YAZARLAR

Forssuz ziyaret ile forslu ziyaretin farkı!

Forstur, koltuktur, oturma düzenidir… Çok da takılmamak lazım bunlara denebilir ama Erdoğan’ın CHP ziyaretinde bu konularda gördüğünüz ‘farklar’ bile çok şeye işaret. “Normalleşme” deniyor sonuçta, forslu protokolün bu kadar önemsenmesi de normaldir deyip takip etmeye devam ediyoruz o zaman!

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan, 28 Mart 2023’te misafir etmişti Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ı. 14 Mayıs seçimlerine gidilen süreçte 'ayrı gayrı' bir yana bırakılmış, seçime birlikte katılma yoluna girilmiş, Erbakan bir hafta önce açıkladığı adaylığını geri çekmişti. Yüzler gülüyordu. “Aynı kökten gelen iki parti Cumhur İttifakı’nda buluştu” havası esiyordu…

Aşağıdaki fotoğraflar o ziyaretten:

Erdoğan’ın oturduğu koltuk, karşısında oturan Erbakan’ınkiyle ve hatta sağında oturan Binali Yıldırım’ınkiyle de aynı. Solundaki Ömer Çelik ve onun karşısında oturan, o gün Yeniden Refah’ın Siyasi İşler Başkanı olan Bayram Sakartepe’nin koltukları farklı. Daha kolay taşınabilecek tipte, belli ki ziyaret için yerleştirilen koltuklar…

‘Fors’ peki? O yok. Ne Erdoğan’ın arkasında, ne de Yeniden Refah Partisi Genel Merkezi’nin girişinde... O zaman bunlar hiç gündem de olmadı, konuşulmadı zaten. Konuşulmuş, anlaşılmış, ‘biz bize sohbet’ ziyareti bu…

***

Forstur, koltuktur, hediyedir, oturma düzenidir…

Evet çok da takılmamak lazım bunlara... Ama Erdoğan’ın CHP ziyaretinde bu konularda dün akşamdan bu yana gördüğünüz ‘farklar’ bile çok şeye işaret. Yayın Koordinatörümüz Erdal Erkasap’ın yorumuyla: “O ziyaret seçimde destek verecek ortağa teşekkür içindi, Cumhurbaşkanı protokolü akla bile gelmemiştir! Ama bu ziyaret, son seçimde yenilen partinin yenen partiye ziyareti o kadarcık fark normal…”

“Normalleşme” deniyor sonuçta, forslu protokolün bunca önemsenmesi de normaldir deyip takip etmeye devam ediyoruz o zaman: Acaba forsla, protokolle yürüyen bu görüşmeler ilerde kimin işine yarayacak?
Sonuçta içeriği tamamen bilinmeyen görüşmenin tanığı devlet başkanlığı forsu...

'İhya edilen' yörenin ölenleri, yaşayanları...

Erzincan İliç’teki Anagold madeninde 13 Şubat’ta yaşanan liç kaymasıyla göçük altında kalan 9 işçinin tamamının bedenleri ancak dördüncü ayda çıkarılabildi. Dört aydır zehirli atık altında aranan işçilerden son olarak çıkarılanların cenazelerinin nerelerde toprağa verildiğini, “kederli ailelerine, yakınlarına, sevdiklerine başsağlığı ve sabrıcemil dileyen” valilik açıklamasından öğreniyoruz:

Fahrettin Keklik ve Şaban Yılmaz İliç’te, Hüseyin Kara ve Abdurrahman Şahin Sivas'ta, Mehmet Kazar Osmaniye’de defnedilmiş. 

Daha önce bulunan işçiler Adnan Keklik, Ramazan Çimen ve Kenan Öz de İliç’te, Uğur Yıldız ise yine Erzincan’ın Otlukbeli ilçesindeki mezarlarına defnedilmişlerdi.

Ölen dokuz işçinin beşi İliç’te, ikisi Erzincan’ın komşusu Sivas’ta, biri Erzincan’ın bir diğer ilçesinde… Sadece bir işçi var madene az daha uzaktan, Osmaniye’den…

***

Zehir yığınından çıkarılıp memleketlerinin topraklarına gömülen işçilerin yakınlarının ızdırabı daha tazeyken Bahadır Özgür’ün haberinden öğrendik ki geriye kalan 575 işçiyi ise başka bir sınav bekliyor. 400 kadarı işten atılacakmış!

Elbette onların da çoğu İliç’ten, Erzincan’dan, komşu illerden gelen işçiler.

Memleketin her karış toprağında yerli yabancı şirketler eliyle ve ‘madencilik’ adı altında yürütülen talanın özeti şöyle çünkü:

“İşsizliği bitirecek, yöreyi ihya edecek” diye açılan ocaklar…

Yerin üstünü öldürme pahasına altından çıkarılıp birilerinin servetine servet katan zenginlik…

Sonra hem insanın hem çevrenin nasıl katledildiğini apaçık şekilde ortaya çıkaran bir ‘kaza’…

Ele güne karşı mecburen iptal edilen ruhsat!

Ve şimdi, yaratılan felaketin ardından ortalıkta görünmeyen şirket -hani bakan bile ‘bu konuya süreci bitirdikten sonra yoğun şekilde bakacaklarını’ söylemişti- şimdi çıkmış, ihya edeceğini söylediği yörenin insanlarını işsizlikle tehdit ediyor!

Soran olursa bu olup bitene ‘madencilik’ dersiniz…

'Dedikodu kazanının basıncı düşsün' diye mi?

Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’nı, “Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı, ömür boyu taşıyacağım en kutsal unvan olacaktır. Ülküdaşlarım haklarını helal etsinler. Bu can bu bedende oldukça Liderim Sayın Devlet Bahçeli’nin ve davamın emrinde olacağım” diyerek bırakmıştı Sinan Ateş.

Bu mesajı atmasından bir buçuk yıl sonra Ankara’nın göbeğinde vurulup öldürüldü. O günden bu yana geçen bir buçuk yılda cinayetin nasıl işlendiğine dair onlarca iddia ortaya atıldı. İddia dedikse belgeli, delilli iddialar…

Ateş’in cenazesine katılmayan, başsağlığı dilemeyen, ailesine bir çift söz etmeyen MHP yönetiminden isimlerin olayla bağlantılı olduğuna dair kanıtlar… Bunlar var var olmasına da cinayete dair hazırlanan iddianamede yok. İddiaları geçtik, isimler bile yok!

Doğal olarak da soruldu, soruluyor: Bu işler nasıl oluyor?

Dün Bahçeli şöyle dedi, “Gerekirse ve yeri gelirse kamuoyunu şeffaf ölçülerde bilgilendirmek suretiyle kaynayan dedikodu kazanının basıncını düşürmek alternatif bir yol olarak değerlendirilmelidir.”

“Canı bedeninde oldukça kendisinin emrinde olacağını” söyleyen, partisine bağlı bir örgütün eski yöneticisinin ölümüne dair bunca zaman sonra ‘şeffaf bilgilendirme’ gerektiği ihtimalinden söz etmesi bile iyidir desek?

Ama işte o gereklilik de ‘dedikodu kazanının basıncı düşsün diye’ imiş…

Ve elbette yine ‘maşalar’, ‘maşaları tutanlar, tutturanlar…’  

Doğru düzgün bilginin, açıklamanın, izahatın olmadığı her yerde…

İhalenin ‘maşalar’a kesilip atıldığı her olayda…

‘Dedikodu kazanı’ kaynamaz mı?