Ermenistan’da bir zamane genci

Duygu Bostancı, Hrant Dink Vakfı aracılığıyla beş aylığına, geleneksel danslardan yola çıkarak, bir çağdaş dans performansı üretmek üzere buraya gelmiş.

Google Haberlere Abone ol

Aykan Sever 

Duygu Bostancı adıyla ilk defa Ermenistan’la ilgili internette bir şeyler ararken rastlaştım. Dikkatimi çeken şey onun Aygestan adını verdiği bloğundaki hoş fotolarının yanı sıra Ermenistan’daki deneyimlerini anlattığı sıcak bulduğum yazılarıydı.

Sonra buraların “muhtarı” olan bir arkadaşın yardımıyla buluştuk. Duygu’ya baştan ısınmıştım, ne de olsa mekteptaştık. Duygu ODTÜ’de endüstriyel tasarım okumuş.

Buralara gelmeden önce Ermenistan hakkında pek bir bilgisi yokmuş. Bazı alışkanlıklarımızın benzediğini, kısmen ortak tarihimiz olduğundan haberdarmış.

Ama buraya geleceği kesinleşince, yeni şeyler öğrenme arayışına girişmiş. Arada, birçok insanın söz aldığı “21. yy’de Ermeni Kimliği'ne Eleştirel Yaklaşımlar” başlıklı İstanbul’da bir sempozyuma katılmış. Başka şeyler de okumuş fakat Türkiye ve Ermeni Hayaleti (LaureMarchand ve Guillaume Perrier-İletişim Yayınları) isimli kitapta Taner Akçam’ın yazdığı ön sözde geçen “Varlığımızı onların yokluğuna borçluyuz” satırı aklında yer etmiş.

BELLEĞİN BOŞLUKLARINI DOLDURMAK

Sonrası Hrant Dink Vakfı aracılığıyla Avrupa Birliği'nin finanse ettiği Ermenistan-Türkiye Normalleşme Süreci Destek Programı kapsamında beş aylığına, geleneksel danslardan yola çıkarak, bir çağdaş dans performansı üretmek üzere buraya gelmiş.

Bazı tesadüfler, Institute of Contemporary Art’ın (ICA) katkıları ve kendi gayretiyle, dansa meraklı ikisi diasporadan diğerleri ise buralı olan gençlerle yan yana gelmiş. Duygu projesinin ilk adımlarını böyle örerken, bu bir araya geliş uyum içinde yaratıcı bir çabaya, doğaçlama katkılarla, insanların beğenip izleyeceği, ortaklaşacağı bir dans gösterisine dönüşmüş.

Sonrasına ben de bir şahit oldum. Video’da sizin de bir kısmını izleyebileceğiniz dans performansını sergilediler.

Ինչ կա-չկա /ne var ne yok /not nation but motion adını verdikleri çalışmayı yüzün üzerinde genç izlemeye gelmişti. Elbette bu insanların ağırlığı Ermenistan ve Türkiye’dendi. Ama başka ülkelerden gençler de vardı. Fransa, Brezilya, Kürdistan’ın farklı parçalarından, Gürcistan’dan gelenler benim tanışabildiklerim arasındaydı.

Dansta Ermenice ve Türkçe ortak/benzer olan sözcüklerin kullanımının, tekrarlanmasının salonda bir tür konsantrasyon yarattığını ve dansçıların bütünleşmesinin aynı zamanda salondaki izleyicilerin de bir araya gelmesini sağladığını görmek mümkündü.

Duygu ve arkadaşlarına daha sonradan gelen tepkiler herkesin beğendiği yönünde. Duygu bir eleştiriye kulak kesildiğini söylüyor, o da “Niye başka dillerde, Lazca, Çerkezce, Kürtçe sözcükler neden yoktu?

Duygu bunun yanıtını şöyle veriyor: Bu proje, bu sözcükler bizim deneyimlerimizden, bizim pratiğimizden çıktığı için ve aramızda başka dil bilen olmadığı için o sözcükler performansta yok, aramızda başka milletten insanlar olsaydı o sözcükler de olacaktı, eğer onları da en başından dahil edersek o zaman o sözcükler de olabilir.

Bu “açığı” belki gelecek ay ODTÜ’deki sergileyecekleri performansta kapatacaklar.

aykan1 .

Duygu yaptığı işin, bir yanını bellekteki boşlukları doldurmak olarak görüyor. O da hepimiz gibi milli tedrisatın tornasından geçmiş. Birçok şeyi bilmediğimizin burada, daha çok bilincine varmış. Temas etmenin önemli olduğu bir biçimde iletişim kurmanın sınırları buharlaştırabileceğine inanıyor. Kendisinin burada bulunması ve uğraşlarının bir anlamı da bu onun için.

Duygu ve arkadaşlarıyla dans gösterisinden bir kaç gün sonra News Channel için yaptığımız röportaj sırasında bir ütopyaları olup olmadığını sordum. Bu konularda pek düşünmemişlerdi ya da bana söyleme gereği duymadılar, belki de onlar için biraz fazla “politik”ti kim bilir? Ama Duygu biraz karamsar olsa da “herkesin iyi şeyler yaparak” dünyanın üzerine çöken kâbuslardan bir biçimde kurtulabileceği düşünüyor, yani umutlu.

Benim “karamsarlık” izlenimimin yanlışlığını da belirten Duygu, daha sonra yazıya kendini anlatan bir not düşüyor: Ben ütopyalara inanmak yerine, aslında bunları hayatımda şu an deneyimleyerek gerçekleştiriyorum. Birden bir devrim olacağı inancı yerine yavaş yavaş dönüşme fikrine yakınım.

Bu dönüşümü de dünyayla, toprakla, insanla, tüketimle olan ilişkilerimizi sorgulayarak, iktidarın sadece tepede değil her yerde olduğunu görerek, aslında her şeyin politik olduğunu anlayarak, bu ilişkileri yeniden farklı şekillerde kurgulayarak yaratabileceğimize inanıyorum.

Ütopya kelime anlamıyla aslında olmayan ideal toplum demek, ben bu ideal toplum hakkında düşünmek ve onun bir gün gerçekleşmesini ummak yerine şu an burada yaratabileceğimiz kadarını yaratmaktan ve dönüştürmekten yanayım.

Aslında bunu daha hayatın içinde, daha gerçekçi, pratikten çıkan bir şey olarak görüyorum. Bir ütopya kurgulamam gerekiyorsa da bu şöyle olurdu: Kendimizin ve toplumun bağımlı değil kendine yeten, kendini sürdürebilen bir halde var olduğu, tüm ilişkilerde herkesin birbirini ve her şeyi gözettiği bir dünya.

aykan2 .

Ve ne olacağını bilmemek ve önümü görememekle birlikte karamsar olduğumu düşünmüyorum aksine çok daha iyimserim ve bu topraklarda yaşayabilirsek güzel dönüşümlerin olacağı inancını taşıyorum.

Duygu şimdilerde, umudunu burada tanıştığı “yarı Ermeni diğer yarısı El Salvadorlu” bir arkadaşıyla, onun köklerinin izini sürecekleri bir film yaparak devam ettirmek istiyor.

Duygu’nun kaldığı ICA’ya ait mütevazı misafir hanedeki sohbetten bir de şu aklımda kalmış. Arkadaşlarından birine ilk kez Duygu ile tanıştığında ne düşündüğünü sormuştum. “O hep benim için Duygu oldu, onu ulusal bir kimlik dahilinde düşünmedim” dedi. Ama önceden milliyetçi tutumları nedeniyle “Türk” olarak adlandırdığı bazı kişileri tanıdığını söyledi.

Onların, onun hafızasında başka bir adı yoktu. Sonra kendisini de şu ya da bu ulusa ait olarak tanımlamayı anlamlı bulmadığını ekledi.

NOT: Duygu ve arkadaşlarının çabaları bana, genç insanların enerji ve umudunun, biraz da destekle pekâlâ sınırları berhava edebileceğini düşündürdü. Fakat kendi deneyim ve gözlemlerimden çıkardığım bir sonuç, bu tarz meseleleri iş edinen kurumların çoğu zaman çalışmanın gerektirdiği profesyonellikten uzak ama “para kazanmayı” merkeze koyan uğraşlarının bir değişim, dönüşüm yaratmak yerine genç hevesleri kıran bir yerde durduğunu da unutturmadı.

. .