Aktopraklık Arkeoloji Okulu’nda zamanda yolculuk
Necmi Karul arkeoloji okulunu anlattı. Okul, ziyaretçilere tarihöncesi yaşamı anlatıyor.
DUVAR - Aktopraklık Höyük, sanayi sitesi yapılması planlanan bir yerde 2002 yılında keşfedilen ve prehistorik (tarihöncesi) döneme tarihlenen bir yerleşim. Burada, 2004 yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalından bir ekibin yürüttüğü arkeolojik çalışmaların yanı sıra, Açıkhava Müzesi ve Aktopraklık Arkeoloji Okulu adlı projeyle öğrenci ve ziyaretçilere tarihöncesi yaşam anlatılıyor. Neolitik ve Kalkolitik dönem köy canlandırmaları ile geleneksel bir köyün yeniden inşa edildiği alanda, bu zaman dilimlerini birbirine bağlayan bir tünel vasıtasıyla ziyaretçiler adeta zamanda yolculuğa çıkıyor.
Aynı zamanda Magma Dergisi arkeoloji editörlüğünü de yapan Necmi Karul, Aktopraklık’da gerçekleşen bu projelerin yürütücüsü. Kendisiyle bu okulun nasıl kurulduğunu, amaçlarını ve arkeolojiyi konuştuk.
Size göre dünyada arkeoloji algısı nasıl?
Arkeoloji, bir bakıma geçmişe olduğu kadar yaşadığınız dünyaya da nasıl baktığınızla ilintilidir, bunu bağımsız düşünmemek gerekir. İnsanın dünyaya bakma biçimi zaman içinde değişir ve bu da dönemin, çağın felsefesi ekseninde şekillenir. Örneğin arkeolojinin bir bilim olarak ortaya çıktığı Batı dünyasında, Rönesans ile birlikte insan merkezli yaklaşımlar öne çıkmış ve ona bağlı olarak geçmişe ilgi duyulmaya başlanmıştı. Az sayıda aydının şekillendirdiği bu dünyada, görkemli geçmiş arayışı insanları Roma ve Helenistik uygarlıklarına götürmüş, bu uygarlıkların görkemli kalıntıları da ideal bir geçmiş fikrini temellendirmişti. Esasında ‘Batı’ kendi düşünce sistemini idealize edilmiş uygar bir geçmişin temelleri üzerinde yükselme konusunda da oldukça isteklidir.
Bu ilgi kısa sürede geçmiş dönemlerden kalan anıt yapıları ve buluntuları bulma, onları sonradan müzelere dönüşecek yerlere toplama, arşivleme ve giderek geçmişi anlama çabasına dönüşmeye başlar. Burada İncil ve Tevrat’taki olayların geçtiği yerleri bulma düşüncesi de, bir başka girdiyi oluşturur. 19. yüzyıl boyunca ise arkeolojinin giderek bir disiplin haline dönüşmeye başladığı izlenir. Avrupa’da 20. yüzyıl ile birlikte ortaya çıkan uluslaşma süreci ve yükselen milliyetçilik, arkeolojinin içerisine yeni dinamikleri sokar. Nitekim uygarlık temelli düşünce fikri önce Klasik Arkeolojiyi, kutsal kitapların izini sürme fikri de Ön Asya Arkeolojinin doğmasını sağlar. Uluslaşma süreci ise, ulusların kendilerine daha eski ve yaşadıkları yerler ile daha köklü bağlar kurmanın aracı olarak Prehistorya alanının doğmasını sağlar.
Peki, Türkiye’deki arkeoloji?
Türkiye arkeolojisi ise bütün bu sürecin göreceli olarak dışında kalmış bir geleneğe sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu için ilk başlarda batılılara özgü bir uğraşı olarak görülen arkeoloji son dönemlerinde batılılaşma sürecinin bir parçası olarak algılanmaya başlanmıştır. Bir dünya imparatorluğu olarak Osmanlı için uluslaşma sürecinden etkilenme söz konusu olmamıştır, bununla birlikte modernleşme çabasının bir parçası olarak uygulanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet Dönemi ile birlikte arkeoloji ilgi görmeye devam edilen bir alan olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında “Güneş Dil Teorisi” gibi uluslaşma çabalarını pekiştirecek kuramlar önerilmişse de çok benimsenmemiş ve Türkiye arkeolojisinde kalıcı izler bırakmamıştır.
Ayrıca, ulus bilincini oluşturmada bir araç olarak görülen araştırmalar Türkiye’de prehistorik arkeolojiden ziyade "protohistorik" araştırmalarla ilişkilidir. İlerleyen yıllarda, ülkenin ekonomik durumuyla da ilintili olarak inişli çıkışlı süreçler yaşanmış, ama yine de Türkiye uluslararası bilim dünyasında, özellikle bilginin üretilmesi bakımından etkin bir yer edinebilmiştir. Ancak ne yazık ki bu toplumun geniş kesimlerince yeterince paylaşılmamıştır. Arkeoloji merak ve ilgi uyandırmasına karşın Türkiye en iyi definecilik hikayelerinin üretildiği yerlerden biri olmaktan ne yazık ki henüz kurtulamamıştır. Yakın geçmişiyle övünmeyi çok seven bir toplum olsak da yaşanan tahribatlar ve kötü restorasyonlar, ne yakın ne de uzak geçmişimize toplum olarak gerçek anlamda sahip çıkmadığımızın en iyi göstergeleri.
Bu durumda Türkiye’deki kültür politikalarının arkeolojik çalışmalara, olumlu ya da olumsuz etkisi var mı sizce?
Türkiye’de uzun süre arkeoloji, politik bir malzeme olmadan var olabildi. Başta da belirttiğim gibi, arkeolojinin ortaya çıkış dinamikleri bunda etkili, daha doğrusu, arkeolojiyi bir politik araç olarak kullanma girişimleri çok başarılı olamadı. Arkeolojinin diğer birçok alana göre manipülasyonlardan uzak kalması gelişmesinde oldukça olumlu bir etki yaratmıştır. Diğer taraftan, Türkiye’nin arkeoloji ve arkeolojik miras konusunda uzun vadeli, kalıcı bir politikasının olduğunu söylemek zor; eğer böylesi bir politika olsaydı arkeoloji bugün maddi ve bürokratik sorunlarla boğuşan bir alan olmazdı.
Çok ciddi problemlerimiz var; öyle ki bugün ülkemizde arazi çalışması yapmak gerçekten ciddi bir mücadeleyi gerektiriyor. Çoğu kez bürokrasinin altında eziliyoruz, üniversitelerden ve diğer kurumlarından yeterli desteği bulamıyoruz, aranan kriterlerde bilimsel bir araştırmada olması gerekenlerden çok altyapıya ilişkin beklentiler öne çıkıyor. Ayrıca bugün arkeoloji gerek devlet gerekse toplum için turizm getirisine bağlı bir alan. Bu nedenle iyi planlanmamış, kurallarıyla yapılmayan restorasyon projeleri önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bir diğer konu ise son yıllarda yabancı meslektaşlarımızın araştırma izinleriyle ilgili yaşadıkları sorunlar. Siyasi nedenlerle ortaya çıkan anlaşmazlıklardan arkeolojinin, dolayısıyla bilimin etkilenmemesi gerekir. Arkeolojik kalıntıların ve geçmiş bilgisinin insanlığın ortak mirası ve kendi ülkemizdeki zenginliklerin bize daha fazla sorumluluk getirdiğini unutmamamız gerekiyor.
Dünyada Arkeolog imajını şekillendiren motifler nedir peki?
Arkeolog ya da arkeolojinin imajının belirleyen birçok girdi var; hatta dünyanın birçok ülkesinde bilim bu sıralamada gerilerde kalır. Sınıflarsak, öncelikli olarak medya gelir. Hollywood, özellikle Indiana Jones karakteriyle çok tipik bir simgedir. Indiana Jones’un çıktığı yolculukta, kısa sürede her şeyin üstesinden gelen bir kahramana dönüşen arkeoloğun, ‘hazineyi’ kötü adamlardan kurtarma konusundaki erdemli mücadelesi anlatılmaktadır. Bu hikâyenin bilim insanı ve gerçek arkeolojiyle pek bir alakası yoktur. Ancak hepimizin evine giren büyük belgesel yapımlarında da aynı durumla karşılaşılır. Arkeolojik keşifleri daha etkileyici kılmanın yolu yine Hollywood filmlerini aratmayacak kurgular içermektedir. Bugün sadece televizyon ve sinemalarda değil, bilgisayar oyunları da arkeolojinin imajını şekillendirmektedir. Burada arkeolog çoğu kez bir detektif imajını üstlenmektedir. Bilgisayar oyunlarının en tanınmışlarından Tom Raider’da; Lara Croft kusursuz bir kadın figürünün yanı sıra amacı için mücadele eden bir savaşçıdır. Yine koleksiyonculuk da arkeolojinin imajında etkilidir. Arkeolojik eserlerin alınır satılır olma fikri, bu alanı bilimden uzaklaştırır.
Daha yerel ölçekte baktığımızda, özellikle bizim ülkemizde, arkeolog genelde gelişmenin önünde engel olan insanlar olarak görülmektedir. Bir sanayi yatırımı, baraj, yol ya da bir boru hattının yapılması arkeologlar tarafından engellenmektedir. Planlama yapılırken arkeolojik mirası hesaba katmayanlarda sorumluluk aranmazken, arkeologlar hatta çoğu zaman arkeolojik mirasın kendisi sorumlu tutulmaktadır. Yine ülkemizde arkeoloji ancak sansasyonel bir keşif gerçekleşmesi durumunda medyanın konusu olmakta ya da arkeoloji eşittir turizm getirisi olarak görülmektedir. Bunun için arkeolojik çalışmalarla bilgi üretmek yerine restorasyona, arkeolojik alanları turizm getirisi olabilecek yerlere dönüştürülmesi daha çok teşvik edilmektedir.
Arkeolojinin toplumsallaşmasından neyi anlamalıyız?
Geçmiş ortaktır, içerisinden istediğinizi çekerek bir söylem geliştirebilir, hikâyeler uydurabilir ya da sadece turizm getirisi olarak görebilirsiniz. Ancak bunların hiçbiri geçmişi değiştirebileceğiniz anlamına gelmez. Birçok toplum bu hataya düşmüş ya da bilinçli olarak geçmişi manipüle etme eğilimi içinde olmuştur. Bunun en iyi örneklerini II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının önde gelen kültür tarihçilerinden Gustaf Kossina ya da onun çağdaşlarında görebiliriz. Kossina yaşadığı dönemde Almanya topraklarında çıkan buluntuların benzerliklerinden yola çıkarak Avrupa’nın büyük bir bölümünü Almanların yurdu olarak tanımlamaya kadar ileri gitmiştir. Bu süreç hemen akabinde, uluslaşma süreci içindeki birçok ülkede benimsenmiştir.
Bu makro örneğin dışında birçok örnek geçmişe ilişkin bilincin ne denli önemli olduğunu gösterir. Arkeolojinin toplumsallaşması, arkeolojik bilginin ya da yerlerin geçmişe derinlik kazandırması, dünyanın, geçmişle gerçekçi bir bağ kurulması ve sosyal bir zenginlik olarak görülmesi gibi birçok şeyi ifade etmektedir. Ancak bütün bunların küçük bir kalabalığın kendi arasındaki diyalogları ya da bilimsel makalelere sıkışmış ifadeler olarak kalmaması için de arkeolojik bilginin toplumun her kesimi tarafından anlaşılabilir bir dile tercümesini gerektirir. Nitekim bu artık çağdaş dünyada oldukça geçerli bir kavramdır.
Bu çok yeni bir açılım, arkeoloji okulunun bu açılıma destek bir pratik olduğu kesin; ancak arkeolojinin toplumsallaşmasında başka pratikler var mı? Bilimsel olarak bu yönde çalışmalar bulunuyor mu?
Arkeolojinin toplumsallaşması konusuna ilişkin çalışmalar, başlı başına bir alandır. Bu alanda çalışan uzmanlar ve amaca bağlı olarak değişen yöntem ve uygulamalar vardır. Müzeler, arkeolojinin formel eğitim sistemindeki yeri, arkeolojik buluntu yerlerinin korunması ve sergilenmesi, arkeolojik bilginin toplumsal bilgiye dönüştürülmesi, kültürel çevirmenlik ve medya vb. gibi. Bu konuya ilişkin uygulamaları 20’inci yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkündür. Bugün Avrupa gibi, yoğun araştırılmış bölgelerde arkeolojiye dair yeni sorunlar daha çok mevcut bilgi ve kalıntıların yeniden yorumlanması, yeni metotlarla analiz edilmesi ya da nasıl korunup toplumla nasıl paylaşılacağına dairdir.
Aktopraklık örneğinde olduğu gibi tarihöncesi bir yerleşimdeki katmanların korunarak sergilenmesi ve toplumun farklı kesimlerine hitap edecek bir alana dönüştürülmesine ilişkin dünyanın farklı kesimlerinde çok sayıda örnek bulunmaktadır. Bu tür örneklerin sayısı ülkemizde de giderek artmaktadır. Bizim Aktopraklık’da yapmak istediğimiz, arkeolojik bir alanda koruma, sergileme ve bir müze projesi geliştirmek; tarihöncesine ait bilginin maket ve üç boyutlu canlandırmalarla toplumun değişik kesimlerinin anlayacağı bir dile dönüştürmek; bu alanın örneğin geleneksel yapılar etnografik verilerle günümüz yaşantısıyla bağ kurulmasını sağlayacak bir yere dönüştürülmesi ve yine aynı alanın farklı kademelerdeki öğrenci ve uzmanların eğitim ve deneysel çalışmaları gerçekleştirebilecekleri bir yer niteliği kazanması gibi farklı bileşenleri uyumlu bir şekilde bir araya getirerek çok katmanlı bir örnek oluşturmaktır. Esasında bu da dünyada benzer örnekleri olan bir modeldir.
Arkeolojik potansiyelinden dolayı mı burayı seçtiniz? Neden Aktopraklık?
Aktopraklık, yürüttüğümüz kültürel miras projesi ve arkeoloji okulu dolayısıyla sıkça gündeme gelen bir yer, ancak bizim burada çalışmaya başlama sebebimiz tamamen başka. Aktopraklık Höyük Bursa – İzmir otoyol güzergahının üzerinde, önemli bir kısmı sanayi bölgesinin içinde kalan tarihöncesi bir yerleşim. Buraya ilk geliş sebebimiz arkeolojik alanın sınırlarını belirlemekti. Ancak yüzeyde günümüzden 8 bin yıl kadar öncesine ait kap parçalarıyla karşılaşmamız tabloyu değiştirdi. Aslında kısa süreli bir çalışma öngörülürken, çok geniş bir alana yayılan ve tarihöncesinin uzun bir dilimini kapsayan bir yerleşimle karşılaştık; bu da projenin daha kapsamlı bir hal almasını sağladı. Tarihöncesi yerleşimler çoğu kez görsel çekicilikten uzak, kerpiç ve ahşap gibi dayanıksız yapı malzemeleri dolayısıyla hızla tahrip olan yerlerdir.
Buna rağmen prehistorik höyükler aynı zamanda uzak geçmişimizden kalan, bir anlamda geçmişe yolculuk yapabileceğimiz az sayıdaki yerler arasındadır. Nitekim Aktopraklık Höyük bizi, MÖ 6400’lü yıllardan, MÖ 5500’lü yılara kadar kesintisiz olarak iskan edilen yerleşimde uzun bir yolculuğa çıkardı. Burada bölgenin ilk yerleşik köylerinden, büyük bir hendekle çevrili, tasarlanarak kurulmuş oldukça organize köylerine kadar çok sayıda yerleşim katı açığa çıkarıldı. Ayrıca Geç Roma-Erken Bizans dönemine tarihlenen bir çiftlik de bölgedeki yerleşimin daha yakın dönemlere kadar devam ettiğini bize gösterdi.
Arkeoloji okulunu kurarken çıkış noktanız neydi, proje nasıl gelişti?
Arkeolojinin toplumsallaşmasının öneminden biraz bahsettik, bunu yaygınlaştırmanın iyi yollarından birinin de arkeoloji okulu olabileceğini düşündük ve burada olan biten birçok şey zaman içinde denenerek şekillendi. Örneğin 2004 yılında, ilk kazı sezonunda açığa çıkardığımız 7 bin yıllık kerpiç yapıyı kısıtlı olanaklara rağmen koruma altına alabildiğimiz için, bugün 20 kadar yapıya birlikte bakabiliyor ve yerleşim dokusunu anlayabiliyorsunuz. Yine ilk yıllardan itibaren çevre gezileri yaptık ve yakın köylerde yok olmaya yüz tutmuş yapıları, eşyaları belgeleme şansı bulduk ve bu yüzden bugün açık hava müzesine taşıdığımız, 200 yıllık yedi adet ev, ambar, değirmen ve fırınıyla geleneksel bir köy kurabildik. Yine kazıda çalışan işçilerimizin yaşadığı Eski Kızılelma köyünde yürüttüğümüz sosyolojik araştırmalar, bugün onların ürünlerini satabileceği bir organik pazara dönüşmek üzere.
Bursa’nın gerek homojen olmayan nüfusu, gerekse tarihi dokusu ve çeşitlilik gösteren doğal çevre ortamı, Aktopraklık yerleşimini Bursa’da gezilip keşfedilecek yerler arasına taşıdı. Tabii ki kentin yaptığımız işe ilgi duyması ve bizi desteklemesi de motivasyon kaynaklarımızdan biri oldu. Kuşkusuz İstanbul Üniversitesi Tarihöncesi Anabilim Dalının arkeolojinin toplumsallaştırılması konusunda, daha 50’li yıllarda Halet Çambel’in başlattığı geleneğin takipçisi olması da bizler açısından belirleyici. Biz de buranın, insanların gezip göreceği bir yer olmanın ötesine geçmesini hedefledik. Höyükte vakit geçirmekten keyif almalarını, geçmişe farklı bir gözle bakmaya başlamalarını ve buranın bir parçası olmalarını istedik. Ayrıca gelen ziyaretçinin buradan bir şeyler öğrenerek ayrılmasını amaçladık. Bunun için hem ortaöğretim çağındaki çocukları, hem yetişkinleri hem de arkeoloji ve ilişkili bilim dallarında okuyan öğrenci ve uzmanları kapsayacak bir proje ortaya çıktı. Tabii burada vurgulanması gereken bir diğer husus da arkeologların bu tür projeleri yapsalar da onları hayata geçirecek kaynağı bulmak konusunda yaşadığı sıkıntılar; ancak biz şanslıyız, Bursa Büyükşehir Belediyesi bu projenin gerçekleşmesi için çok büyük destek verdi. Nilüfer Belediyesi ve içinde bulunduğumuz Akçalar Sanayi Bölgesi, Karsan gibi kurumlar da projenin yereldeki destekçileri arasında.
Arkeoloji okulunda ziyaretçileriniz kimler, okulda neler yapılıyor bize biraz anlatır mısınız?
Aktopraklık Arkeoloji Okulu, buradaki açık hava müzesi, doğa tarihi ve arkeoloji müzesi gibi, büyük bir şemsiyenin altındaki parçalardan biri. Öngördüklerimiz henüz tümüyle hayata geçmemiş olsa da, öncelikli hedef kitle öğrenciler. İlk grup ilk ve ortaöğretim öğrencileriyle bunların eğitmenleri ve velileri. Genel olarak öğrencilerin höyük ve arkeolojik yerleşimler hakkında fikir sahibi olmalarını ve bu tür yerlerin nasıl araştırıldığını deneyimleyerek öğrenmelerini istiyoruz. Bunun çocuklara, arkeolojik kalıntı ve buluntuların ‘kıymetli eserler’ değil de geçmiş hakkında bilgi veren ve insanlığın ortak geçmişini temsil eden değerler ve bilgi kaynakları olduğunu öğreteceğini düşünüyoruz. Gelen öğrenciler bir gün boyunca höyükte vakit geçiriyorlar. Bu alan çocuklar için tasarlanmış yapay bir kazı alanı, çocuk kazı evi ve atölyelerden oluşuyor. Ayrıca çanak çömlek, yontma taş alet yapımı ya da dokumacılık gibi tarihöncesi teknolojilere ilişkin deneysel çalışmalarda bulunuyorlar.
Okulun ikinci grup etkinliği arkeoloji ve ilişkili alanlarda okuyan üniversite düzeyindeki öğrencilere yönelik. Bu tür etkinlikler genellikle yaz aylarında yılda bir ya da iki kez ortalama bir hafta süresince gerçekleşiyor. Çalışmalara değişik alanlardan uzmanlar eğitmen olarak katılıyor ve hem teorik derslere hem de deneysel çalışmalara katılıyorlar. Etkinliklere yer alan öğrenciler Türkiye’nin farklı üniversitelerinden, genellikle bu tür arazi çalışmalarına katılma şansı bulamayan öğrenciler arasından belirleniyor. Bu tür etkinliklerin sayısını daha da arttırmak istiyoruz. Yapmak istediğimiz bir diğer etkinlik ise, değişik alanlardan uzmanların buraya gelip kendi araştırmalarına ilişkin deneysel çalışmalar gerçekleştirebilecek ortamları sağlamak.
Aktopraklık Arkeoloji Okulu gibi Türkiye’de başka örnekler de var mı?
Arkeolojik alanların açık hava müzesi, bir eğitim ya da deneysel arkeoloji alanı olarak düzenlenmesi dünyada yaygın ve özellikle Avrupa ülkelerinde çok eski örneklerini bildiğimiz bir uygulama. Türkiye’de arkeolojik alanların bu şekilde kurgulanmaya başlaması 50’lerden sonra oluyor. Bugün arkeolojik kazıların gerçekleşmekte olduğu tarihöncesi höyüklerin büyük bir kısmında da bu tür uygulamalara değişik ölçeklerde yer veriliyor. Mardin Müzesi, Konya Çatalhöyük, Aksaray Aşıklı Höyük ve Güvercin kayası ile Kütahya Aizonai antik kenti, çocuklarla bizdekine benzer projelerin gerçekleştiği yerlerin başında geliyor. Yine İzmir Yeşilova Höyüğü ve Kırklareli Aşağı Pınar Höyüğünde çocuklara yönelik projelerin yanı sıra daha kapsamlı etkinliklerin gerçekleştiği yerler. Fakat bizim esin kaynaklarımızın başında Matematik Köyü geliyor, fikren desteklediğimiz ve devam etmesini istediğimiz projelerden biri.
Her yıl başka bir kentte düzenlenen arkeoloji sempozyumu bu yıl Bursa’da yapılacak. Bu sempozyumun arkeolojiye etkileri ya da kazanımları nedir?
39’uncusu düzenlenecek Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu ülkemizde gerçekleşen tüm arkeolojik çalışmaların sunulabildiği, değişik alanlardan uzmanların bir araya geldiği büyük ve önemli bir organizasyon. Başlangıçta daha çok kazı projelerinin sunulduğu sempozyumda, son yıllarda, giderek artan bir oranda çeşitli konularda yapılan araştırmalar ve yüzey taramaları da yer bulmaya başladı. Bu durum arkeolojik araştırmaların kapsamının genişlediğini, yeni uzmanlık alanlarının geliştiğini ve bu alanda yetişen bir genç kuşağın olduğunu göstermesi bakımından sevindirici. Aslında bu sempozyum Türkiye’nin ne kadar köklü bir arkeoloji geleneğe sahip olduğunun da iyi bir göstergesi.