Fırat Yücel: Dijital platformların belgesele destek olacağını zannetmiyorum
Altyazı Fasikül’ün editörlüğünü yapan Fırat Yücel'le belgesel sinemayı konuştuk. Yücel, "Dijital platformların belgesele destek olacağını hiç zannetmiyorum. Destekleseler de, tıpkı yurt dışında yaptıkları gibi kendi estetik yönelimlerini dayatan, kendi belirledikleri ideolojik sınırlar içinde dolanan projelere destek olacaklardır; yani sipariş üzerinden ilerleyecektir süreç" dedi.
DUVAR - 2001’den beri, üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Altyazı Sinema Dergisi’nde editör olarak çalışan Fırat Yücel, sinema yazarlığı ve film eleştirmenliği alanlarında üretim yapar. Sinema tarihi, karşı sinema ve kurgu yöntemleri üzerine seminerler veren ve 2015’ten bu yana, işin pratik tarafında da üretim yapmaya başlayan Yücel, belgesel kurgular, yönetmenlik yapar ve kolektif belgesel projelerinde yer alır. Bir yandan da Altyazı’nın özgür sinema gündemine odaklanan yayını Altyazı Fasikül’ün editörlüğünü yapan Yücel ile bir araya geldik ve belgesel sinema anlayışını, teori ve pratik arasındaki ilişkiyi ve önümüzdeki günlerdeki programını konuştuk.
Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?
Esasında belgesel ya da kurmaca, ne yaparsanız yapın gerçekliğe bir şekil vermiş oluyorsunuz. Belgeselin gerçeklikle olan ilişkisi kurmacadan çok uzak değil. İkisinin de hammaddesi gerçeklik, sadece belgeselde çoğunlukla oyunculuk söz konusu olmuyor, set kurulmuyor. Belgeselde dahil olduğunuz hayatlara yönelik etik-politik sorumluluğunuz daha büyük, yaşanmakta olanı kaydederkenki sorumluluğunuz da. Ama birçok belgeselde performatif bir taraf olduğunu ve canlandırmaya başvurulduğunu da not düşmeli. Bana şahsen belgeselin gerçeklikle olan bağı kısıtlayıcı gelmiyor; tam aksine hayal gücünü tetikleyen bir tarafı var: Sahada yapılmış çekimler, söyleşiler, fotoğraflar, arşiv görüntüleri, buluntu görüntüler, sesler… Belgeselin hammaddesi çok daha geniş, dolayısıyla hayal gücü alanı da daha geniş; bütün bu malzemeler kurmacada da kullanılabilir tabii ki, ama maalesef kurmaca bu kadar özgür bir alan değil; hayal gücünüze ayak bağı olan pek çok beklenti var, karakter, gelişme, drama vs. Belgesel, kurmacaya göre daha ucuz, daha erişilebilir ve kısmen daha demokratik bir üretim alanı. Bu yüzden kurmaca bir proje hayal etmeye başladığımda, “parayı nereden bulacağız”, “şu sahne nasıl tasarlanır ki”, “bunca insan niye bu kadar pahalı bir hayale ortak olsun, bunun ne gibi bir politik önceliği, özelliği var” gibi piyasaya tabi pek çok soru kafama üşüşürken ve tereddüt yaratırken, belgeselde tüm bu sorular kısmen daha ‘çözülebilir’ görünebiliyor. Ayrıca kurmaca, sınırları az çok belli bir iş bölümüne dayanıyor, herkes sürecin belli bir parçasıyla ilgileniyor. Oysa belgeselin hangi tarafında çalışırsanız çalışın, sürecin bütünüyle olan bağınız çok kuvvetli olmak durumda; dolayısıyla yabancılaşma unsuru daha az ve bu kolektif üretim hali de hayal gücünü besliyor.
Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?
Festivalden festivale çok değişiyor. “Büyük” belediye festivallerinde böyle hissettiğim oldu çünkü tüm spot ışıkları kurmacaların üzerine çeken ve belgesellerin tanıtımıyla, seyircisiyle vs. ilgilenmeyen festivaller bunlar çoğunlukla. Seyirci katılımı az oluyor haliyle, sonra da “napalım, belgesellere ilgi yok” diyerek üzerlerinden sorumluluğu atıyorlar. Oysa yine kurmaca yarışması olan başka festivallerde, birkaç gösterim yapmamıza rağmen salonlar doldu. Ya da Documentarist gibi belgesel odaklı festivallerde de Türkiye yapımı filmlerin gösterimleri çok yoğun geçiyor, hem katılım anlamında hem de sorulan sorular ve tartışma ortamı anlamında. Demek ki mümkün. Ben şahsen sorunun, belgesele üvey evlat gibi bakılmasıyla ilişkili olduğunu da düşünmüyorum. Sorun bu ana akım festivallerin her hücresine sinmiş olan politik baskı ve bu baskının içselleştirilmesiyle festivallere hâkim olan otosansür. İstense bu filmler seyircisini bulur, tartışma ortamı da yaratılır, ama istenmiyor. “Aman bir sorunla karşılaşmayalım”ın ötesinde bir bakışları yok bu festivallerin, göstermelik yapıyorlar belgesel gösterimlerini. Bu “üvey evlat” muamelesi değil, daha beteri, “kötü evlat” muamelesi. Yani depolitizasyonun en zarar verici hali.
Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?
68’de Arjantinli devrimci sinemacıların ortaya koyduğu Üçüncü Sinema tahayyülünün, bugün güç bela da olsa belgesel sinemada yaşadığını düşünüyorum. Bu tahayyül neoliberal piyasa baskısı nedeniyle büyük oranda kurmacadan ihraç edilirken, belgesel sinemada hâlâ, çekimiyle ve gösterimiyle filmleri bir eylemlilik alanı olarak gören bakışın yer yer etkin olduğunu söyleyebiliriz. Ben de belgeselle, böylesi bir çalışma pratiği ile tanıştım: İlk belgesel kurgusu pratiğim, Emek Bizim İstanbul Bizim olarak ürettiğimiz Özgürleşen Seyirci filmi. Sokakta eylemleri çeken herkesin kameraman olduğu, sesleriyle, imajlarıyla parçası olduğu bir film bu. Gösterimlerini birer eylem olarak gördük, kapanma tehdidi altındaki kültürel alanlardaki mücadelelerle ortaklaşarak gerçekleştirdik. Dolayısıyla 68’in yeni dalga pratikleri ve Üçüncü Sinema manifestosundan az biraz bugüne uzanan bir ekolden bahsedebilirsek eğer, kendi pratiğimi oralarda bir yerde düşünmek isterim. Ortak üretim içinde bulunduğum insanlar da bu tahayyüle daha yakın hisseden kişiler. Her zaman sadık kalamasak da yön verici olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, bugün buluntu görüntü ile üretilen belgeselleri de politik açıdan çok ilham verici buluyorum. Yaptığımız filmlerde de en fazla bu belgesel ve videolardan feyz aldığımızı söyleyebilirim.
'DİJİTAL PLATFORMLARIN BELGESEL ESTETİĞİNE DAİR OLUŞTURDUĞU KURUMSAL NORMLAR SOSYAL MEDYADAKİ 'KAOS'TAN DAHA TEHLİKELİ'
Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belgesele bilgi taşıma aracından çok, bilgi ve gerçekliği inşa eden araçlardan biri olarak bakmak daha doğru. Sömürgeleştirilmiş ülkelerde çekilmiş, sömürgecilik tarihinden bahsetmeyen sayısız belgesel var. Bunların herhangi bir bilgi taşıdığını söyleyebilir miyiz? Hayır, daha çok gerçekliği egemen sınıfın gözünden kuran bir yapıya sahipler. Youtube içeriklerinin belgesel addedilmesi konusundaki endişe, bence daha çok, “gerçeklik” üzerindeki tekelin kaybolması duygusuyla üretilen bir endişe. Bugün sosyal medyada herhangi bir sıfatı olmayan kişilerin, çoğu kez de anonim hesapların ürettiği videolardaki, meme’lerdeki vs. maddi yanlışlar, bilgiyi kontrol edenlerin sistematik yalanlarından ve sansür aygıtlarından daha mı tehlikeli? Bence değil. Sosyal medya sadece komplo teorilerinden oluşmuyor nihayetinde. Belgesel deyince ise, beyaz, erkek, kapitalist, sömürgeci bakışın başka coğrafyalara dair bir üstünlük duygusuyla ürettiği gerçeklik dayatmalarından, yakıştırmalardan bahsediyoruz. Uzun yıllar boyunca, sömürgecilik karşıtı hareketlere ve ikinci dalga feminizme kadar belgesel sinemada baskın olan dil bu. Ben kendi adıma, sosyal medyada üretilen, özellikle de politik saptırma gücü olan işlerden büyük ilham alıyorum. Birçok belgeselin de bu alanda üretilen fikirlerden beslendiğini gözlemliyorum. Sosyal medya ile ilgili dert, herkesin cep telefonuyla çekim yapması falan değil; şirketlerin kullanıcı bilgilerini edinerek tüketim alışkanlıklarını şekillendirmeleri ve devletlerin propaganda orduları kurarak bu alanları zapt etmeleri. Yoksa, sosyal medya, örgütlenme, tabuların yıkılması ve tarihin yeniden yazımı süreçlerinde toplumsal muhalefet hareketlerinin elindeki önemli bir araç. Belgesel sinema da buradan endişeler üreteceğine (iktidarlar yeterince üretiyor nihayetinde), bu sürecin parçası olmalı. Bana kalırsa, dijital platformların belgesel estetiğine dair oluşturduğu kurumsal normlar sosyal medyadaki “kaos”tan daha tehlikeli.
Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin son 10 küsur yılına bakalım. Çayan Demirel’in 5 Nolu Cezaevi filmi, 2009’da Altın Portakal’da En İyi Belgesel ödülüne layık görülen iki filmden biriydi. Bugün Demirel, yüzde 99 sürekli engelli raporu olmasına rağmen 4 buçuk yıl hapis cezası aldı, barış süreci devam ederken çektiği Bakur belgeseli gerekçe gösterilerek. Bugün belediye değişmesine rağmen Demirel’in filmlerinin Altın Portakal’da gösterilmesi düşünülemez, çünkü sansür devam ediyor esasında. 2010’da En İyi İlk Belgesel Altın Portakal’ını Reyan Tuvi almıştı, 4 yıl sonra aynı festivalde Gezi Direnişi’yle ilgili çektiği belgesel nedeniyle bin bir türlü baskının nesnesi haline geldi. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’e uygulanan sansürün ardından onlarca belgeselin gösterimi engellendi. Bunun kurmacada bu yoğunlukta olmamasının sebebi, kurmacanın bu mevzulardan, yani bugün siyasi iktidarın sakıncalı addettiği Türk-Kürt meselesi, LGBTİ+ hakları ve toplumsal muhalefet mevzularından büyük oranda uzak durması. Kurmacada sansür, proje destek süreçlerinde çoktan tamamlanmış ve üstü kapatılmış oluyor ya da Zer örneğinde olduğu gibi belli sahnelerin kesilmesi suretiyle gerçekleştiriliyor. Oysa belgesel, bakanlık desteklerine daha az tabi olduğu, daha düşük bütçelerle gerçekleştirilebilir olduğu ve belgesi alınmış, sınırlandırılması vs. yapılmış ticari gösterimlerdense yerel ağlardaki gösterimlerle seyirciyle buluştuğu için iktidar aygıtları tarafından kontrol edilmesi daha zor bir alan. Bir uzun metraj kurmaca, salonlarda gösterilene kadar sayısız otosansür ve sansürden geçmiş oluyor, oysa belgeselde durum çok daha karışık. Yani belgeselin ideolojik açıdan güçlü ve tehdit edici olması, belgeselin gerçeklikle olan doğrudan ilişkisiyle ilgili değil; üretim, dağıtım ve gösterim süreçlerindeki hegemonik uygulamaların dışında bir varlık alanının olmasıyla ilgili. Kurmaca da böyle bir varlık alanına, üretim imkanına sahip olsaydı, şu ana kadar Gezi Direnişi’ne değinen en az 10 kurmaca çekilmiş olurdu. Belki yüzlerce Gezi kurmacası hayal edildi de hayata geçirilemedi. Ama saydığım nedenlerden dolayı genelde kurmaca ideolojik anlamda geriden geliyor; siyasi konjonktür ve yasalara daha tabi bir seyir izliyor.
'ÖZGÜRLEŞTİRİCİ OLAN ÜRETİMLERİ GÖRMEK İÇİN TAM DA SERMAYENİN DESTEK OLMADIĞI YERLERE BAKMAK LAZIM'
Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?
Dijital platformların belgesele destek olacağını hiç zannetmiyorum. Destekleseler de, tıpkı yurt dışında yaptıkları gibi kendi estetik yönelimlerini dayatan, kendi belirledikleri ideolojik sınırlar içinde dolanan projelere destek olacaklardır; yani sipariş üzerinden ilerleyecektir süreç. Bugün Türkiye’de belgesel üretenler için ancak geçim kaynağı anlamında bir katkısı olabilir bunun. Belgeselciler yan iş olarak bu tür projelerde yer alabilir ama diğer yandan da dijital platformların hiç de hoşuna gitmeyecek belgeseller üretmeye de devam ederler diye düşünüyorum. Sermayenin siyasi iktidarla kültürel anlamda çatışmasını ileri noktalara taşıması tarihte görülmüş şey değil. Zaten bugüne kadar, RTÜK’ün yetki alanında dahi olmayan müdahalelerine verdikleri (ya da vermedikleri diyelim) tepkilerden de belli. Özgürleştirici olan üretimleri görmek için tam da sermayenin destek olmadığı yerlere bakmak lazım.
Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Bir uzun metraj belgeselin kurgu sürecindeyiz, şimdilik Kürtçe dili ve “ev” kavramı üzerine bir belgesel olacağını söylemekle yetineyim. Pandemi nedeniyle bu süreçte çok az çekim yapabildik. Ama çevrimiçi alanda da “çekim” yapılabileceğinin farkına varmış olduk. Bunun pandemi sonrası üretim biçimlerini de etkileyeceğini düşünüyorum. “Masa başı” diyerek hafife aldığımız yöntemler hiç beklenmedik yollara çıkabiliyor.