Fethullah Gülen size ne yaptı?

Demokrat olacaklarına demokrasiyi kullanmayı tercih ettiler. Vesayet rejimi dediler kendileri birilerinin vasisi oldu. Sonunda Türkiye’yi bir 'çadır devleti'ne dönüştürdüler.

Google Haberlere Abone ol

Erzurum’un bir köyünde başlayan hayatının en önemli kilometre taşlarından biri olan “anti-komünist mücadele”, uzun dini, örgütsel ve istihbari hayatında Gülen’i kültürel anlamda içeri doğru patlayacak şekilde iyice tutuculaştırırken öte yandan dış ilişkilerde Batılı ülke ve kuruluşların gözdesi yaptı. Ve bu içeride alabildiğine tutucu ve fakat Batılıların gözünde liberal portre, Gülen hareketini (Hizmet) uzun vadede ya da süreç içinde şizofrenik yarılmaya itti. Bu bağlamda “Hizmet” hareketi, bir tarikat/cemaat sınırlarını aşıp ikili ama dikotomik, hatta bir ikilem ve dilemma kabilinden, “iki yüzlü” bir yapılanmaya yöneldi. “İki yüz”den ilki, çelik çekirdek misali, hücre tipi gizli örgütlenmeye dayalı kapalı bir grup yarattı ki her şey bu kapalı kutu içinde karara bağlandı, bütün yapı burada inşa edildi. Bu gizli, kapalı ve belirsiz yüz, dışarıda kendini gösteren açık, liberal ve “Batılı” yüzü giderek araçsallaştırdı, hatta takiye kabilinden bir örgütlenmeye itti. Gülen’in bir ara, hoşgörü timsali, “Anadolu İrfanı”nı temsil eden ermiş, bilge ve “beyefendi” portresi, Batılı cenahta dinlerarası diyalog, tolerans ve medeniyetler buluşması gibi kültürel sermayesi zengin bir resmin ortaya çıkmasını sağladı. Solcular, bu tür bir yapılanmanın, 1980’lerin başlarından itibaren Afgan mücahitleri eliyle (daha sonra Taliban’la) Sovyetler Birliği’ni “Yeşil Kuşak”la çevreleme operasyonunda Türkiye gibi ülkelerde “Ilımlı İslam” yaratılmak suretiyle, laik sistemleri yıkmada kullanmak üzere tasarlandığını iddia ettiler. Amerika’nın bu mücadelede kullandığı her türlü anti-komünist güç, bir tür “soft power” olarak eğitim, kültür, sanat ve sosyal hayatın her alanında işe koşuldu ama Ortadoğu’da Suriye, İran gibi ülkelerin yıkılmasında silahlı cihadist grupların (örneğin IŞİD) inşa edilip kullanılmasında görüldüğü gibi, “hard power” da sahaya sürüldü. Dolayısıyla Gülen hareketinin neye “hizmet” ettiği uluslararası ilişkiler dışında anlaşılamaz.

***

Gülen’in yumuşak, verimli ve sükseli yüzü olan liberal yüz, kültür alanında “elitist” bir mücadele tarzını işe koşarken eğitimde örneğin, “kaliteli tedrisat” uygulayarak hep “birinci” çıkarmak/olmak için ülke içindeki giriş sınavlarından uluslararası (matematik, fizik vb.) olimpiyatlara değin birçok alanı kullandı. Eğitim alanında en bilimsel tedrisat, kaliteli pedagoji ve başarılı sonuçlarla dikkati kendine çeken Gülen okulları/dershaneleri, dayanışmadan ziyade aşırı rekabeti öne çıkararak bir tür kapitalist/neoliberal Darwinizmi uyguladı. Kültür alanında mücadele, Gülen’in anti-komünist milli hislerinden bakiye kalan gelenek veya miras çerçevesinde, küresel bir harekete evrildi. Özellikle Afrika, Balkanlar ve kimi Kafkasya’daki “kolej”ler, hem bir İslami misyonerlik için “soft Dar-ül Harp” mücadelesi için kullanıldı hem de İslami milliyetçilikle Türkiye’deki AKP/MHP çevrelerini “devşirilen yabancı çocuklar”la etkilemesini bildi. Afrikalı çocukların Türkçe Olimpiyatlarında Türkçe şarkı söylemesi, halk oyunları oynaması, İstiklal Marşı okuması, AKP/MHP tabanında “soft kültürel emperyalizm”le de Türk-İslam kültürünün her tarafa tebliğ edileceği izlenimini doğurdu. Devir zaten, önce akademisyen, sonra Başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” dediği politikası doğrultusunda, “Neo-Osmanlıcılık” rüyalarının görüldüğü ve üç kıtada yine, eskisi gibi atalar nasıl yaptıysa öyle at koşturulabileceği zannına kapılındığı bir dönemdi. Bu “alt-emperyalizm” politikası, önce komşularla “sıfır sorun” yaklaşımıyla başladı zira Türkiye sadece İslami/dini değil, bölgedeki tüm ülkelerin “askeri-kültür abisi” rolünde lider pozlarına bürünmesiyle iyice etkinleşti. Ancak ardından, berbat dış politik kararlar sonucu, bölgede bütün komşularıyla kavgalı bir hükümetin ortaya çıkmasıyla bu “neo-Osmanlıcılık” hayalleri suya gömüldü. Bundaki asıl etken, içeride AKP iktidarının iyice yozlaşmasıydı; 17-25 Aralık’tan sonra, bilhassa 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi, ardından ekonomik kriz ülkeyi iflas noktasına doğru götürmeye başladı. İflas süreci nasıl başladı?

***

İflas süreci aslında en başta takiye ile başlamıştı. Erdoğan, “milli görüş” gömleğini çıkarıp “muhafazakâr demokrat” kimliğine büründüğünü açıklayarak bu takiye politikasını iktidarının ilk yıllarında ustaca yönetti. Erdoğan ABD’nin (askeri) desteğini zaten almıştı, ama AB’nin politik desteği daha önemliydi. AB üyeliği, Alman Hristiyan Demokratları gibi bir İslam demokrat kimliği yaratma yolunda önemli bir meşrulaştırıcı güç rolü oynadı. Bu süreçte art arda yapılan kimi yönetsel reformlar, Erdoğan’ın, liberal kapitalizmle uyumlu bir ılımlı İslam ülkesi yaratabileceği rüyasının görülmesine yol açtı. Erdoğan’ın ülkesi (Erdoğan’s Land) hem yozlaşmış Ortadoğu ülkeleri için bile rol modeli olabilirdi. Bu uğurda Erdoğan, Arap Baharı’nı destekledi ama kendi Gezi’sini dış güçlere bağladı (Osman Kavala hala Soroscu olmakla suçlanıyor ama Erdoğan zaten kendisini kapitalist sermaye ve ülkelere kabul ettirebilmek için Soros gibi pek çok insanla daha önce defalarca görüşmüştü). Tüm bu içeride güçlü olmak, meşru kalmak ve iktidar olabilmek için “vesayet rejimi”nin üç ayağına (ordu, yargı ve basın) karşı güçlü bir savaş vermesi gerekiyordu. Bu savaşta Gülen hareketi önce “koçbaşı” oldu, sonra “ayak bağı”.

***

Gülen hareketinin silahlı bir terör örgütü kisvesine bürünmesine yol açan karmaşık olaylar dizisi aslında basit bir iktidar olma mücadelesinden başka bir şey değil. Hareket, küresel alanda “kültür savaşı” (Kulturkampf), Erdoğan’ın AKP’sine karşı “paralel yapı” ve Kemalist statükoya karşı da “iktidar mücadelesi” verdi. Bu uğurda takiyenin dibine vurdu; dini alanda otantik iddialarını sonuna değin anlaşılmaz bir dille kullanıp kendi takipçilerini şarj ederken rakiplerine karşı bütün hileli yolları (tuzak, kumpas, iftira vb.) işe koştu. Sınav sorularını bile çaldı. Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’u “terör örgütü” kurmakla itham edip yıllarca içeride yatırdı; aydınlara karşı savaşı da ihmal etmedi; bir yandan Mete Tunçay gibi eski komünistleri devşirirken öte yandan solcu aydın ve entelektüellere karşı berbat teknikler uygulayarak onları güçsüzleştirdi, tasfiye etti. Ve daha pek çok ahlak dışı, illegal ve utanç verici şey yaptı. Ne için, ne adına?

***

Gülen’in anlaşılmaz metinlerini analiz eden kimi sosyolojik çalışmalarda vurgulandığı gibi Gülen, kendi İslamcı iktidarını önce Türkiye’de, sonra yoksul ülkelerde kurabilmek için “Altın Nesil” yetiştirme peşine düşmüştü. Bunun için eğitim, dershanecilik, kültür olimpiyatları, bilimsel yarışmalar, kültürlerarası diyalog grupları gibi çok sayıda aracı kullandı. Erdoğan’ın “kindar dindar nesli” gibi “Altın Nesil” de, aslında gizli örgütlenmeye dayalı, mekanik bir düzen gibi işleyen ve saati geldiğinde bomba gibi patlayabilecek çeşitli programlarla yetiştirilecekti. Bu İslami mühendislik çalışması, Gülen’i, hem “açık yüzü”nü hem de “gizli yüzü”nü eş zamanlı olarak kullanmaya itti. “Sızıntı” dergisi çıkarıldığında politika belliydi: Devletin her kurumuna sızmak, orduya, hükümete, yargıya usulca girip orada güç olmak ve zamanı gelince iktidarı devralmak. Bu uğurda kendi elemanlarına inanmadıkları şeyleri (içki içmek, hatta kendine başkalarıyla birlikte küfrettirmek) bile yaptırdı. Bu gizlilik, casusça tavır, rengini belli etmeme politikası, uzun vadede onun elemanlarının devletin her biriminde ciddi bir güç olmasını sağlayınca pek çok operasyonlar çekildi (iftira, kaset, kumpas, darbe vd.). Devlet kurumlarında “paralel yapı” kuruldukça diğer güçlerle birlikte yaşanılan simbiyotik ilişki zamanla muhatabını iflas ettirmeye yöneldi. Ama her şeyin bir sonu varmış: İktidar kibri, güç istenci ve kuvvet iddiası darbeyle birlikte iflas ederken hareketin mensupları kendilerini en berbat koşullarda buldular: Kimisi yurt dışına kaçmak zorunda kaldı, kimisi itirafçı oldu, kimisi de hapishanelerde çürüdü. Bir dönem Nazlı Ilıcak gibi kullanışlı medya ideologlarını asıp-kesen savcı Zekeriya Öz ile kartopu oynatan akıl, şimdi uluslararası istihbarat örgütlerinin ellerinde oyuncağa dönüştü. 50’lerde başlayan anti-komünist milli ve yerliliğin geldiği bu esef verici nokta veya iflas, Türk-İslamcı milliyetçiliğinin ne kadar da tutarsız olduğunu gösteriyor. Eskiden “Komünistler Moskova”ya derlerdi ama şimdi kendileri ya Londra sermayesine el açıyor ya da o ülkelerin istihbarat örgütlerinin desteğiyle ayakta durmaya çalışıyor. Filistinlileri katleden İsrail ile ticaretin hala sürmesi, bu politikanın ne kadar tutarsız ve güvenilmez olduğunu gösteriyor. TÖS, Deniz Gezmişler, 78 kuşağı ve daha pek çokları anti-emperyalizm derken samimiydiler ama bunların dini-imanı para. İslam’ın yeşilini doların yeşiline çevirdiler. Türkiye’de milyonlarca samimi, ahlaklı ve kendi halinde yaşayan Müslümanı sömürdüler, kullandılar ve yüzüstü bıraktılar. Jet Fadıl, bu işin karikatürü ama Gülen hareketi, ihtiyacımız olan dinlerarası diyalog, kültürlerarası iletişim ve barış inşası yerine dini kullanıp iktidar mücadelesine girişince her şey ellerinde patladı. Hem kendilerine yazık ettiler hem de Türkiye’ye. Eğer tarikat ve cemaatlerle bir ülke müreffeh olsaydı, Ortadoğu olurdu. Demokrat olacaklarına demokrasiyi kullanmayı tercih ettiler. Vesayet rejimi dediler kendileri birilerinin vasisi oldu. Sonunda Türkiye’yi bir “muz cumhuriyeti”ne ya da “çadır devleti”ne dönüştürdüler.  Devleti sopa olarak gördükleri için yurttaşlar hep dövülmeliydi.