İran kuşatılıyor mu?
Trump’ın Başkan sıfatıyla yaptığı ilk dış ziyaretin Suudi Arabistan (SA) ve İsrail ayaklarının esas amacı İran’a karşı bir cephe oluşturmaktır. ABD’nin en önemli beklentisi de, SA’nın düşlediği tablo da budur. SA’nın Trump’ı büyük şaşaayla ağırlaması ve 350 milyar dolarla taltif etmesi de bu nedenledir.
Faruk Loğoğlu
ABD’nin Washington-Londra-Ankara ekseninde bir ittifak türü ilişki oluşturmak ve bu hattın diğer ucuna da Suudi Arabistan’ı (SA) yerleştirmek tasavvurundan daha önceki bir yazımda söz etmiştim. Dolayısıyla, ülke dışına ilk ziyaretinin birinci durağı olarak Trump’ın Riyad’ı seçmiş olması bu bağlamda da anlamlıdır.
Trump bu yüksek görüntülü SA ziyaretinden ne bekliyor? Üç unsur var: SA sermayesi, İsrail, İran.
Trump, SA’la 109 milyar dolarlık silah satışı, Amerika’daki altyapı projelerinin finansmanı için de 241 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzalayarak 350 milyarla “önce Amerika” hedefini yakalamış ve büyük bir sermaye transferi gerçekleştirmiştir.
İkincisi Filistin-İsrail ihtilafına bir çözüm getirmek. Bunun için başta SA olmak üzere, Körfez ülkelerinin desteğini almak. Ve SA’dan sonra ziyaret edeceği İsrail’e eli dolu gitmek. Nitekim SA Dışişleri Bakanı Al Jubeir ülkesinin bu amaçla ABD’yle işbirliği yapmaya hazır olduğunu ilan etmiştir. Son zamanlarda İsrail-SA yakınlaşması, Washington’da İsrail ve Filistin liderleriyle ayrı ayrı yaptığı görüşmeler, ABD’nin işini kolaylaştırmakta. Yine de bu konuda en büyük direnç yine İsrail cephesinden gelebilir. Trump’ın yaklaşımı İsrail’in işine gelmeyebilir. Ancak bu hususun netleşmesi için İsrail ziyaretini ve Filistin tarafıyla temasların sonucunu beklememiz gerekiyor.
Trump’ın başkan sıfatıyla yaptığı bu ilk dış ziyaretin SA ve İsrail ayaklarının esas amacı ise İran’a karşı bir cephe oluşturmaktır. ABD’nin en önemli beklentisi de, SA’nın düşlediği tablo da budur. SA’nın Trump’ı büyük şaşaayla ağırlaması ve 350 milyar dolarla taltif etmesi de bu nedenledir. ABD ve SA Dışişleri Bakanları tarafından ikili görüşmeler sonrası yapılan açıklamalar bunu net bir şekilde göstermektedir. Her iki Bakan da İran’a ağır ifadelerle yüklenmişler, birbirini tamamlayan ifadelerle, İran’ı teröre destek vermek, Afganistan ile Lübnan gibi bölge ülkelerinin iç işlerine karışmak, Suriye ve Yemen’deki çatışmalara taraf olmak, bölge ülkelerinde çatışmalara milis güçleri göndermek, El-Kaide liderlerini İran’da konuk etmek gibi noktalara vurgu yaparak İran’ı suçlamışlardır. Trump, 55 Müslüman çoğunluklu ülkenin devlet-hükümet başkanları veya temsilcilerine yaptığı konuşmada da İran’dan uzun uzun bahsederek, İran’ı hedef göstermiş, hatta işi rejim değişikliğinden bahsedecek noktaya kadar götürmüştür.
İran’ı zaten can düşmanı olarak gören İsrail bu cephenin bölgesel karargâhı olacaktır. Fakat en azından şu an için katkısını arka planda durarak sessizce ve dolaylı yollardan yapmayı tercih edeceğini düşünmek yanıltıcı olmayabilir.
Cephenin bir diğer önemli ayağının ise Türkiye tarafından oluşturulması hesaplanmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan Şubat ayında yaptığı Bahreyn ziyareti sırasında İran’ı Pers milliyetçiliği ve yayılmacılıkla suçlayarak Ankara’nın İran konusunda tarafını açıkça belirtmişti. Türk Silahı Kuvvetleri’nin Katar’da konuşlanmasını düzenleyen ikili anlaşmanın geçtiğimiz günlerde TBMM Dışişleri Komisyonu’ndan geçtiğini de bu tarafgirliğin bir işareti olarak okumak gerekir. Bu seyir durdurulmazsa, daha önce kurulan ve Türkiye’nin de yer aldığı “İslam Ordusu” denilen gücün harekete geçmesi dahi mümkündür.
Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti vesilesiyle Türkiye’nin dostluğunu ve önemini vurgulayan sözleri, son günlerde ise ABD Genel Kurmay Başkanı ile Özel Temsilci Brett McGurk’in Türkiye’nin IŞİD ve terörle mücadelede vazgeçilmez bir müttefik olduğu yolundaki açıklamalarının asıl maksadının İran olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır. ABD’nin önceliği Suriye ve IŞİD kadar, belki de daha fazla, İran’dır. Erdoğan-Trump görüşmesinde İran konusu nasıl ele alındı, bilmiyoruz. Ancak görüşmelerde ABD tarafı İran konusunda Türkiye’yi yanında görmek istediğini önemle kaydederken, Türk tarafının tasvip edici bir edayla karşılık vermiş olabileceğini varsayabiliriz.
İran’a baktığımızda ise Ruhani yüksek bir katılım ve rahat bir çoğunlukla tekrar Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Yapıcı kişiliği ve ılımlı söylemleriyle Ruhani İran ve bölge için bir umuttur. İran’ın nükleer anlaşmaya uymadığı konusunda ciddi bir kanıt veya iddia yoktur. Buna mukabil, Trump İran’la varılan anlaşmayı yerden yere vurmuştur ve İran karşıtı duruşunu sürdürmektedir. Başkan Obama’nın izlediği akıllı İran politikası terk edilmiş, silaha, suçlama ve tehditlere dayanan bir politika benimsenmiştir.
Sonuç olarak Trump, SA, İsrail ve Türkiye’yle işbirliği halinde İran’ı kuşatma gayretkeşliği içindedir. Trump son konuşmasıyla İran’ı hedef göstererek aslında Sünni-Şii mezhep çatışmasının altına imza atmıştır. Türkiye’nin böyle bir tuzağa düşmemesi, İran’ı hedef alan bir cephenin içinde yer almaması hem ulusal çıkarlarımız, hem bölgemizin güvenliği ve istikrarı bakımından şarttır. Diğer bir deyişle, Trump’ın tehlikeli İran saplantısına Türkiye’nin ortak olmaması elzemdir. Zira “Esad gitsin” saplantısının ülkemizi nereye savurduğunu her gün yeni boyutlarıyla görüyoruz. Özetle, dış ilişkilerimizde yeterince sorunumuz vardır. Güven esasına dayalı olmamakla beraber yüzyıllardır komşu İran’la uygar ve karşılıklı çıkarlara dayanan ilişkilerimizi bozacak politikalara alet olmamalıyız. Konu, Trump’ın İran politikası ile İran dostluğu arasında bir tercih ise, İran’ın dostluğunu seçmeliyiz. Çok zayıf bir olasılık da olsa, kuşkusuz en iyi seçenek u-dönüşler yapmaktan çekinmeyen Trump’ın İran konusunda bölgeyi sınırsız sıkıntılara sokacak mevcut yaklaşımını değiştirmesi ve İran’la diyaloga girmesidir.