Yönetemiyorlar, yönetemeyecekler
Baskıyı ve şiddeti daha da artırarak işin içinden çıkabileceklerini sanıyorlar ama baskı arttıkça kaçınılmaz olarak muhalefet de büyüyecektir. Bu tek kaleli bir maç değildir. Malûm, saldırı-karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. Dikta heveslileri bundan sonra karşılarında daha güçlü bir muhalefet bulacak.
Fikret Başkaya
“İnsan, iyiyle kötüyü birbirine karıştırdığında, Tanrılar ruhunu öylesine feci bir felakete sürüklerler ki, artık felaketin farkına varmak için çok az zamanı kalmıştır.” (Sophocles, Antigone)
Kapitalist toplumda mülk sahibi sınıfların (sermaye sahiplerinin) beş yönetim biçimi vardır: Klasik parlamenter demokrasi, sosyal demokrasi, asker-polis diktatörlüğü, Bonapartizm ve faşizm. 1980 sonrasında neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla sosyal demokrasi gündemden düştü. Şimdilerde klasik parlamenter demokrasi de “bol” gelmeye başladı… Geriye faşizm, Bonapartizm, asker-polis diktatörlüğü, bunların değişik türevleri veya versiyonları kalıyor…
Bunun anlamı mülk sahibi sınıfların baskıcı seçeneklere mecbur olmalarıdır. Artık sistem tıkanmış bulunuyor, her türden sorunlar çığ gibi büyüyor, çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor. Başka türlü söylersek, artık asgari hukuk ve sınırlı demokrasi koşullarında bile yönetebilmeleri mümkün değil. Aldatma ve oyalama yetenekleri hızla aşınıyor… Artık sahte demokrasi oyunu işe yaramıyor. Aslında demokrasi denilenin hiç bir zaman reel bir varlığı olmadı. Zira, kapitalizm ve demokrasi antinomik kavramlardır. Ücretli kölelik rejiminin geçerli olduğu yerde “demokrasi” sirk oyunundan başka bir şey değildir. Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir. Siyasi partiler var, seçimler yapılıyor, işte parlamento var diye bir rejimin demokratik sayılması mümkün değildir. Aslında bunlar demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır… Başka türlü olabilir miydi? Siz bir rejime demokrasi dediniz, anayasaya öyle yazdınız diye demokratik olması mı gerekiyor? Demokrasi bu profesyonel politikacılarla mı gerçekleşecek? Aslında demokrasi denilen oldum-olası sefil bir sirk oyunuydu, kocaman bir yalandı…
Sarayda uzmanlar tarafından bir “anayasa paketi” hazırlandı. 316 AKP milletvekili daha metni görmeden boş kağıda imza attılar ve bu skandal hiç sorun edilmedi. Acaba bu sayın milletvekilleri özel yaşamlarında da boş kağıda imza atıyorlar mıdır? Asgari etik diye bir sorunları, öyle bir kaygıları var mıdır? Uzman neye yarar sanıyorsunuz? Uzman, ağacı gören, ormanı görmeyendir. Bir konuda, dar bir alanda bir şeyler bilir ama realitenin bütününden habersizdir. Ve egemen sınıflar onun uzmanlığını bir iktidar aracına dönüştürür. Her akşam öbek uzmanları o televizyonlarda neden esas duruşa geçiriyorlar sanıyorsunuz? Yalanı büyütsünler diye değil mi? Velhasıl, sömürü düzeninin ‘uzmanı’ neden yücelttiği malûmdur…Sonra o taslak yangından mal kaçırılır gibi bir kısım MHP’linin de desteğiyle kanunlaştı. Tabii el içine çıkarılacak bir metin olmadığı için olabildiğince gözden kaçırmaya çalıştılar. Ettikleri ayıbın farkındaydılar…
Aslında bu ucube kanun değişikliğinin olağanüstü hal koşullarında oylanmasına, referanduma sunulmasına, muhalefetin kategorik olarak itiraz etmesi gerekiyordu. Referandumun meşruiyetini daha baştan sorun etmesi gerekiyordu. Fakat öyle bir şeye hazırlıklı değildi… Kanunlara uymamamın kural olduğu, yargının yerlerde süründüğü koşullarda, AKP iktidarının hile yapma ihtimalinin yüksek olduğu belliydi. Bu güne kadar yaptıkları yapacaklarının deliliydi. Kaldı ki, Türkiye’de olduğu gibi “seçimli” diktatörlüklerde, diktatör kazanma garantisi olmadan bir seçimi, bir referandumu göze alamaz. Kazanacağından, ya da her halükârda hileyle sonucu lehe çevireceğinden emin olduğunda öyle bir şeye tevessül eder. Böyle bir düzenlemeye ihtiyaçları var. Bununla diktacı uygulamaları “hukuka” dayandırdıklarını söyleyecekler, kepazeliği halkın tercihi ve isteği olarak sunacaklar… Dillerinden düşürmedikleri şu “milli irade” safsatası… Netice itibariyle hileyle kazandıklarına göre kaybettiler… Reel olarak kazanan da kaybeden taraf oldu… Baskıyı, şiddeti, terörü yeniden dizayn edip ‘kurumsallaştırarak’ yönetebileceklerini sanıyorlar. Amaçladıkları dinci-faşist rejimi çantada keklik görüyorlar. Lâkin, her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratan, sorunları çığı gibi büyüten, toplumu kutuplaştırmaktan, toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman etmekten medet uman bir iktidar bunu ne kadar sürdürebilir?
Bu vesileyle bir hatırlatma yapmak gerekiyor: İnsanlar bütün bu dayatmaların sadece Tayyip Erdoğan ve ekibinin marifeti olduğunu sanıyor… Oysa, dikta rejiminden medet uman sadece Erdoğan ve ekibi değil. Yapılanlar ve yapılmak istenenler asıl komprador mülk sahibi sınıfların isteği… Başta büyük sermaye gurupları olmak üzere, mülk sahibi sınıfların desteği olmadan Erdoğan ve ekibi böyle bir şey asla cüret edemezdi. Malûm, siyasi iktidar boşlukta durmaz. Komprador mülk sahibi sınıflar artık Türkiye’nin asgari hak, hukuk, sınırlı adalet ve güdük demokrasi koşullarında bile yönetile bilemez olduğunu gayet iyi biliyorlar. Dolayısıyla, sömürüyü, yağmayı ve talanı güvence altına almak için faşizmin dinci versiyonunun dayatılmasında çıkarları var. Başka türlü yönetebilme imkânı olmadığını herkesten önce onlar biliyor ve tedbir alma yoluna gidiyorlar… Siz onların pek konuşmadığına bakmayın. Egemen sınıflar pek konuşmazlar. Onların yerine başkaları konuşur…
Bu arada Türkiye’deki sermaye sınıfının bir özelliğini de unutmamak gerekiyor. Bir bütün olarak Türkiye’nin mülk sahibi egemen sınıfları, varlığını büyük ölçüde devlete borçludur. Devletin serasında palazlanmış bir sınıftır. Bu durum onun devletle ilişkisine “özel’ bir veçhe kazandırdı. Profesyonel politikacılar için amaç bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve yağmalamaktır. Bal tutanın parmağını yalaması işin doğası gereğidir. Ne demek istediğimi görmek için sadece AKP’nin iktidar olduğu son 15 yıla bakmak yeter. Elbirliğiyle yağmalamadıkları, talan etmedikleri bir şey kaldı mı?
Baskıyı ve şiddeti daha da artırarak işin içinden çıkabileceklerini sanıyorlar ama baskı arttıkça kaçınılmaz olarak muhalefet de büyüyecektir. Bu tek kaleli bir maç değildir. Malûm, saldırı-karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. Dikta heveslileri bundan sonra karşılarında daha güçlü bir muhalefet bulacak. Dolayısıyla oyun şimdi başlıyor. Zira insanlar, baskı var, şiddet var, saldırı var diye, özgürlüklerinden, haklarından hukuklarından, haysiyetlerinden vazgeçmezler. İlânihai aşağılanmayı, itilip-kakılmayı kabullenmezler. AKP geride kalan 15 yılda yaptıklarının daha fazlasını yapabileceğini sanıyor. Yolun sonuna yaklaştığından habersiz. Unuttukları bir şey var: Her şeye rağmen bu toplum kendisine yöneltilen bu çirkin saldırıyı püskürtecek, bu sefil oyunu bozacak potansiyele sahiptir. Onca baskı, şiddet, yalan, dalavere ve son derecede eşitsiz koşullara rağmen bu referandumda AKP’yi yenebildiğine göre… Fakat, ezilen/sömürülen baskıya maruz kalan muhalefet cephesinin mücadelenin Parlamentoya haps olmasına da asla izin vermemesi gerekiyor. Bu dünyada bu güne kadar parlamentolardan hayırlı bir şey çıktığı görülmemiştir…
Adım adım dikta rejimi dayatılmaya çalışılırken, sadece Meclis muhalefeti yeterli olmaz. Böylesi kritik bir dönemeçte slogan: Hattı müdafaa yok sathı müdafaa var, olmalıdır. Ancak o zaman dinci faşizmi dayatmak için yanıp-tutuşanlara ‘köpeksiz köyde değneksiz gezmenin’ artık mümkün olmadığı gösterilebilir. Bugüne kadar Meclis içi muhalefet AKP’yi meşrulaştırmak dışında pek bir şey başarmış değil…
Neden yaklaşık 25 milyon insan dikta rejimini tesis etmek üzere getirilen anayasa değişikliğine ‘evet’ dedi? Ortalama bir insan, “tek adam rejimi istiyor musun’ sorusuna evet der mi? Ya da gerçekten neyin oylandığını bilseydi, evet der miydi? Bir insanın kendi ayağına kurşun sıkması, eşyanın tabiatına uygun bir şey midir? Ya da hırsızın hiç suçu yok mudur? Veya bu nasıl mümkün oluyor? Bu durum, yalan cephesinin çabaları sonucu mümkün oluyor. Profesyonel politikacıların, uzmanların (ki, uzmanlar da iki çeşit, bir kısmı konunun uzmanı, bir kısmı da her konunun uzmanı), bilim yuvası denilen ama gerçek bilimin ve özgür düşüncenin boğulduğu, kapısında ‘üniversite’ yazan kurumların ve medyanın marifeti… Velhasıl, eleştirel düşünceye hiç bu kadar ihtiyaç olmamıştı denecek.