Feyyaz Kayacan: Bir öncü
Feyyaz Kayacan keskin bir bilinçle aforizmalarını kurar, humorunu ve ironisini çakar. Ona bir tanımlama getireceksem, “metarealist”, “ötegerçekçi” demeyi yeğlerim...
Güven Turan
Türkiye’de, anlatıda yaygın Modernite 1950 kuşağıyla başlar. Bana göre, 1950 kuşağı iki arka arkaya çıkmış iki gruptur. İlk grupta Nezihe Meriç, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Özcan Ergüder, Yusuf Atılgan bulunur. İkinci grupta, Demir Özlü, Ferit Edgü, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz başı çekmektedir. Her iki grubun ortak paydası, anlatı dilini on dokuzuncu yüzyıl anlatısı dilinden öteye taşımaktır: Bunu da başarıyla yapmışlardır. Ben Feyyaz Kayacan’ın her iki grubun dışında ama onlarla dirsek teması içinde farklı bir modernite anlayışında yer aldığını düşünüyorum.
Bunda yazarın kişisel seçimlerini göz ardı etmesek de en büyük nedenin Kayacan’ın 1939’dan başlayarak uzun bir süre Türkiye dışında yaşaması olduğunu söyleyebiliriz. O tarihte, İstanbul Saint-Joseph mezunu olarak Paris’in yolunu tutmuştur. Yola çıkmadan hemen önce bir hayli hacimli Fransızca bir şiir kitabı da basılmıştır: Les gammes insolites (1938). Fransa’ya gittiğinde (Paris Ecole Libre des Science’da siyaset bilimi okumaktadır) Fransızca yazmayı sürdürür ve savaş patlamadan hemen önce bir şiir kitabı daha çıkar, belli bir çevrede ilgi de uyandır. Kitap, Gerçeküstücülere yakın bir yayınevinden çıkmıştır. (Feyyaz Kayacan’a yarım yamalak bir bakışla Gerçeküstücü yaftasının yapıştırılmasında bunun da etkisi olduğu kanısındayım. Bu konuya biraz sonra değineceğim.)
Savaş patlak verip, kısa bir durgunluğun ardından Alman birlikleri Belçika üzerinden Fransa’ya girmeye başladığında, Kayacan da Paris’ten kaçanlar takımına katılır. En kestirme yer diye kendini İngiltere’ye atar. Ve 1950’li yılların ortalarına kadar Türkiye’ye dönemez, savaş sırasında iletişimi de kesilir. Ama Türkçe ile tam olarak kesilmez: Savaş sırasında ve sonrasında BBC Türkçe Yayın Servisi’nde çalışır.
Ne yazık ki Fransızca şiirler yazarken Türkçe şiirler de yazıp yazmadığını bilmiyorum, Londra’daki yıllarında İngilizce şiir ya da anlatılar yazıp yazmadığını da bilmiyorum. Ancak, 1950’li yılların başlarında savaşın tozu dumanı yatışıp iletişim ilişkileri yeniden kurulunca Kayacan Türkiye’de edebiyat dergilerinde yer almaya başlar. İlk Türkçe kitabı 'Şişedeki Adam’ın yayın tarihi 1957’dir. Kitap “öykü” alt başlığıyla çıkmıştır. (Sonraki baskısını ancak 1969’da ve üç öykünün, ki öyküdürler, eklenmesiyle 'Hiçoğlu’nun Serüvenleri' adıyla yapacaktır.) Burada öyküyü vurgulama nedenim, bugün baktığımda Şişedeki Adam’ı öyküden çok, anlatı öğelerinin varlığına karşın “düzyazı şiir”e daha yakın görmekteyim. Aynı şekilde, anlatı öğelerinin varlığına karşın öykülemenin hemen hemen hiç bulunmaması nedeniyle bana göre 'Cehennemde Bir Yusuf' da (1964) 'Şişedeki Adam’ın yanında durur ve düzyazı şiire daha yakındır. Bu iki kitabın bir başka özelliği de fragmenter yapı taşımaları, aforizma yüklü olmalarıdır. Gerçi aforizma, Kayacan’ın öykü öğesi alabildiğine öne çıkan ikinci anlatı kitabı 'Sığınak Hikâyeleri’nin (1962) de başta gelen özelliğidir.
Keskin bir humor ve ironi 'Sığınak Hikâyeleri’ne Türk edebiyatında görülmedik bir otantiklik kazandırır. Bu öğelere 'Gibiciler’de (1967) keskin bir yergi de katılacaktır. Bu kitapta, daha önce de kullandığı anagram tekniğini disleksi ile birleştirir. Kara bir humor doğar. Geri dönecek olursam, anagram tekniği bence 'Cehennemde Bir Yusuf’ta temel öğedir. Kayacan bütün kitabı “Terzela” diye bir ülkede kurmuştur. Bu adın harflerini basitçe silkelerseniz karşınıza “rezalet” sözcüğü çıkacaktır! Ancak bu belirli bir ülkeyi işaret etmez, Terzela bütün dünyadır.
Sıklıkla belirtildiği gibi Kayacan bu kitabında bir distopiya mı kurmuştur? Bence değil… Ütopiya ve distopiyaların öykülemeci öğesi burada hemen hemen hiç yoktur, aforizma ve fragmenter yapı nerdeyse bir Herakliatos metni okuyormuş duygusu verir. Kurmaca havasını bütünüyle siler, bir eski zaman gezgini ya da tarihçisi gibi konuşur o nedenle de şiir duygusu eksik değildir.
Aradaki üç öykü ve 'Şişedeki Adam' yeni baskılı 'Hiçoğlu’nun Serüvenleri’ni (1969) saymazsak, Kayacan kitap yayımlamaya uzun bir ara verir. İlk ve tek romanı 'Çocuktaki Bahçe' 1982’de basılır. Kitabın serüveni çok daha eskidir. 1950’li yılların sonlarında küçük boy Dost dergisinde (1957?, 1958?) 'Çocuktaki Bahçe' adlı romandan bir parça yayınlamıştır Kayacan! Roman, bir hayli küçük bir çocuğun bakış açısından 1930’lar İstanbul’undaki hali vakti yerinde bir ailenin panoramasıdır. Çocuk gözü ve çocuk dünyasını yansıtmaktaki başarısıyla, buna karşılık bir çocuk anlatısı da olmamasıyla son derece özgün bir yapıttır. Kaçınılmaz bir şekilde bir otobiyografi duygusu da verir. Kayacan’ın son anlatı kitabı, 'Bir Deli Değilin Defterleri' (1987) anlatı kurgusu ve tonuyla adeta 'Çocuktaki Bahçe’nin uzun bir aradan sonra yaşanmış süreci gibidir. Özellikle bir öyküde Kayacan yarattığı bir zihinsel özürlü kişi karakterinin iç konuşmasındaki başarıyla Faulkner’ın Benji’sine fark atar.
Bu yazıyı bitirmeden Kayacan üzerine sıkça varılmış bir yargıya daha değinmek isterim: Gerçeküstücülük yani Surrealizm. Bana göre, eğer bu akımı tartışmasız patronu olan Andre Breton anlayışı çizgisinde ele alacak olursak, Kayacan’a Gerçeküstücü denemez. Çünkü Breton gerçeküstücülüğünün temel öğeleri olan bilinç altı, uyku içinde yazma, otomatik yazı Kayacan’da yoktur. Kayacan keskin bir bilinçle aforizmalarını kurar, humorunu ve ironisini çakar. Ona bir tanımlama getireceksem, “metarealist”, “ötegerçekçi” demeyi yeğlerim. En yakın yazarlar olarak ona yakıştırdıklarımsa Alfred Jarry (Kral Übü) , Büchner (Leonce ve Lena) ve Lewis Carroll’dur. Ama Kayacan asla bir “gibici” değildir, bunlar gibi yazmaz, bunların “yanında” yazar.
Ek: Burada sadece anlatıcı Kayacan’ı ele aldım. Kayacan yazımın başında söz ettiğim Fransızca şiirleri dışında Türkçe ve İngilizce de şiirler yazmıştır. Buna tek oyunu da eklenebilir. Bu çalışmaları bir başka yazı bağlamında ele alınmalıdır.