YAZARLAR

Fırtına yaklaşırken iktidarı ve muhalefetiyle yönetenlerin çaresizliği

Siyasal ve devrimci dille konuşursak fırtınanın adı devrimci durumdur. Durumu gerçekten devrimcileştirmek için ise dağınık bir “yığın” gibi duran büyük toplumsal muhalefet potansiyelini, örgütlü bir toplumsal kuvvete dönüştürmek gerekiyor.

1 Ekim’de Bahçeli DEM partililerle tokalaştı; 22 Ekim’de Öcalan’ı meclise davet etti; 23 Ekim’de Ankara’da TUSAŞ’a silahlı bombalı saldırı gerçekleşti; 28 Ekim’de Erdoğan Irak ve Suriye’nin kuzeyinde “terör örgütüne ait 470’in üzerinde nokta”nın hedef alındığını 213 “teröristin” etkisiz hale getirildiğini açıkladı; 29 Ekim’de Bahçeli "Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Kürt sorunu yoktur” klişesini tekrarladı. 30 Ekim’de Esenyurt’un CHP’li belediye başkanı Ahmet Özer PKK üyeliği iddiasıyla tutuklandı. Yerine kayyım atandı. Aynı gün Erdoğan, Bahçeli’ye tam desteğini açıkladı.

Ve daha dün, 4 Kasım’da DEM Parti yönetimindeki Mardin Büyükşehir Belediyesi'ne, Batman Belediyesi’ne ve Şanlıurfa'nın Halfeti belediyelerine kayyım atandı.

Sözlerin ve olayların bu dizilişi durumu, karanlık labirentlerde ne olup bittiği üzerine akıl yürüten, papatya falı açan ayrıntılı çözümlemelerden daha iyi açıklıyor.

Türkiye toplumu 40 yıldır süren savaştan yorgun.

Kürtlerin bu topraklarda siyasal örgütlenme dahil, kolektif haklara sahip eşit yurttaşlar olarak barış içinde yaşama istekleri hakiki, haklı, meşru ve teorik olarak bu düzen içinde de karşılanabilecek taleplerdir. Gönüllü birliğin önkoşulu bu hakların amasız fakatsız tanınmasıdır.

Büyük ve tarihsel derinliği olan sorunların çözümü büyük ve cesur siyasetler, bu siyasetleri güdecek önderlik formasyonu, uluslararası gelişmeleri önceden görme yeteneği, zamanlama ustalığı ister. Tarihsel zamanda fırsatlar kalıcı değildir.

Başta Erdoğan ve Bahçeli'de, Türkiye’yi yönetenlerde bu formasyon yoktur.

Bölünme paranoyasının güttüğü inkârcı, asimilasyoncu devlet siyasetiyle, son 30-40 yılın kaotik küresel ve bölgesel koşullarının örtüştüğü konjonktürde Kürt sorunu Türkiye’nin inisiyatifi ile çözülecek bir sorun olmaktan çıkmış, devletler arası ilişkiler, yeniden paylaşım savaşları düzlemine taşınmıştır.

Türkiye’de ve bölgede yaşanan son gelişmeleri anlamanın anahtarı kanımca buradadır.

Kürt sorununun merkezi Suriye’ye, Rojava’ya kaymıştır.

*

ABD, Çin’le pasifikte hesaplaşmadan önce Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmak istiyor. Son bir yılda bölgeye büyük bir askeri yığınak yaptı; yapıyor. Daha birkaç gün önce, ABD seçimlerine sayılı günlerin kaldığı, “Trump seçilirse ABD bölgeden çekilir” seslerinin yükseldiği bir zamanda nükleer başlıklı füzeler dahil silah ve asker sevkiyatını yoğunlaştırdı.

Suriye’deki devletsi Kürt oluşumunun ABD’nin Ortadoğu’da yeni düzen kuruculuğunun önemli öğesi olduğu açık.

ABD’nin artık önemli ölçüde netleştiğini söyleyebileceğimiz yönelişleri bölgedeki tüm devletleri, siyasal aktörleri yeniden tutum almaya zorluyor.

Özetin özeti olarak kaydedelim: Erdoğan Türkiye’sinin, ABD, Rusya, İsrail, İran, Mısır, Suriye, Irak hatta Azerbaycan ile ilişkilerini bugüne dek olduğu gibi sürdürme, durumları idare etme olanağı kalmamıştır. Manevra alanları ve zaman daralmaktadır.

Bahçeli’nin çıkışı, söylendiği gibi yaklaşan İsrail tehlikesine karşı iç cepheyi sağlamlaştırmayı değil, Türkiye’nin ABD yönelişlerine uyumu hedefliyor. Öcalan’la ve muhtemelen Kandil’le müzakerelerin, Türkiye’nin Rojava’daki devletleşmeyi kabulü ve belki tanıması karşılığında Türkiye’de “iç barış” vaadi ile yürütüldüğü anlaşılıyor. Cumhur İttifakı’nın PKK’nın silah bırakması karşılığında iç barış için ne yapacağı, hangi adımları atacağı konusunda ise, doğruluğu çok kuşkulu söylentiler dışında hiçbir bilgiye sahip değiliz. İzleyip göreceğiz.  

*

Konunun Türkiye’nin iç siyasetindeki izdüşümüne gelince.

Erdoğan-Bahçeli ikilisinin önderlik ettiği iktidar bloku tüm cephelerde tükeniş ve çaresizlik içindedir. Ekonomik durum kötü. Para bulunamıyor. Enflasyon düşürülemiyor. Asgari ücrette, emekli maaşlarında seçim dönemlerinde yapıldığı türden iyileştirmeler yapacak durumda değiller. Hoşnutsuzluk, iktidara güvensizlik büyüyor. Toplumsal destekleri zayıflıyor. Erken ya da normal zamanda yapılacak bir seçimi kazanma şansları ciddi biçimde azalmıştır.

Ellerindeki tüm olanakları seferber ederek yeni bir oyun kurmayı deniyorlar. Kürtlerin en azından bir bölümünü kazanmak ya da tarafsızlaştırmak yeni oyunun anahtarı gibi görünüyor. Deneyimli Kürt siyasal hareketinin, politize Kürt halkının kendi iradesini hiçe sayan herhangi bir oyunun piyonu olacağını düşünmek gerçekçi değil. Öte yandan, taşların yerinden oynadığı, kılıçların çekildiği, büyük güçlerin pozisyon aldığı koşullar öngörüde bulunmayı zorlaştırıyor.

Oyun yeni olsa da taktikler eski: Seçmeli hedeflere şiddet uygulamak, birine saldırırken ötekini yanına çekmek, en azından tarafsızlaştırmak; bölerek yönetmek! Ergenekon ve KCK operasyonları döneminde yapılan tam da bu değil miydi? Şimdi de, bir yandan yumuşama/barış çağrıları yaparken, ellerindeki tüm olanaklarla, yargı sopasını, polis ve ordu gücünü kullanarak aynı anda hem Kürt siyasal hareketine hem CHP’ye saldırıyorlar. Saldırının ikili amacı olduğu anlaşılıyor: Bir yandan, CHP’yi ve Kürt siyasal hareketini içlerinde var olan çatlak ve çelişkileri kanırtarak bölmek, daha önemlisi, bu iki hareketin düzen karşıtı siyasal akımlarla da bir araya gelerek birleşik bir muhalefet bloku oluşturmalarını engellemek istiyorlar. Öte yandan ve tersinden, CHP ve DEM Parti’nin kayyım uygulamalarına karşı olası eylem birliklerini 2023’de olduğu gibi, “CHP ile teröristler el ele” propagandasına malzeme yapmaya hazırlanıyorlar.    

Kısaca özetlemeye çalıştığımız koşullarda Cumhur İttifakı’nın Türkiye’yi şiddet araç ve yöntemlerine başvurmadan yönetmesi mümkün görünmüyor. Ne yazık ki, bu ülkede yaşayanları barışçıl günler beklemiyor.

*

Yalnız yönetenler cephesinde değil, yönetilenler tarafında da, düzen içi ve düzen karşıtı toplumsal muhalefette de tıkanıklık var. Nedenleri yalnız Türkiye’ye özgü değil.

Hangi siyaset, nasıl siyaset soruları günümüzün evrensel sorularıdır. “Büyük anlatıların sonu” postmodernist bir fantezi olmanın ötesinde, yirminci yüzyıla rengini veren devlet siyaset ilişkilerinin  başkalaştığı bir süreci anlatıyor.

Sınırda kapitalizmde devlet ve siyaset geleneksel işlevlerine yabancılaşıyor. Kurulu siyaset düzlemi  toplumsallığını, sahiciliğini, inandırıcılığını yitiriyor.

Bir: 1648’de Westfalya anlaşmasıyla temelleri atılan, Sovyetli dünyadaki güç ilişki ve dengeleriyle belli bir yaptırım gücü kazanan devletlerarası hukuk, savaş hukuku vb. artık geçerli değil. Devletler arası ilişkilerde orman yasaları, fiziksel/silahlı güç belirleyici artık.

İki: Günümüz dünyasında devletler ve yönetenler için siyaset, ahlâki/vicdani duyarlılıklar orada kalsın, toplum bireylerinin hakkını, hukukunu, geçimini, barış içinde yaşamasını, “insan hakları”nı gözeten norm ve kurallarla sürdürülen bir sorumluluk ve etkinlik olmaktan çıkmıştır. Margaret Thatcher’in “toplum yoktur, bireyler vardır” sözü günümüz kapitalizminin yönetim ilkesidir.

Üç: “Bir kişi bir oy”a dayanan kapitalist “demokrasi”, “yurttaş” ve toplumsal birey”in yerine seçmeni koymuş, onu da elindeki ideolojik araçlarla, bilinç endüstrisiyle gerçekte seçeneksiz bırakmıştır. Genel oy hakkının doğuşundaki işlevinden uzaklaşması, devlet yönetiminin seçim ve oy düzenekleri dışında kurumlaşması, siyasal partileri, seçimleri, parlamentoları gerçeklikte ve bireylerin gözünde de değersizleştirmiştir.

Dört: Siyasal partiler de geleneksel işlevlerinden uzaklaşmış durumdalar. Programların, hedeflerin, siyasal kişiliklerin yerini popüler ikonlar, hızla yanıp sönen, hızla eskiyen parlatılmış yıldızlar alıyor. 

*

Türkiye günceline dönelim. AKP “demokratik yeni anayasa”, CHP “Kürt sorununun çözüm adresi meclistir” diyor. “Erken seçim” çağrıları yapılıyor. Muhalefetteki düzen partileri yıllardır hep olduğu gibi, Cumhur İttifakı’nın hukuk ve olağandışı darbelerine karşı “olağan”, yani sandığı gösteriyor.

Tıkanıklık budur!

Cumhuriyet tarihinin bu en gerici meclisi “demokratik anayasa” yapma kapasitesine sahip değildir.

İradesi Bahçeli-Erdoğan ikilisinin sultası altındaki bu meclisi Kürt sorununu, ya da toplumun karşı karşıya olduğu öteki ivedi sorunları “müzakere” edecek, “uzlaşı” ile çözecek bir merci olarak öne çıkarmak, Cumhur İttifakı’ndan kurtuluşu bir dahaki seçime havale etmek, toplumu edilgenliğe ve umutsuzluğa mahkûm eden bir çaresizliktir. 

Fırtınalı bir döneme giriyoruz. Şiddet eken, fırtına estiren iktidardır. Muhalefetteki düzen partileri ise fırtınaya karşı “çare” diye toplumu değil, kendilerini koruyacak derme çatma bir sığınaktan başka bir şey öneremiyorlar.

Siyasal ve devrimci dille konuşursak fırtınanın adı devrimci durumdur. Durumu gerçekten devrimcileştirmek için ise dağınık bir “yığın” gibi duran büyük toplumsal muhalefet potansiyelini, örgütlü bir toplumsal kuvvete dönüştürmek gerekiyor.

Gericilikte; emek, kadın, çocuk, canlı düşmanlığında, kötülükte sınır tanımayan, tümüyle hukuk dışı/olağandışı yöntemlerle yöneten iktidara karşı, başta parlamento olmak üzere kurulu düzenin güvence altına alınmış düzlemlerinin dışından, toplumsal proletaryanın, emekçi halkın içinden bedenleşen farklı bir siyaset, mücadele ve örgütlenme tarzı geliştirmek, hangi siyaset sorusuna yalnız teorik değil, pratik yanıtlar üretmek gerekiyor. 


Haluk Yurtsever Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1973-1976 ve 1980-1992 yılları arasında İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya’da bulundu. 1974’de İngiltere’de TKP üyesi oldu. Bir yıl Moskova’da Lenin okulunda eğitim gördü. İlki 1990’da yayımlanan Sınıf ve Parti (Dönem Yayınevi, Ankara) olmak üzere yayımlanmış 15 kitabı var. 8 ortak kitaba katkı yaptı. Son iki kitabı, Uygarlık Dönemeci 2021’de, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk 2023’de Yordam Kitap’tan yayımlandı. Yurtsever Nisan 2024’de yine Yordam Kitap tarafından yayımlanan 15 yazarlı 100 yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin de yazarları arasında bulunuyor. Tarih, felsefe ve siyaset üzerine çalışıyor, kitap ve makaleler yazıyor. İzmir’de yaşıyor.