert, bu bakiye hakkında eşiyle tüm gece boyunca konuşur ve birtakım tahminlerde bulunur ancak daha sonra merakını bastırmasını bilir ta ki fotoğrafın çekildiği stüdyoya yakın bir yerde konferansa gidene kadar. Bu konferanstan sonra bara giderek fotoğraf stüdyosu hakkında bilgi alır, oradan yaşlı fotoğrafçıya ulaşır ve topladığı bilgiler onu Höverler’in çiftliğine kadar götürür çünkü öğrendiği üzere fotoğraftaki kadın Therese Pohl’dur ve eskiden o çiftlikte yaşamıştır. Artık çiftlikte Höver ailesi yoktur, kiracıları Rita Albers ile tanışır Robert. Rita’dan bilgi almaya çalışır fakat pek bir bilgiye ulaşamaz. Çiftlikten çıktığı vakit fotoğrafı Rita’da unuttuğunu anımsamakla birlikte geçmişe dair bu gizemi babasının hatırasına saygısızlık etmemek için kurcalamak istemez ve yoluna devam eder.
Eski bir gazeteci olan Rita ise içgüdülerine teslim olarak hikâyenin peşine düşer. Önceleyin küçük bir taşra hikâyesi olarak hayal ettiği bu gizem düşündüğünden daha karmaşık bir olaylar zincirine bağlı olup ülke sınırlarını aşan bir habere dönüşecektir. Ancak Rita, Therese Pohl’un güncel kimliğini tespit ettikten kısa zaman sonra haberini tamamlayamadan öldürülür.
“Rita sonunda oturduğunda şöyle dedi. ‘Babanızın hikâyesi beni ilgilendirmiyor, sizin için önemliyse yazımda o hikâyeyi kullanmayacağıma söz verebilirim size. Babanız, henüz yaşayan Peters’in belgelerini almış, bunu bilerek mi bilmeyerek mi yaptığını anlayamayacağız ve artık bunun bir önemi yok. Beni Wilhelm ve Therese Peters ilgilendiriyor.’ Ayrıca Therese Peters’i bulduğunu da söylemişti. Therese’nin 1956 yılında kızlık soyadıyla Frankfurt’ta evlendiğini Wilhelm’in ortadan kayboluşunun hiçbir zaman aydınlatılamadığını anlatmıştı. Gelgelelim Robert Lubisch yalnızca bir kulağıyla dinledi, o kendi hafiflemesiyle meşguldü, tüm bunlarla ilgisinin olmasını istemiyordu.” (s.94)
Romanın ortasına kadar önce Robert’in sonra Rita’nın eski bir hikâye üstüne araştırmalarını takip eden okur bu cinayetle polisiyenin içindedir artık. 1998 yılında gelişen bu olayların kökü çok daha eskide 1940’lı yıllardadır. SS subayı Wilhelm Peters bir anda kaybolmuş ve polisin cinayet gözüyle baktığı bu olayın baş şüphelisi eşi Therese Peters olmuştur. Üstelik dosyaya bakan polis memuru Wilhelm’in eski dostu Gerhard’dır. Yine de Therese’ye isnat edilen suçlar kanıtlanamamış ve dosya birkaç ay gibi kısa bir sürede kapanmıştır. Üstelik Robert artık hem şüphelidir hem de babasının geçmişiyle yüzleşmek zorundadır.
“Robert, anne babasının evinin satış işlemleri sonuçlandığında kendini ne kadar özgürleşmiş hissettiğini düşündü. Henüz birkaç ay geçmişti bunun üstünden. ‘Bir çizgi çektik’ demişti Maren’e. ‘Geç çizilmiş ama kesin bir çizgi.’ Şimdiyse, ihtiyarla o zamankinden daha fazla meşguldü, hatta ona kalkan oluyordu.” (s.117)
Bu şekilde ilerleyen kitap hakkında biraz yorum yapmak gerekirse polisiye romanlarının özellikle 19. yüzyılda arttığını görebiliriz. Zira o dönemde gelişen bilim ve teknoloji artık suç olgusunu nesnel temellere dayandırma gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu bağlamda fotoğrafın icadı da dikkat çekici bir gelişmedir. Nitekim Walter Benjamin fotoğrafın gelişmesiyle polisiye romanların gelişmesi arasında sıkı bir bağ bulunduğunun altını çizer. Polisiye romanda fenomenler merkeze konur. Öte yandan bu fenomenlerden hareketle suçun hem toplumsal hem de iktisadi boyutları gözler önüne serilir.
Bu bağlamda ilk yarısı gerilim, ikinci yarısı polisiye türüne yaklaşarak zaten yakın sayılan iki türün bir alaşımı “Suskunluk”. Geçmişten gelen birtakım kriminal olayların Nazi yıkımıyla olan ilişkisini de göstermiş yazar. Böylece zalim olanın aslında mazlum olduğunu da görüyoruz. Çocuklardan bilgi almak için beyinlerinin nasıl yıkandığını, demokratların hayatlarının nasıl mahvedildiğini, baskıyı, işkenceyi, kısaca insan hakları suçlarını ve bu hayata maruz kalan Therese’nin onu saplantı haline getiren SS subayı Wilhelm’in gölgesinde bir hayat kurtarmak uğruna yaşadıklarını, çektiği ıstırabı ve çare olarak sığındığı suskunluğu da görüyoruz:
“Sabah uyandığında, Suskun kal sözcüklerini aklından bir türlü çıkartamamıştı ve banyoda, aynanın karşısında bunu ilk kez geçmişiyle değil, kendisiyle ilişkilendirmişti. ‘Öldüğüm güne kadar suskun kalacağım’ diye fısıldadı aynadaki görüntüsüne karşı ve bu cümle öyle bir tazyikle çarptı ki yüzüne, sendeledi.” (s.168)
Faşizm insanı katil eder mi?