Komün'ü hatırlamak
Versay hükümetiyle ona yakın basının o dönemde Paris Komünü’nü ne tür söylemlerle çarpıtmaya çalıştığına bakınca, halk hareketlerini siyasi niteliğinden soymanın birbirinden çok farklı zaman dilimleri ve çok farklı coğrafyalarda hep benzer klişeler üzerinden yapıldığını görüyoruz biraz da gülünç bir şekilde.
Elif Aksu Kaya
Bundan 146 yıl önce bugünlerde, Parisli yoksulların kadın, erkek, yaşlı, çocuk başlattığı isyan, tarihteki ilk işçi iktidarı deneyimi olan Komün, son anına dek geri adım atmadan çarpışarak yeniliyordu.
Fransa’nın 1848’de kurulan ikinci cumhuriyetini bir darbeyle devirerek imparatorluğunu ilan eden III'üncü Napolyon’un yirmi yıllık iktidarı boyunca sürekli yoksullaşan, işsizlik ve açlık çeken, eğitimsiz bırakılan, Paris bir kez daha bir devrime ev sahipliği yapmasın diye yapılan kentsel düzenlemeler sonucunda kentin çeperlerine itilen, tek adam rejiminin mutlak otoritesi altında göz açtırılmayan halkın ekmek ve özgürlük mücadelesiydi Komün.
KOMÜN'ÜN ÖNCESİ
Paris Komünü’ne giden yolda 1864’te, 1867’de, 1869’da askerin silah kullanarak bastırdığı üç büyük grev dalgası yaşanmıştı. Özellikle 1864’te kurulan Uluslararası Emekçiler Birliği’nin, bilinen adıyla Enternasyonal’in etkisiyle işçi hareketi toparlanıyor, sol basın sesini duyurmaya çalışıyordu; ama gazeteler bir bir kapatılıyor, işçi önderleri, sosyalist gazeteciler tutuklanıyordu. Paris’in ve diğer büyük kentlerin istekleri, 1869’da yapılan seçimlerde cumhuriyetçi aday Gambetta’nın programında sesini bulmuştu: Halk, “her çeşit siyasal ve toplumsal örgütlenmenin temeli olan, bütün yurttaşlara tanınan oy hakkına dayanarak” tek adam rejiminin son bulmasını, cumhuriyet ilan edilmesini, tüm özgürlüklerin, basın özgürlüğünün, toplantı özgürlüğünün, dernek kurma özgürlüğünün tanınmasını, laik parasız ve zorunlu ilköğretimi, devletle kilisenin birbirinden ayrılmasını, sürekli orduların lağvedilmesini, ayrıcalıkların ve tekellerin kaldırılmasını istiyordu.
1870 yılında imparator, sallanan tahtını koruyabilmek için, iktidarı boyunca halkın demokrasi talebini sandığa indirgemenin ve baskıcı politikalara meşruiyet kazandırmanın bir yolu olarak benimsediği plebisitlerden birini daha düzenledi. Yirmi yıllık imparatorluk süresince yapılan beşinci plebisitti bu. Sandıktan imparatora halk desteği çıktı çıkmasına; ama bu destek, tutucu taşra illerinden gelen oylar sayesindeydi, Paris ve diğer büyük kentler hayır demişti.
Gelgelelim plebisiti kazanmış olmak da kendini güvende hissetmesine yetmedi ve imparator iki ay sonra Prusya’ya savaş açtı. Savaş, Fransız İmparatorluğu'nun yıkılması, Alman İmparatorluğu'nun kurulmasıyla sonuçlandı, imparator ve ordu teslim oldu. Paris, 4 Eylül 1870’te bir ayaklanmayla cumhuriyet ilan etti ve 17 Eylül’de Prusya’nın kuşatması altına girdi. Aylar sürecek olan bu kuşatmada açlık, soğuk, hastalık, ışıksız geceler, bitmeyen ekmek kuyrukları vardı. Şehirde ölüm oranı iki katına çıkmıştı. Victor Hugo, günlüğüne “Bugün sıçan yedim.” yazmıştı. Emile Zola, Prusya savaşını ve Paris kuşatmasını anlattığı Yıkılış adlı romanında “Kırk bin atı yemişti Paris halkı; şimdi köpekler, kediler ve sıçanlar ateş pahasıydı.” diye anlatıyordu. Gelgelelim bütün bunlara rağmen inat ediyor, teslim olmayı reddediyordu Paris, onurlu bir barış istiyordu.
1871’in Şubat ayında yeniden seçim yapıldı. Bu seçimde meclise bir avuç cumhuriyetçi vekil girebildi, vekillerin çoğunu kırsal kesimden gelen oylarla kralcılar oluşturmuştu. Bu durum Paris’te büyük bir öfkeye yol açtı. Hani İnce Memed’in aklından bir türlü çıkmayan “Abdi gitti, Hamza geldi. Abdi gitti, Hamza geldi. Bu hep böyle mi gidecek?” sorusu gibi, imparator gidip kral mı gelecekti? Hayır, Paris cumhuriyet istiyordu.
HALK SİYASALLAŞINCA
Komün fikri, seçimden sonra kurulan Ulusal Savunma Hükümeti’ne güvenini yitiren halkın, gerek şehrin savunmasını örgütlemek gerekse cumhuriyeti korumak için işin başa düştüğünü anlamasıyla doğdu. Jacques Rougerie, Paris Komünü adlı kitabında komün düşüncesinin birdenbire ortaya çıkmadığını, uzun bir cumhuriyetçi ve sosyalist düşünce dönemi sonunda doğduğunu yazar. O dönemde Paris’te etkili olan farklı siyasal görüşlerin, Enternasyonalcilerin, Proudhoncuların, Blanquicilerin, Jakobenlerin bir uzlaşma noktası olmuştu komün.
Komün’ün başlangıcı olan 18 Mart 1871 günü, hükümetin başı Thiers, Paris halkının elindeki silahları ve topları almak için şehre gizlice asker göndermişti. Askerlerin önünü Paris’in yoksul ve emekçi kadınları kesti; bütün gün kaynar su içinde pislik yuğan çamaşırcı kadınlar, birkaç kuruş için atölyelerde 13-14 saat dikiş diken genç kızlar, Paris’in o yokluk içinde bir kısmını para toplayarak kendi döktüğü toplarını, silahlarını hükümete vermedi.
Bugün Paris’in Montmartre semtini dolduran civcivli turist kalabalığı içinde herhangi bir hatırlatıcı ize rastlamak mümkün olmasa da Peter Watkins’in 6 saate yakın süren La Commune filmi, Montmartre Tepesi'ne çıkan o dik yokuşlardan Paris halkının toplarını nasıl el birliğiyle çekerek götürdüğünü biraz da olsa gözümüzde canlandırmamıza yardımcı olur. 73 gün süren Komün sırasında yaşanan tüm olayları ve tartışmaları bir canlılık içinde bugüne taşımaya çalışan film, o dönem Paris halkının çocuklara varıncaya dek siyasallaşmış olduğunu başarıyla gösterir. Herkesin coşkuyla, sokaklarda bağıra çağıra siyasi düşüncelerini söylediğini, alınacak tüm kararlar konusunda bilgi ve söz hakkı istediğini, “şunu desem başıma bir iş gelir mi” korkusuyla iğdiş olmuş zihinlerin birbirinden güç aldıkça açılıp dile geldiğini izleriz filmde.
Komün’ün öncesinde ve sırasında, Fransa’nın eski bir geleneği ve devrim tarihinin parçası olan kulüplerin pıtrak gibi çoğalması, halktaki bu konuşma arzusunun en net ifadesidir. Komün sırasında aktif olan, her akşam kiliselerde bugün bizim forum dediğimiz türde, bütün katılımcıların konuşmasına açık halk toplantıları düzenleyen yirmi sekiz kulüp olduğu bilinmektedir. Kadınların ayrıca kadın kadına toplandıkları kulüpleri de vardır.
Siyasal düşünmenin ve davranmanın Paris halkı için ne denli önemli olduğunu, o dönem en çok okunan gazetelerden biri olan Halkın Çığlığı’nı çıkaran Komün üyesi gazeteci ve yazar Jules Vallès’in anılarını anlattığı Asi adlı romanındaki bir anekdotta da görürüz. Komüncülere ateş açtığı iddiasıyla iki şüpheli yakalanır, şüphelilerden biri “Ben suçsuzum, hayatımda siyasetle ilgilenmedim.” deyince komüncüler “Daha ne yapacaksın?” deyip tepelerler adamı.
YÜKSEK SİYASETİN ALÇAK DİLİ
Paris Komünü, siyasallaşmış bir halkın aktif katılımına dayanan bir doğrudan demokrasi deneyimidir. Rougerie’nin belirttiği gibi, “1871 insanlarının siyasal bir tasarısı vardır.” Ama “yüksek siyasetin” kendilerinin harcı olduğunu düşünüp halkın yönetimi ele almasını ayakların baş olması olarak değerlendiren egemenler, halk hareketlerinin siyasi nedenlerini, siyasi kararlarını, hedeflerini tartıştırmayı sevmezler pek. Onun yerine çeşitli karalamalarla, demagojilerle bu hareketleri depolitize etmeyi tercih ederler.
Versay hükümetiyle ona yakın basının o dönemde Paris Komünü’nü ne tür söylemlerle çarpıtmaya çalıştığına bakınca, halk hareketlerini siyasi niteliğinden soymanın birbirinden çok farklı zaman dilimleri ve çok farklı coğrafyalarda hep benzer klişeler üzerinden yapıldığını görüyoruz biraz da gülünç bir şekilde.
Halkın tepkisini bir siyasi iktidara ya da rejime değil de vatana karşıymış gibi göstermek, çatışmayı bir tarafta gül gibi yaşayıp giden toplumun düzenini sarsan bozguncu azınlık, diğer tarafta zarar görüp tehdit altına giren bütün bir vatan varmış gibi sunmak, milli duygulara hitap etmesiyle her zaman etkili bir söylem olarak Paris Komünü’ne karşı da sıkça dile getirilmiş.
Dönemin basını ve (maalesef) edebiyat dünyası, komüncüler için kullanılmış küçültücü nitelemelerle, hakaretlerle dolup taşıyor. Serseriler, ayaktakımı, ipsiz sapsızlar, çapulcular, barbarlar, vahşiler, kudurmuş köpekler, gevezeler, tuzu kurular gırla gidiyor. Aydın kesimden halkın yanında duranlar, yine aydın kesim içinden inanılmaz bir sertlikle yeriliyor; bir edebiyat eleştirmeni olan Paul de Saint Victor, komüncü gazeteci Jules Vallès’e “Marat’nın piçi” diye seslenirken, yazar Alexandre Dumas ressam Gustave Courbet’ye “aptal ve aciz bir Ben’in cisimleşmiş hali, kim bilir hangi sümüklü böcekle tavus kuşunun çiftleşmesinin ürünü” filan diyor. Hele Victor Hugo… Komün’ün yenildiği kanlı haftada Versay’ın zulmünü eleştirdiği, genel af çağrısı yaptığı, sığınma isteyenleri geri çeviren Belçika’yı kınayıp "benim evim komüncülere açık" diyerek evinin adresini yayımladığı (o akşam evi sarılıp taşlanmış, 70 yaşındaki Hugo torunlarıyla içeride mahsur kalmıştır) ve komüncüleri suçlamadığı Korkunç Yıl adlı bir kitap yazdığı için ne vatan hainliği ne ikiyüzlülüğü kalıyor bu büyük yazarın.
Ayaklanmanın öne çıkan isimlerini, sosyalistleri ve devrimcileri ise ya zavallı halkın farkında olmadan peşinden gittiği ajanlar ya kişisel ikbal düşkünleri, ün avcıları, bir baltaya sap olamamış hırçınlar ya da doğuştan bir karakter bozukluğu, bir kompleks, psikolojik bir rahatsızlık içindeki kişiler olarak betimlemek çok yaygın.
Ajan demişken, “dış unsurların parmağı”, “Fransa’yı yıkmak isteyen dış güçler” gibi söylemler elbette Komün’e karşı sıkça dile getirilmiş. Komün saflarında iki bin civarında yabancı devrimci olduğu tahmin ediliyor. Bu durumu öne çıkararak Fransa’nın geri kalanında Komün’e karşı şüphe uyandırmaya çalışıyor Versay hükümeti, Komün’ün Prusya’nın işbirlikçisi olduğunu iddia ediyor. Oysa Komün’ü bastıracak orduyu kursun diye elindeki esir askerleri Versay’a geri veriyor Prusya.
Halk hareketlerini karalamanın sanırım en sık rastlanan yöntemi, kutsal değerlere saygısızlık ve ahlaksızlık suçlamaları. Komün sırasında, Paris halkına yönelik ayyaşlık yakıştırması, kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsiz sefahat âlemleri imaları hiç kesilmiyor. Hatta biraz önce adı geçen eleştirmen Paul de Saint Victor, kafasız toplulukları alkolle uyuşturup ölüme göndermekle suçladığı Komün’ü Hasan Sabbah’ın Haşhaşilerine benzetiyor (şaka değil).
Ahlaksızlık suçlamasından en çok payı kadınların alması şaşırtıcı olmasa gerek. Kadınlar, Komün’ün başından sonuna dek kulüplerde, halk toplantılarında, barikatlarda, her yerdeler. Komün’ün yenildiği kanlı hafta sırasında kısmen Versay ordusunun top atışlarından kısmen de ordunun ilerleyişini ateşle durdurmayı deneyen komüncülerin elinden çıkan yangınların tozu dumanı içinde birdenbire çok etkili bir siyasi imge yaratılıyor: Kundakçı kadınlar. Kötülüğün vücut bulmuş hali. Gazeteler, sinsi sinsi evlere sokulup yangın çıkarmakla suçlanan bu kadınlara ilişkin müstehcen detaylarla dolu haberlerle, ne denli gudubet olduklarını çizmeye doyamayan karikatürlerle, kadınların “beyinlerinin az gelişmişliği ve hislerinin keskinliği nedeniyle” erkek komüncülerden daha tehlikeli ve zararlı olduklarına ilişkin yorumlarla dolup taşıyor. Edebiyatçı Alexandre Dumas, “Bunların [Komüncülerin] ancak ölünce kadına benzeyen dişileri hakkında sırf kadına saygımızdan ağzımızı açmıyoruz.” türü cümleler yazıyor. Bu şeytani imge kamuoyunda öyle bir korku yaratıyor ki onlarca kadın bu suçlamayla yargısız sorgusuz öldürülüyor. Oysa Komün’ün ardından yapılan yargılamalarda bu suçu işlediği kanıtlanabilen tek bir kadın bile bulunamıyor.
OYSA KOMÜN...
Komün, üyelerini, o gün için çok ileri bir adım olan tüm halka genel oy hakkı tanıyarak seçmiş ve gerek bu üyelerin gerekse tüm kamu görevlilerinin seçimle işbaşına gelip geri çağrılabilir olmasını kabul etmişti. Halkın acil sorunlarını çözmek (vadesi gelen ödemeleri ertelemek, kuşatma sırasında kira yükümlülüğünü kaldırmak, rehine verilmiş eşyaları sahiplerine iade etmek gibi) dışında, çalışma yaşamına yönelik kararlar almış, çalışmanın bir araya gelen emekçilerce düzenlenmesi gerektiğini savunmuş, her mesleğin kendi alanında üretim dernekleri kurmasını tartışıp üretim kooperatiflerini desteklemiş, belediyeye ya da devlete ait birçok iş yerinin yönetimini işçilere bırakmıştı. Laiklik ve eğitim konusuna çok büyük önem vermişti, herkes için zorunlu, parasız ve laik eğitimi getirerek kilise okullarını kapatmış, kilisenin mal varlığını kamulaştırmıştı. Hayata geçirme fırsatı olamasa da kapsamlı öğretim planları hazırlamış, politeknik eğitimi savunmuş, tüm işçi mahallelerine kreşler açılmasını öngörmüştü. Komün’ün vasiyetnamesi de denen 19 Nisan tarihli bildirgesinde, kendi bütçesini oylayıp vergilerini belirleyecek, kendi görevlilerini atayıp öğretimini, zabıtasını, savunmasını örgütleyecek, bir sözleşmeyle birbirine bağlı özerk komünlerden oluşan bir siyasi model önermeye çalışmıştı.
İktidarlar istedikleri kadar halk hareketlerini siyaset dışına itmeye, ayaklanan halkı şeytanlaştırmaya çalışsın, tarihin eleğinden geriye bu demagojiler kalmıyor. Bugün Komün’ü kısa süren hükümet döneminde attığı ve atmadığı adımlarla, açtığı siyasi tartışmalarla, insanın hiç bitmeyecek özgürlük mücadelesinde bize bıraktığı deneyimle ve isyanın güzelliğine çağıran cesaretiyle anıyoruz.
Vive la commune!