Üniversitenin hali veya Arendt Almanya’yı neden terk etmişti?
Türkiye’de üniversitenin maruz kaldığı tasallut ve tasfiye apaçık ortadayken, durumumuz 1933 sonrası Alman üniversitesinin durumuyla aşikar benzerlikler taşırken, eli yüzü düzgün bir felsefe bölümünün, ihraç edilen bir meslektaşı dışlayarak Arendt sempozyumu düzenlemekte beis görmeyişi, tam da Arendt’in kast ettiği anlamda “karanlık zamanlar”da yaşadığımızın emaresi.
Serdar Tekin
Hacettepe Felsefe Bölümü, benim akademik geçmişimde özel bir yere sahip. 20 yıl önce ilk akademik bildirimi orada sunmuştum.
Bir felsefe öğrencileri kongresiydi. Çeşitli üniversitelerden geliyorduk. Çoğumuz muhtemelen ilk kez sahneye çıkacak, ilk kez “konuşmacı” olacaktık. Dinleyiciler de herhalde bizim gibi öğrenciydi. Ama tedirgin bakışlarımız ön sıraya çoktan oturmuş birkaç hocaya takılıp kalıyordu.
Akademik bir topluluk karşısında sunum yapacak olmanın heyecanı, lafı ağzıma dolandırıp çar çur etmenin, kekeleyip rezil olmanın korkusuyla iç içe geçmişti. Nasıl oldu bilmem ama kendimi toplamayı becerdim. İlk birkaç cümlenin ardından gerisi kendiliğinden geldi. Kim bilir ne acemilikler yapmışımdır; ama sunum bittiğinde farkındaydım, rezil olmamıştım.
Söylenen sözün söylendiği anda tartışmaya açılabildiği, soru ve eleştiri konusu haline gelebildiği “kamusal” bir ortamda konuşmanın ne denli mühim ve aynı zamanda ne denli tedirgin edici olduğunu ―tabiri caizse “sözün sorumluluğu”nu ve “medeni cesaret”le ilgisini― biraz da orada anladım.
Sunduğum bildiri Sokrates’ten, Aristoteles’ten, ama esas olarak Arendt’ten mülhem bir biçimde felsefe ile siyaset arasındaki, daha doğrusu “felsefi söz” ile “kamusal söz” arasındaki bağıntıyı tartışıyordu. Sonraki hayatımda bu bağıntıyı hem felsefeci olarak, hem de yurttaş olarak hep önemsedim.
Tam 20 yıl sonra yine Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde ve üstelik Hannah Arendt konulu bir sempozyumun davetlisi olarak yapacağım konuşmaya yukarıdaki kişisel öyküyü anlatarak başlamayı tasarlamıştım. Ne var ki, 10 Mayıs Çarşamba günü gerçekleşecek olan bu sempozyuma artık davetli olmadığımı geçtiğimiz günlerde öğrendim. Bana "bildirildi."
Davetin geri çekilmesinin sebebi, malum barış bildirisinin imzacılarından biri olarak, malum OHAL şartlarında, malum KHK’lardan biri ile Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden “ihraç edilmiş” olmamdı. Nokta.
“Bu suça ortak olmayacağız” dediğimiz zaman bunun sonuçları olacağını, devletin bunu fitil fitil burnumuzdan getireceğini biliyordum. Sözümüzü kamusal olarak söylediğimiz, itirazımızı kamusal alanda dile getirdiğimiz için “kamu”dan ihraç edildiğimizde ne şaşırdım ne de rencide oldum. Nilgün Toker’in veciz ifadesiyle “söylemediklerimden dolayı sorumlu olmaktansa, söylediklerimden dolayı ‘suçlu’ ilan edilmek onurdur” sahiden de.
Ama doğrusu, felsefecilerin kendi söz ortamından veya “felsefi kamu”dan bu şekilde dışlanacağımı, “imzacı” olduğum için artık “konuşmacı” olamayacağımı düşünmemiştim. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü “medeni ölüm”ün aslında ne olduğunu bana öğretmiş oldu.
Hem bir tür kayıp duygusundan, hem mesleki olarak saygı duyduğum kişilerin böyle bir şeyi kendilerine yakıştırabilmiş olmasının irkilticiliğinden, hem de buna maruz kalmanın değil ama tanıklık etmenin utancından mürekkep bir duyguyu daha önce hissetmemiştim.
Haliyle meselenin benim ne hissettiğimden çok daha önemli bir veçhesi var. “Kötülük”le ve ―hazır Arendt’den bahsediyorken― “kötülüğün sıradanlaşması”yla ilgili bir veçhesi.
Kestirmeden söyleyeyim: Kötülüğün sıradanlığı, işlenen suçların sıradan olduğunu değil, aksine sıradan insanların, sıradan gailelerle, sıradan olmayan suçlara ortaklık edişini anlatır. Kişinin bir şeyi yaparken bunu yapmakla neyin parçası haline geldiğini düşünmemesini, doğru ile yanlışı ayırma yetisini kullanmaktan imtina etmesini anlatır. Yargı yetisinin “istimlak edilmesine” razı olmayı anlatır (bkz. Zerrin Kurtoğlu’nun muhteşem yazısı). Kişi hasbelkader bunları düşünecek olursa, bulduğu mazeretleri, sığındığı gerekçeleri, “ama sorumlusu ben değilim” demenin bin bir türlü yolunu anlatır. Nihayet, ehveni şerin de “şer” olduğunu anlatır.
Tanıl Bora, yakından tanıdığı Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü de vuran 6 Ocak KHK’sının akabinde şöyle yazmıştı: “Yaptıkları, üç kuşakta bin bir emekle, zarafetle yapılmış bahçeye beton dökmektir.” Kuşkusuz betonu hoyratça dökenler belli. Ama işte o betona basmayı zül saymamak diye de bir şey varmış. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün şimdi yaptığı budur. Kötülüğün sıradanlığı bunu da anlatır.
Meselenin bir diğer veçhesi de, ister istemez, Arendt’in kendisi. Nasıl olmasın ki? Arendt’in sesini “burada ve şimdi” bizim için bu kadar duyulur kılan şey, nihayetinde kendi “karanlık zamanlarımız” değil mi? Karanlık Zamanlarda İnsanlar’ın (henüz Türkçe’ye çevrilmeyen, Men in Dark Times) önsözünde, “karanlık” derken sadece ―ve hatta asıl olarak― baskı ve zulmün çıplak gerçekliğini kast etmediğini söyler Arendt. Kast ettiği şey, zulmün alenen olup bitmesi ama yine de görülmemesidir. Gizli saklı değil, ayan beyan olması, ama söylenmediği ve adlandırılmadığı için karanlıkta kalmasıdır.
Türkiye’de üniversitenin maruz kaldığı tasallut ve tasfiye apaçık ortadayken… Durumumuz 1933 sonrası Alman üniversitesinin durumuyla aşikar benzerlikler taşırken… Eli yüzü düzgün bir felsefe bölümünün, ihraç edilen bir meslektaşı dışlayarak Arendt sempozyumu düzenlemekte beis görmeyişi, tam da Arendt’in kast ettiği anlamda “karanlık zamanlar”da yaşadığımızın emaresi.
Belki sempozyumda tartışılır umuduyla son bir soru: Sahi, Arendt Almanya’yı neden terk etmişti?