Firari yazarın 'Efsun'lu düş gücü

Selahattin Demirtaş’ı hiçbir yerde göremiyor olmam beklenirdi. O şu sıralar ne de olsa Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde değil miydi? Ama her seferinde karşıma çıkan bal gibi de oydu!

Google Haberlere Abone ol

Yiğit Bener

Onunla Beyrut’ta karşılaştığımızda şaşırmadım desem yalan olur. Paris caddesinin arka sıralarında, Mansur Jurdak sokakta çok şık ve zevkli restore edilmiş tarihi bir köşke yerleşmiş Kalei Coffe, nam-ı diğer Ras-Beyruth’un yeşillikler içindeki arka bahçesinde kahvesini yudumluyordu. Rivayete göre burası Beyrut’un en iyi kapuçino yapan kafesiydi. Ancak o sanırım badem sütlü kortado içiyordu.

Ne işi vardı ki Beyrut’ta? Sorabilirdim kuşkusuz. Bir sandalye çekip yanına ilişsem beni terslemezdi sanırım. Meslektaşız ne de olsa. Ancak önündeki kitaba odaklanmıştı, bir yandan da düşünceli biçimde defterine bir şeyler karalıyordu: Belli ki bir sonraki romanına çalışmaktaydı. Rahatsız etmek istemedim. Zanaatkar zanaatkarın halinden anlar.

Kaldı ki benim ne işim vardı orada?

O Beyrut ki, kozmopolitizmin, farklı kimlik ve kültürlerin iç içe yaşadığı bir uygarlık merkezi, yazar arkadaşımın da son kitabında belirttiği gibi, “barış umutlarının dünyaya yayılacağı, her renkten çiçeğin yer aldığı cennet bahçesi” iken, bir anda herkesin herkesle savaştığı bir cehenneme dönüştürülmüş ve yerle bir edilmişti. Oysa, ne olurdu sanki, “dünyanın bütün devletleri, kanaat önderleri, inanç temsilcileri bir araya gelseydi mesela, ‘farklı inançtan insanların bir arada, barış içinde, demokrasi kültürüyle sonsuza kadar yaşayabileceğini gösterebilmek için Lübnan’ı pilot bölge olarak seçtik” deselerdi? “Kıyamet mi kopardı?”

Beyrut’u ona uçakta tesadüfen karşılaştığı arkadaşı Nabil anlatmış. Bense yoldaşım Salah Jaber’den ve bir diğer yazar dostum Amin Maalouf’tan dinlemiştim. Hazin bir öyküydü Beyrut’un yürek yakan kaderi. İnsanlığın yüz karası…

Derken aynı yazar arkadaşım Girit’te de çıkıverdi karşıma. Kandiye limanında, Üç Yunus Heykeli Meydanı’nın uzantısında, Sofokli Venizelou’da, salaş bir lokanta olan Paralia’da yemek yiyordu. Tesadüfün bu kadarı! Ben de aslında öğle yemeği için bu lokantayı gözüme kestirmiştim. Oranın kabak çiçeği dolması meşhurdur. Deniz mahsulleri de tabii. Meydandaki Vrakas’ı methediyordu elimdeki broşür, düğünlerde yenen özel etli ve limonlu pilav gamopilafo bir tek orada yenirmiş. Ancak orası gözüme biraz fazla turistik göründü nedense. O da öyle düşünmüş olmalı. Üstelik kaldığım pansiyonda Madam Alina dün tattırmıştı gamopilafoyu; biraz ağırdı.

Yazar dostum bu kez kitap okumuyor, uzosunu yudumlayarak dalgın bir şekilde denizi seyrediyordu. Onu böyle gevşemiş, huzurlu görünce rahatsız etmeye kıyamadım. Öyle ya, şimdi gidip kendimi tanıtsam eminim buyur ederdi. Gel gör ki bir iki hoşbeş cümlesinden sonra kaçınılmaz olarak malum memleket meseleleri zuhur ediverecekti sohbetimize… Ve elbette limon sıkılacaktı! Durum analizi yaparken keyfimiz kaçacak, haklı olarak endişelerimizi dile getireceğiz, o ister istemez çözüm önerileri geliştirmeye çalışacak ve muhalefetin atması gereken adımlardan söz edecekti… Ama dinleyen kim! Eh, bunları konuşmaya koyulunca da az önceki huzurdan eser kalmayacaktı.

Adamcağız kırk yılda bir deniz manzarası karşısında rahat rahat yemeğini yerken konuyu siyasete çekip lokmaları boğazına dizmek münasebetsizlik değildir de nedir? Son kitabında sık kullandığı bir kalıbı yineleyerek “gerek yok!” dedim kendime ve mahcup bir şekilde uzaktan başımla selam vermekle yetindim, yoluma devam ettim. Anlam vermedi olasılıkla ya da farkına varmadı, o kadar derinlere dalmıştı ki… Yanındaki sandalyenin üstünde bir motosiklet kaskı vardı; belli ki az ötedeki gıcır motoru o kiralamış. Motorcu olduğunu bilmiyordum.

İşin tuhaf tarafı, sonraki günlerde yine en olmayacak yerlerde karşılaştık: Lapseki’de Şifa eczanesinin kapısında neredeyse çarpışıyorduk; ben tansiyon ilacı almaya giriyordum, o muhtemelen kalp ilaçlarını almış çıkıyordu, beni fark etmedi. Sonra Dolapdere’de rastladım ona, Urfa Kebap ve Dürüm Evi’nde kebapçılarla sohbet ediyordu. “Aman şey görmesin, sonra terörist falan diye iftira atar, zifir diline dolar” diye geçirdim aklımdan. Derken Gümüşhane’de Fuadiye caddesindeki dükkândan pestil alırken gördüm onu. Kızlarına alıyordu muhtemelen.

En son da Edremit yakınlarında, Yaylaköyü yolundaki aile kahvaltı bahçesinde rastlaştık. Ben babamla amcamın romanlarında geçen bir mekânı bulmaya çalışıyordum, o ise bir grup köylüyle oturmuş, sohbet ediyordu. Kibar bir köylü kadını, “köy yaşamı, köy hayatı diye imrenen kimi kentli kadınlarla” dalgasını geçiyordu tatlı tatlı: “Hele gidin görün köy hayatını, canım benim!”

Sözlerini desteklemek ister gibi Kibar Hanım babasının yaptıklarını anlattı daha sonra: “Sinirli adamdı rahmetli -erken yaşta öldü zaten- kızmak için bahane arardı. ‘Çapayı öyle tutma, böyle tut, yoksa dizini parçalarsın’, deyip pat diye ensene tokadı indiriverirdi. Su isterdi, götürürdün, ‘Bardağı ağzına değin doldurma, görmüyon mu dökülüyor’ der, tekmeyi yapıştırırdı. Cevap vermeye kalkardın, ağzının ortasına sumsuğu yerdin. Hiçbirimize öyle feci bir dayak atmazdı; az az, ama sık sık, diyetisyenlerin önerdiği gibi! Sağlıklı köy yaşamı için bire bir! Yoksa insan sevmez mi köyünü?” Sonra da bam! diye vurucu darbeyi indiriverdi: “Bir kadını kim öldüre ki? E baban olur, kocan olur, sevgilin olur, kardaşın olur, ille seni öldürecek bir erkek vardır bu dünyada…”

Sohbetlerini bölmek istemedim, usulca ayrıldım mekândan. Kapının önünde tuhaf, eski püskü siyah bir Mersedes vardı, “onun değildir herhalde” diye düşündüm. Refakatçılarından birininmiş galiba.

Son zamanlarda onunla sık karşılaşmamız şaşırtıcı değildi. Beş yıldır yüzünü göremiyorduk gerçi. Ama zaten pandemi yüzünden bunun son iki yılında hiçbir yakınımızı doğru dürüst göremedik: Varsa yoksa Zoom, bilgisayar ya da telefon ekranları! Alıştık sanallığa. Eh, onu da sanal ortamda hemen her gün görüyorduk: Ya yiğit eşinin ya da yoldaşlarının sosyal medyada paylaştıkları videolarda eski konuşmalarını dinliyorduk ya da avukatları aracılığıyla yolladığı siyasi demeçlerdeki düşünceleri tartışıyorduk. Bir de kitaplarını okuyorduk elbette. Bu sayede belki eskiden olmadığı kadar içimizde, aramızda var olmaya devam etti bu son beş yıl boyunca.

Dolayısıyla asıl tuhaf olan, karşılaştığımız yerler, kentler ve mekanlardı: Çünkü ben aslında bu mekanlardan hiçbirini görmemiştim, hatta bu kentlerin hiçbirine gitmedim: Ne Beyrut’a ne Girit’e ne de Gümüşhane’ye… Edremit’teki kahvaltıcı hariç, ama o sayılmaz, çocuktum, üstelik babamın ısrarına rağmen salakça inat edip o leziz bal-kaymağın tadına bakmamıştım.

Deminden beri sözünü ettiğim yazar arkadaşım, yani Selahattin Demirtaş da hiç gitmemiş oralara. Kendi söylüyor vallahi, inanmayan son romanı 'Efsun'u okusun.

“O halde ikinizin de ne işi vardı hiç gitmediğiniz kentlerde?” diye sorulabilir kuşkusuz. Ancak daha da tuhaf olan bu bile değil bana sorarsanız: Efsunlanan herkes gidebilir oralara. O kolay. Deneyin, göreceksiniz. Romanlar bu işe yararlar zaten: Okurun düş gücüyle yazarınkini belki de daha önce hiç gitmedikleri mekanlarda, hiç duymadıkları hikayelerde buluşturur, değişik kişilerle tanıştırır, farklı düşüncelere sevk ederler…

Sorun şu ki, Selahattin Demirtaş’ı hiçbir yerde göremiyor olmam beklenirdi. O şu sıralar ne de olsa ve hâlâ, zaten beş yıldır emir komutayla atıldığı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına rağmen alıkonulduğu Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde değil miydi? Ama her seferinde orada burada karşıma çıkan bal gibi de oydu!

Efsun, Selahattin Demirtaş, 244 syf., Dipnot Kitap, 2021.

Belli ki firar etmiş! Atlamış motosikletine ya da refakatçısının köhne Mersedesine, binmiş uçağa, dolmuşa ya da taksiye, eşiyle ve kızlarıyla birlikte o kent senin bu kent benim, gezmiş gönlünce! Firari yazarın düş gücü böyle bir şey olsa gerek…

Eh, hayat böyledir: İnsanların bedenlerini hapiste tutabilirsiniz ama zihinlerine, düşüncelerine, düş güçlerine pranga vurmak ne mümkün! Ne demiş şair? “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!”

Devlet aklı ise böyle kıttır işte: Bürokratik! Bağnaz… Yaratıcılıktan ve düş gücünden tamamen yoksun! Çözemediği her sorunu dönüp dolaşıp aynı yöntemle bastırmaya çalışır: İnsanlara hakaret eder, şiddet uygular, hapse atar ve bu yöntemlerle her seferinde kalın kafasını duvara vurduğu halde her seferinde farklı bir sonuç elde edebileceğini umar, yine dener.

Örneğin iktidardakilere kalsa onu hiç bırakmayacaklar. Oysa onun zihni çoktan firari, farkında değiller! Neyse ki zaten onlar iktidarda daha fazla kalamayacakları için Demirtaş yakında tümüyle, cismiyle de çıkacaktır hapisten. Bu sadece iyimser bir temenni ya da hukukun asgari gereği değil. Gerçekçi bir siyasi analizden çıkan sonuç da bu.

O zaten içerdeyken bile bu süreci hızlandırmaya katkı sunmaya devam ediyor. Dört duvar arasından ettiği tek bir söz dahi, iktidardakilerin dört bir taraftan kuşattıkları medyada megafonla höykürdüklerinden çok daha fazla ses getiriyor: İnandırıcılık farkı olsa gerek…

Son romanı 'Efsun'da anlatılan hikâyeyi alın örneğin: Kötücül baba Kenan’ın, iyicil dede Feyzi’nin yardımıyla kendisini tanımayan oğlu Caner’le, Kenan’ın eski nişanlısı Mercan’ın kızı Efsun’u gizlice birbirlerine aşık etme çabalarından size başka yerde söz edilse, “hadi canım, bu kadarı da olmaz” derdiniz belki. Gel gör ki hikâyeyi tasarlayan o olunca, o şekilde kurgulayıp anlatınca, roman boyunca tek tek kişileri konuşturup farklı kişiliklerini okurun gözünüzün önünde canlandırınca, okuru pekâlâ çekiveriyor öykünün içine, tüm karmaşıklığına rağmen inandırıyor gerçekliğine. Dürüst siyasetçi gibi, becerikli yazar da inandırıcı olabiliyor.

Öyküye kendinizi kaptırsanız bile, kitabın sayfalarında yazarın izini ararken buluyorsunuz kendinizi. Okur zaten sıklıkla yazarla roman karakterlerinden birini özdeşleştirir kafasında. Örneğin merak eder, romanda, “kendi dinini, kimliğini, çıkarlarını herkesle eşit kabul etme düşüncesi bile birçok insanı tedirgin etmeye, öfkelendirmeye yetiyor aslında. (…) Din sadece ‘din’ değil çünkü, kimlik de sadece ‘kimlik’ değil. Her biri gücü, otoriteyi, iktidarı sembolize ediyor. Her şey tam bir aldatmaca yani. Barış dediğimiz şey insanların kavuşmak için çırpınıp bir türlü ulaşamadığı, hasretlik çekilen sevgili değil ki. İnsanlar gerçekte barışı istemediği için barış yoktur. Dediğim gibi, eşitlik birçokları için ürkütücüdür, bu nedenle ‘barış’ kadar insanların tüylerini diken diken eden çok az kavram vardır aslında” diye yakınan kişi, romanın genç motorkuryesi Caner’i miydi gerçekten, yoksa yıllardır bu ülkeye barış getirmek için adeta yırtınan deneyimli parti yöneticisi Demirtaş mı?

Ya da spekülasyon yapar: “Götürdükleri yerde üstümü başımı didik didik arayıp penceresiz bir hücreye tıktılar. (…) Hücrede beton bir yatağın üzerine atılmış pis bir battaniyeden başka bir şey yok. Dört adımlık mekânda, soluk sarı ışığın altında dönüp durdum. Aklımdan neler geçmedi ki! (…) Ne bir ses var ne gelen giden. Bir an ömrümün sonuna kadar bu sefil hücrede kalacağımı, burada çürüyüp gideceğimi düşündüm. (…) Anılarımı yazmaya başlasam mı? Göreceğim işkenceleri ve geçireceğim zor yılları mutlaka kitaplaştırmalıyım. Gelecek nesiller neler yaşadığımı ve nasıl direndiğimi mutlaka bilmeli. Ah şu hapislik! Nice yiğitler bu dört duvarı direnişin kalesine dönüştürmedi mi? Beni asla teslim alamayacaksınız ulan!” diye meydan okuyan tutsak, sadece romanın Caner’i midir?

Oysa yazar belki de aynı anda tüm karakterlerinin bir tarafında gizlenmektedir. Örneğin kötücül roman kahramanı Kenan Kaya, “bu defa okumaya karar verdim; aylarca, yıllarca sadece okudum; ne bulduysam, bütün ev kitapla, dergiyle tıka basa doluncaya dek okudum. Sonra yazmaya başladım, saçma sapan şeyler yazdım yırttım, yazdım yırttım. Binlerce, on binlerce sayfa yazıp yırttım…” diye yaşadıklarını anlatırken, hapiste edebiyatla bütünleşen, edebiyatla soluk alabilen yazarın yaşadıklarına da tercüman olmuyor mu dersiniz?

Bilemeyiz asla. Her okur, okuduğu her kitabı kendine göre algılar, değerlendirir, yorumlar. Okurun gerçeği başkadır, yazarınki ve hatta yazdığı metnin gerçeği başkadır…

Örneğin yazar, “her şeye rağmen insan doğasına ilişkin iyimser olmayı” kimden öğrenmiştir? “Başına bir hal geldiğinde kendini dünyanın en şanssız, en dertli insanı zannedersin. E, böyle düşünürsen haliyle yıkılırsın, umudun tükenir. Cümle âlem sana karşı birleşmiş sanırsın, kolun kanadın kırılır. Oysa öyle değil vallahi, etrafına düzgünce bir baksan görürsün: aslında hemen herkes biraz senin gibidir. Herkesin bir yarası, bir hikayesi vardır, canım benim” diyen romanın bilge köylüsü Kibar Hanımdan mı, yoksa romanını ithaf ettiği neneleri ve dedelerinden mi… Kim bilebilir? Ola ki okuduğu kitaplardandır…

Kumaşı da böyle olabilir gerçi. Ne demiş Kibar Hanım? “Dünya saf kötülükten ibaret değil ki, iyiler de vardır, hatta herkesin içinde o iyilikten az da olsa mutlaka vardır. Düşmüş insan, yaralı insan herkesin içindeki o minicik iyiliğe tutunmayı bilmeli. Yoksa kötülüğün insanı girdap gibi içine çeken, intikam duygularıyla yüklü cazibesine kapılıp gidersin maazallah. Bu belki biraz tercihle, o anda göstereceğin iradeyle, belki biraz da kendi kumaşınla ilgilidir.”

Bu düşünceler, bizleri her gün (Efsun’un annesi Mercan Hanımının pek sevdiği) W. Turner’in Kar Fırtınası tablosunun içinde yaşatan siyasi cehennemimize farklı bir dil ve “iyicillik” soluğu getiren Selahattin Demirtaş’ın felsefesini de yansıtmıyor mu?

Sonuçta beş yıl hapis. Dile kolay! Hem de kadın katillerini ya da katliam sanıklarını bazen beş günde salıveren bir devletin beş dikenli bir hapishanesinde… Pandemi önlemleri bahanesiyle aylar boyunca eşini ve kızlarını dahi göremeden dört duvar arasında yaşamak…

“Ben o anda iyilere, iyiliğe tutunarak ayakta kaldım” diye eklemiş roman kahramanı Kibar. Öyle ya: İyiliğe tutunmadan bu koşullarda nasıl ayakta kalınır ki? Mutlak kötülüğün karşısına başka türlü nasıl dikilebilir ki insan?

Hapisten çıktığında değerli yazar dostumla buluşup edebiyat konuşabilmek isterdim: Kitaplarından daha ayrıntılı olarak söz etmek… Dil meselelerine el atmak… Siyaset dışında da -hatta özellikle siyaset dışında- onunla konuşacak, konuşulabilecek çok şey var eminim: En ufak zorluk karşısında yılgınlığa kapılanlara, karamsar söylemlerle gargara yapmayı sevenlere baktığımda, hepimizin ondan öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyorum.

Kendi payıma, verimlilik dersleri almaya hazırım: O beş yılda hem de hapiste tam dört kitap yazdı! Ben aynı sürede dışarıda o kadar üretken olamadım ne yazık ki… Ama doğruya doğru, onun da dediği gibi, dışarıda o kadar özgür değiliz ne de olsa…

Gerçi sakın yanlış anlaşılmasın, içeride yazmak daha kolaydır demek istemiyorum. Haşa. Öyle bir imada bulunsam, maazallah Kibar Hanım romanın sayfalarından fırlayarak: “Çok özeniyorsan gel kodeste misafir edelim seni birkaç gün, bak bakalım yazabiliyor musun, canım benim!” diye ağzımın payını veriverir… Neme lazım!

Benim demek istediğim bambaşka... Selahattin Demirtaş hapisten çıktığı an, edebiyat ister istemez ikinci plana düşecek. Başka görevler ağır basacak. Siyasi bir lider olmak kolay iş değil, ağır bir sorumluluktur ne de olsa. Ona sadece partisinin değil, ülkesinin de ihtiyacı var kuşkusuz. Bu ülkenin geleceğinde önemli bir rol oynamak var onun kaderinde. Büyük olasılıkla hapisten çıkar çıkmaz, daha eşiyle, çocuklarıyla, dostlarıyla doyasıya hasret gideremeden, tümüyle keskin ve gergin bir siyasi mücadelenin ortasında bulacak kendini…

İyi de… Bu durumda edebi çalışmalarına ne olacak?

Leon Troçki’nin yaşam öyküsünü kaleme alan Isaac Deutscher, incelemesinin bir yerinde Troçki’nin edebi yazılarına da değinir, üslubunun gücünden söz eder. Hatta yaşamının son yıllarında siyasetle uğraşmaya devam ederek ve Dördüncü Enternasyonal’i kurmak için onca zaman harcayarak aslında bu yeteneğe yazık ettiğini belirtir. “Keşke edebiyatı seçseydi” der.

Gelgelelim, Troçki böyle bir tercih yapmak isteseydi bile yapabilir miydi? Tarih, toplumsal olaylar, sınıf mücadelesi, yaklaşan savaş, partisi, yoldaşları, düşmanları ona bu fırsatı verirler miydi? Ya da kendi vicdanı, siyasi inançları, sorumluluk anlayışı buna izin verir miydi?

İleride Selahattin Demirtaş’ın yaşam öyküsünü kaleme alacak olanlar da eminim Deutscher’inkine benzer bir ikilemde kalacaklardır. Bana sorarsanız, yazıya ve yazına bu kadar düşkün, düş gücü bu kadar taşkın, dili de yatkın bir aydının tüm zamanını ve enerjisini siyasi mücadeleye ayırmak zorunda kalması üzücüdür açıkçası. Demokrasiyle asla barışamamış bir devletin boyunduruğu altında olduğumuzun göstergesidir bu. Çaresizlik. Bir tür kötü kader.

Biriken siyasi sorunları el birliğiyle ve hızlıca çözmek… Memleketi en kısa sürede düzlüğe çıkarmak… Barışı, demokrasiyi bir an önce tesis etmek… İvedilikle eşitsizliklere son vermek… Böylece yazar dostumun zorunlu olarak üstlendiği siyasi görev ve sorumlulukları hafifletmek ve bu sayede edebiyata vakit ayırmasını sağlamak, belki bu tatsız duruma bir çözüm getirebilir.

Çok mu iyimser, hatta safdil bir bakış oldu bu? Bizim ömrümüz bunları göremeye yetecek mi? Bilemedim. Daha doğrusu, faşizm illetinin kolay defedilemeyeceğini… Kapitalizm pandemisiyle de kolay baş edilemeyeceğini biliyorum kuşkusuz. Saçlarımızı değirmende ağartmadık ne de olsa! Ama kim bilir? Belki hepimiz birlikte el atsak… Omuz versek… Düş gücümüzü ve iyimserliğimizi devreye soksak… Olamaz mı yani?

Biraz da Efsun gerek ola ki…