Fay kırıkları
Halkların dayanışması ile yeni bir yaşam örebiliriz. Öyleyse el verelim, iyiliğe doğru kurulan köprüleri büyütelim. İnanın, iyileşebilmemizin tek yolu, tek çaresi buradan geçiyor.
Meral Danış Beştaş*
Tanıklık; herhangi bir olayı, durumu görme, bilme ya da onunla ilgili bilgisi bulunma hali. Mesleğim gereği ya da doğduğum coğrafyadan ötürü çok tanıklığım oldu hem de ülkenin en acı tanıklıkları…
Yaşam boyu herkesin tanıklıkları vardır. Benim de ömrümün pek çok senesi ülkenin en trajik olaylarına tanıklık etmekle geçti. Faili meçhuller, katliamlar, yıkımlar, Roboski, Suruç, Ankara Katliamı, Cizre Bodrumları, kadın cinayetleri, patlayan mayınlar, polis kurşunları, işkenceler, çocuk ölümleri… Maraş depremi de son tanıklıklarımdan.
Tarihte büyük kırılmalar vardır elbette. Bu 7,7 ve 7,8’lik fay kırıkları ise ülke tarihinin en büyük kırılmalarına tekabül etmektedir. İnsanlığın içindeki iyiliği de kötülüğü de ortaya çıkaran büyük bir kırılma yaşadık hepimiz. Bu felaket sadece o on bir ili değil hepimizin beynini, yüreğini de salladı. Belki on yıllardır öyle beter günler yaşıyoruz ki toplum olarak, her seferinde daha kötüsü de olamaz artık dediğimizi, dendiğini biliyorum. Ama gördük ve yaşadık ki daha kötüsü de olabiliyormuş. Bu deprem öylesine devasa bir felaket ki hiçbir şey için fırsatınız olmaz, olamaz. Düşünsenize, bir pazar akşamı yemeğinizi yiyip dinleniyor ve ertesi günü kurguluyorsunuz. Kim bilir belki işe gideceksiniz, belki okula, belki çocuğunuzu kreşe bırakıp oradan alışverişe… Bir randevu için heyecanlanıyorsunuz belki o gece. Ya da cezaevinde tutulan bir yakınınızı ziyaret edeceksiniz. Belki ertesi gün nikahınız var ya da nişanınız. Kısacası umudunuz var hayata dair! Sonra tatlı bir uykuya dalıyorsunuz. Ve kim bilir belki rüyanızın en heyecanlı kısmındayken, belki gördüğünüz kabustan uyanmak isterken, belki daha hala uykunuz da varken, yer yerinden oynuyor, üzerinize beton bloklar iniyor. Sonrası yok…
O anlarda ben Yüksekova’da idim. Depremin olduğu saat oğlumun telefonu ile yerimden kalktım. Ancak o saatteki deprem algım elbette bugüne değin bildiklerimiz kadardı. Ve deprem merkezlerine gidesiye kadar da algım aynı sınırlılıkta idi. Ta ki Adıyaman’ı, Maraş’ı, Pazarcık’ı, Antep’i, Malatya’yı ve Antakya’yı, İskenderun’u, Samandağ’ı ve artık hepsi birbirine benzeyen mahalleleri, sokakları görene kadar. Kimini önceden bildiğim, kimine hiç gitmediğim kentlerde, köylerde yürürken bir an için algımı yitirdiğimi, acıdan donmuş yüzlerde ‘bu acı insanı sadece çıldırtır’ dediğimi hatırlıyorum. Böyle bir şey olamazdı! Kentler adeta birer ölüm havzasına dönüşmüştü, her yer ölüm kokuyordu. Yüzler zamanın bir kesitinde donup kalmıştı. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizginin kokusu her bir zerreye sinmişti. Hayatım boyunca unutamayacağım, görenin de hayatı boyunca unutmasına imkân olmayan; hiçbir yazarın romanına, hiçbir senaristin senaryosuna sığmayacak kadar tarifsiz bir acıydı sokaklara sinen. Acıdan delirmemek, mümkün olmayan tek şeydi o an herkes için!
Bir uyandınız ve aileniz yok, kimseniz yok, yıkıntılar üzerinde yapayalnızsınız ya da beton blokların altında ses vermeye çalışıyorsunuz. Yahut bir annesiniz, kurtuldunuz ama 3 evladınız enkaz altında, 4 koca gün bir ses duymak için bekliyorsunuz ve sonunda uykusuz gecelerin koynunda bin bir umutla büyüttüğünüz evlatlarınızı, sevdiklerinizi kaybettiğinizi görüyorsunuz. Tek bir ses duyabilmek için moloz yığınlarının etrafında çaresizlik içinde bir kurtarıcı bekliyorsunuz, sesiniz duyulmuyor! Sevdiğinizin yerin altından gelen sesini duyuyorsunuz ama o kahrolası beton blokları kaldıramıyorsunuz, günlerce, gecelerce o sesi dinleyip, ses kesildikten nice sonra umudunuz da kesiliyor. Günlerce amcanızın, dayınızın bir yakınınızın enkaz altında yetişebildiğiniz kadarıyla dudaklarına su verip, yüzünü silip ölümünü bekliyorsunuz. Mesela, o kaosun ortasında Pazarcık’tasınız ve bir yangın çıkıyor… Aileniz evlatlarınız yangının ortasında. Tüm köylüleri oraya götürseniz de yangın sönmüyor, sevdikleriniz yanıp kavruluyor; diğer yanda ruhunuz dağlanıyor! Ağıt yakacak, acınızı paylaşacaksınız, ama herkes yitip gitmiş. Koca dünyada bir başınıza kalmışsınız. Acınızı paylaşacağınız tüm kucaklar yerin altında! Adıyaman’da bir genç, bizden sadece kefen istiyordu kaybettiği yakınları için… Bir başkası, onların bir mezarları var ya biz geriye kalanlar hangi dünyaya sığınacağız artık, diyordu. Kimi yakınını battaniye ile olsa dahi gömebildiği için şanslıydı. Çünkü birçok beden yerin kim bilir ulaşılamayan kaç kat altındaydı.
İzahım, anlatımım sert geldiyse bağışlayın. Fakat geride kalanlar için de, yitip gidenler için de empati yapma yükümlülüğümüz var. Ağırdır, kabul ediyorum. Ancak bu ağır yaraları sarabilmenin, başka bir mümkünü olduğuna da inanmıyorum. Böylesi bir acıyı anlamanın da, bu acının yaralarını sarmanın da yolu empatiden geçer ancak, bir yürekten bir diğerine uzanan…
Bizim bir yükümlülüğümüz de elbet yitip giden kentlere karşı… Kentler kocaman birer hafızadırlar; anlarımıza, anılarımıza tanıklık eden… Yüzyılların gerisinden gelip bugüne izini bırakan…Yitip gidenlerin ardından tek bir şey dahi kalmadı. Bir fotoğraf, bir giysi, bir imzalı kitap, bir hediye, bir mendil, evladınızın ilk ayakkabısı, ninenizin oyası… Bunlar kalmadı. Okulunuz, nikahınızın kıyıldığı bina, ilk kez gittiğiniz sinema, şehrinize gelen misafirlerinizi gezdirdiğiniz tarihi sokaklar, eski bahçe…. Bunların da kalmadığını tahayyül edelim hep birlikte. Sevdiklerini yitirenler, onlara ait her bir parçayı da yitirdiler; kentlerine dair hafızayı da… İşte bu yüzden yaşadığımız acı; bu acıya neden olan fay kırıklarından daha derin…
Hepimize sirayet eden bu acının en katlanılmaz olduğu an ise, o kentlerdeki yalnızlık duygusu idi. Ülkenin neredeyse dörtte birine sirayet eden bir coğrafyada, milyonlarca insanı birebir, geri kalanları illaki bir biçimde etkileyen bir kıyamet kopmuştu. Ama insanlar bir tek kepçe için, vinç için, sevdiklerinin bedenine ulaşabilmek için günlerce beklediler, yapayalnız. Tüm kurumları ellerinde tutan birimlerin sesinden önce yükselen şey; bu toprakların özü olan gönüllülerin dayanışması oldu. Diğer yanda ise bu tür felaketler olduğunda hazır ve nazır olması gereken kurumların bir anda görünmezliği duruyordu. Hem de öyle bir görünmezlik ki, gönüllülerin ördüğü dayanışma ağına takılıp yırtan bir çengel gibi… Hem görünmez, hem de varlığını, dayanışmayı yok etme güdüsüyle hissettiren… Yine bir yanda maden işçileri ince bir işçilikle enkazı kazıp, içindeki bir insanı pamuklara saran bir incelikle çıkarmaya çalışırken, diğer yerde yıkıntılara yeni inşaat alanları gözüyle bakan rantiyeciler… Büyük felaketten büyük fırsatlar çıkarmayı umanlar… Sanırım hepsinden acısı da buydu. Yerin altındaki büyük kırılma, yerin üstündeki başka türlü büyük kırılmaları da göstermiş oldu.
Bu yıkıma yol açan tüm nedenlerin ortaya çıkarılıp çözümü yerine, sorumluluğu birbiri üzerine atanların müsterihliği umutların da kırılmasına sebep oluyordu… Tüm bunları gördük, iliklerimize kadar yaşadık. Bu yaşadığımız acı hâlâ taze… O yüzden kaybettiklerimizin tam olarak farkında değiliz… Gün geçtikçe daha çok idrak edeceğiz bu acıyı… Geçmişi geri getirebilmek mümkün değil elbet. Ama geleceği örmek son derece mümkün. Geleceği kurmak elimizde. Çünkü borcumuz var geçmişe ve geleceğe. Borcumuz var bu topraklara. Borcumuz var Asi Nehrine, Binboğa Dağlarına, Çukurova’ya, Toroslara, Hevsel Bahçelerine, Sultansuyu’na, Dicle’ye, Fırat’a, Hazar’a, Karasuya, Harran’a…. Ve çocuklara… Büyük felaketten çıkıp büyük yoksulluğa savrulan, minicik bedenleriyle moloz yığınları ile, kar ile, tipi ile, açlık ile mücadele etmek zorunda olan ve ömürleri boyunca içlerinde bu yara ile yaşayacak olan çocuklara ve geleceği karanlığa savrulmuş olan kayıp çocuklara.
Borcumuzu ödemek elbette kolay değil. Deprem musibetinin deprem felaketine dönüşmesinde rolü olanların dışında, halkların dayanışması ile yeni bir yaşam örebiliriz. Ancak bu şekilde büyük felaketin üstesinden gelmek mümkün olacaktır. Deprem bölgelerine herkesin dişinden tırnağından artırdıkları ile dolan tırlar bu dayanışmanın en sıcak, en samimi yanı oldu. Bunu büyütmek, kentlerimizi yeniden kurmak aynı zamanda yitirdiğimiz canların anılarını yaşatabilmenin de tek yolu… Öyleyse el verelim, iyiliğe doğru kurulan köprüleri büyütelim ve bir ağ gibi örelim. İnanın, iyileşebilmemizin tek yolu, tek çaresi buradan geçiyor.
*HDP Grup Başkanvekili