Figen Yüksekdağ: Şiir benim için kadim, vefalı bir dost ya da ana kucağı gibi...

Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ'ın şiir kitabı 'Yıkılacak Duvarlar', Ceylan Yayıncılık tarafından yayımlandı. Şiirleri üzerine konuştuğumuz Yüksekdağ, "Şiir benim için kadim, vefalı bir dost ya da ana kucağı gibi..." dedi.

Google Haberlere Abone ol

Burcu Özkaya Günaydın

DUVAR - 4 yıldır Kandıra F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ın 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde bir şiir kitabı çıktı. 'Yıkılacak Duvarlar' adında olan kitap Yüksekdağ’ın ilk kitabı.

Şiir, hayatında hep var olmuş Yüksekdağ’ın. Bazen yoğunluktan, öncelik sırasından geride bıraksa da ne zaman geri dönse bir ana kucağı kollarını açmış ona. Şiirlerinde toplumsallık öne çıkan Yüksekdağ, "Çünkü bu benim gerçekliğim” diyor. Biz de Yüksekdağ’la şiirine, tutsaklığa dair bir söyleşi yaptık…

Şiir, ne zamandan beri hayatınızda, cezaevinden önce de şiir yazar mıydınız? Kitabınızdaki şiirler cezaevinde mi yazıldı?

Maziden başlığı altındaki son iki şiir dışında hepsi cezaevinde yazıldı. Önceden de yaşamımın değişik kesitlerinde şiir yazdım ama hiçbiri yayınlanmadı. Çoğunluk kayıp dizelerdir. Yani bugüne kadar birikim yaptığım söylenemez. Şiir benim için kadim vefalı bir dost ya da ana kucağı gibi bir şey. Çok terk ettim ama her geri dönüşümde bağışlayıp bağrına bastı. Hep daha önemli ve büyük görevler, öncelikler bahanesi ile geri plana attığım şiire vefa borcu olarak da değerlendirebiliriz kitap çalışmasını.

'İNSANLAR, HER ALANDA KAFALARI, RUHLARI BOŞALTAN BİR MAKİNEYE BAĞLANMIŞ GİBİ'

Neden şiir? Figen Yüksekdağ’ın yaşamında şiir ne demek, nerede duruyor?

Çok şey demek elbette, yine de birkaç boyutunu paylaşayım sizinle. İnsanın ve toplumun ruhunu temsil ediyor. Öncelikle bilincin, hakikatin, duygunun, sezginin estetiğin potasında kristalize olması aynı zamanda. Birçok anlam içerisinde en yaşamsal olanına bakıyorum; başka kaç kişi görüyor hissediyor emin değilim ama toplumun ruhu çekiliyor. Bir tarafta yoğun baskı ve hayatın hapishaneye dönüştürülmesi, diğer tarafta toplumsal etkileşimin sunduğu mecralara kilitlenmesi, sığlaşmaya yol açıyor. Edebiyatın, sanatın yerine hızlı tüketilen, çöpe atılan ürünler, paylaşımlar geçiyor. İnsanlar, eğitim sisteminden tutun medya formasyonlarına kadar her alanda kafaları, ruhları boşaltan bir makineye bağlanmış gibi. Etik, estetik gibi kavramların, değerlerin toplum yaşamında ve bilincinde somutlaşabileceği ürün ve gelişme dinamikleri çok zayıf. Siyaset, sosyoloji, felsefe toplumu ve bireyi bu noktalarda geliştirmeye yetmez. Sanata, edebiyata ihtiyaç böyle doğar bana göre, özellikle de şiire.

İnsanlığın, kadının, emeğin, doğanın şiire ihtiyacı var. Benim de vardı, aynı zamanda bunun için yazdım. Geldiğimiz yakın geçmişin ve bugünün ruhunu yansıtan, taşıyan çözümleyen edebiyat ürünlerini önemli ve toplumsal gelişim bakımından ilaç niyetine gerekli buluyorum. Çok ayırt edici bir dönem yaşıyoruz. Bu dönemin şiiri ve edebiyatı tarihe düşündüğünüzden daha derin izler bırakabilir. Bilhassa da toplum ruhunun sağaltılması, kana-cana gelmesi için faydalı olur. Şiir bana göre böylesi bir ihtiyacın görülmesi ve gösterilmesi demek. Ne kadar yapabildiysem o kadar da katkı yaptım. Bir de ben hayatım boyunca çok uzun cümleler kurdum, şiir benim için biraz da kısa konuşmak demek. Uzun ve geniş cümlelerden kısa ve derin dizelere geçiş belki de…

.

Kitabı hangi duygu ve şartlarda hazırladınız? Şiir derin duygu gerektiren bir üretim. Tutsaklık koşullarındasınız, neler hissettiniz, zorluklar oldu mu?

Her yerde her çalışmanın kendine göre zorlukları var. Hapishane koşulları hareket alanını daha da daraltıyor tabii. Kitabın editoryal çalışmasını bir hayli sınırlandırdı bu durum. Kapak tasarımı, sayfa düzeni, teknik yazılım düzenlemeleri taslakların giriş-çıkış zorluklarından ötürü çoğunlukla dışarıdan yürüdü. Şiirler basılmadan önce sadece hapishanedeki kadın arkadaşların görüş ve değerlendirmelerini alabildim. Onlarla da alışveriş ortamımız yok. Havadan atarak gönderebiliyordum. Öyle elden ele havalandırmadan havalandırmaya dolaştı. Uçan şiirler diye dalgasını geçtim ama pek sevimli bir durum olduğu söylenemez. Zorluklarını artık hiç düşünmüyorum. Nasılsa mutlu sona ulaştık, sordunuz diye söylemiş olayım. Korona virüsü süreci de yoğunlaşmamda etkili oldu. Her şerde bir hayır vardır demişler sonuçta. Olumsuz, tersten bir duygu yoğunlaşmasına yol açmadı.

Yıkılacak Duvarlar, Figen Yüksekdağ, 64 syf., Ceylan Yayıncılık, 2020.

Tüm eserler önemlidir, özeldir de. Ama içinde sizin için en özelim dediğiniz bir eser ya da eserler var mı?

Şiirlerin çoğunluğu kurşun gibi ağır zamanların, halkların, kadınların benim bilincimden süzülüp aktarılan hakikati. Bu nedenle hepsi birbirine bağlı, birbirini tamamlıyor. En azından ben öyle olduğunu sanıyorum. “Bazıları daha kişisel, özel” diye bir tasnif yapmadım şimdiye kadar. Ama yazarken çok yoğunlaştığım, altüst olduğum, içimdeki yaşanmışlıkları yeniden yaşadığım şiirler var. Suruç, Ankara, özyönetim süreçlerinden ilham alan, yitirdiğimiz canlarımıza vefa ve saygı yazıtı diyebileceğimiz şiirlerdir bunlar.

"Açarken" adlı şiiriniz 'Çiğdem Arjin'e atfedilmiş. Kimdir Çiğdem Arjin, hikayesinden bahseder misiniz?

Çiğdem Arjin, şu anda birlikte kaldığım mahpus arkadaşım Gazel’in kızı. Tabii Arjin’in hikâyesi şiirinden daha önemli. Biraz buruk bir hikaye ama onun gibi iyimser, sevgi şelalesi, neşeli bir çocuk bütün buruk hikayeyi güzelleştirebilir. Annesi hapiste, kendisi F tipi şartlarını kaldıramayacağı için dışarıda. Arada annesinin yanına gelip 3-5 gün kalıyordu, bir yılı buldu gelemiyor. Korona gerekçesi ile çocukların cezaevine gelmesi yasak, gelse de çıkamaz deniyor. Nasıl bir şeyse… O da en zorlu ve bereketsiz denilen iklimlerde, topraklarda açan tomurcuklarımızdan. Çoğu insanın hepsini dinlese kahırlanacağı, ağlayacağı, hikayeden mutlu masallar, bitimsiz oyunlar çıkaracak kadar da sihirli. Bu arada annesi, Arjin ve tüm çocukların insani vicdani şartlarda büyüme hakkı için masal kitabı yazdı, 'Damlayan Masallar'.

'ŞİİR HER EVE, HERKESE LAZIM'

Her şiirinizde bir yaşanmışlık görüyoruz, hissediyoruz. Taybet Ana, Suruç'ta yaşamını yitirenler, kadınlar… Direniş de var hüzün de. Toplumsallıkla, yaşanmışlıklarla iç içe... Edebiyat bir anlatma biçimi mi sizin için?

Öncelikle bir anlama biçimi. Edebiyat, şiir, insanların anlama kabiliyetini geliştiriyor. Dümdüz anlama biçimlerini değiştiriyor, yönünü şaşırmış duygulanımları yola sokuyor. Bu nedenle her eve, herkese lazım. Yaşamı anlamak için gerekli olduğunu fark ettikten sonra zaten nitelik arayışı, daha iyisini bulma çabası da doğuyor. Her yönüyle insanı geliştiren bir yönelim yani. Ben de hayatı, mücadeleyi, doğruyu, güzeli anlama ve arama maceram boyunca hep edebiyatı, şiiri yardıma çağırdım.

.

Tabii bu ilişki bir yanıyla da anlatma yoluna dönüştü. İçinde yer aldığım toplumsal gerçeklikleri anlatırken de şiire işim düştü, yine onu yardıma çağırdım. Edebiyat elbette özgün bir alan ama yaşamdan, hakikatten bağımsız düşünülemez. Şiirlerimde sözünü ettiğiniz sosyal, siyasal temalar baskın; bu doğru ama bunlar benim zaten. Yaşadığım gerçekliği imgeye feda edemezdim. Her toplumsal siyasal süreç benim duyumsama dünyamda bir şeye dönüşüyor. Haliyle onları yansıtacağım. Tırnak içinde kişisel şeyler yazmak içimden gelmiyor ama onun da zamanı gelir bir gün.

Selahattin Demirtaş cezaevinde öykü kitapları çıkardı. Siz şiir... Tutsaklığın edebiyata, iç dünyaya yönelten bir yanı var sanırım.

Tutsaklık, genel olarak yazmaya, üretmeye yöneltiyor. Buralarda üretim halinde olmazsanız zaten kendinizi çürümeye terk edersiniz. Herkes kendince yeteneklerine, özelliklerine göre bir üretime yöneliyor. Dışarıda olsaydık hiçbirimiz kitap çıkarmazdık büyük ihtimalle. Hapishane koşulları yazınsal, sanatsal, düşünsel yoğunlaşma açısından gerekli zaman ve zemin sunuyor. Tabii etkin değerlendirmezsen bir işe yaramaz ama dışarıdaki gibi bitmeyen bir koşturmaca içinde olmadığın için oturup yazabilirsin. Zorlukları da çok fazla ancak takılırsan onun içinden çıkamazsın. Dolayısıyla hapishanenin kişiyi kendi içinde derinleşme yönelten bir yanı var. Bu derinleşmeyi içe kapanmaya, kayboluşa değil, pozitif üretkenliğe dönüştürmeyi başarıyoruz sanırım.

'DIŞARIYA ÖZLEMİMİZ DE SEVDAMIZIN BİR PARÇASI'

Ahmed Arif’in güzel bir şiiri var bilirsiniz;

"Akşam erken iner mahpushaneye
Ejderha olsan kar etmez
Ne kavgada ustalığın
Ne de çatal yürek civan olur"

Sizin de Ahmed Arif gibi dışarıya dair özlem duyduğunuz anlar var mı?

Çok var tabi ama başka bir şair de “Ayrılık Sevdaya Dahil” diyor. Bizim dışarıya özlemimiz de sevdamızın bir parçası. Öyle görüp kabul etmişiz yoksa durulmaz. İnsanların arasına karışmayı çok özledim, bir de daire çizmek zorunda kalmadan sınırsız burnumun dikine yorgun düşene kadar yürümeyi…

İçeriden Türkiye'ye, dünyaya, hayata bakmayı anlatırsanız ne dersiniz?

Dünya ve Türkiye hakları amansız bir darboğazdan geçiyor. Ekonomik, siyasal, sosyal kriz hali hâkim. Pandemi ile birlikte yaşamsal kriz noktasına evrildi bu. Erdoğan, MHP-Susurlukçu ittifakı ile yönetilen Türkiye’ninse geldiği yerden çok gideceği yer önemli. Ülkenin kaderi, bitmiş ve her şeyini harcamış bir iktidarın hezeyanlarına terk edilirse gideceği yer çok kötü. Dünyada da, Türkiye'de de anti-faşist güç birlikleri, tabandan güç alan demokratik ittifaklar gidişatı değiştirebilir. Bugün en kötünün de dibini bulmak üzere olduğumuzu ve değişim zamanının geldiğini düşünüyorum.