Hangi Asya?
Asya deyince aklımıza ne gelir ilk olarak? Japonya’nın mistik tapınakları mı yoksa Tayland’ın bembeyaz kumlu plajları mı? Hindistan’daki sokakların kirliliği mi yoksa Çin’in hızlı trenleri mi? Hangisi daha Asya’dır?
Ali Rıza Arıcan
Asya çok geniş bir kıta. Dünya nüfusunun yarısından fazlasını barındıran, yerkürenin toplam karasal alanının yüzde 30’unu kaplayan, ilk düşünmede aklımıza gelen hemen hemen tüm dinlerin doğumuna ve gelişmesine ve hatta bazılarının ölümüne tanık olmuş, iklim ve yaşam çeşitliliğinde muazzam bir spektrumu bizlere sunan dev bir kara parçasına verilen kısacık addır Asya. Bir yönüyle Avrupa’nın icadı ya da kurgusudur. Bir yönüyle de Avrupa’yı icat eden ve besleyen en kalın damarların kaynağıdır. Bu derece büyük bir alanın içinde yaşayan 4 milyar küsur insanın farklılıkları da doğal olarak; etnik, dinsel ve politik alanların dışına taşmak zorunda. Asya deyince aklımıza ne gelir ilk olarak? Japonya’nın mistik tapınakları mı yoksa Tayland’ın bembeyaz kumlu plajları mı? Hindistan’daki sokakların kirliliği mi yoksa Çin’in hızlı trenleri mi? Hangisi daha Asya’dır? Ya da zihnimizde oluşan Asya şemasına hangisini daha çok yakıştırmaktayız? Kendisini ateist olarak gören bir Vietnamlıyla, koyu bir şekilde Katolik inancına bağlanmış bir Filipinli arasında nasıl bir benzerlik yakalayabiliriz? Aynı şekilde Tanrı Ganeş’e hediyeler sunan bir Hindu’yla, eşcinsel ilişkide bulunanların kırbaçlanmasını izlemek için kasabanın meydanına giden Endonezyalı arasında hangi ortak noktadan söz edebiliriz? Yanıtı çoktan vermiş olmalısınız.
Evet, yok böyle bir ortak nokta. Olması gerekiyor mu sorusu sorulmalı belki de! Örneğin Avrupa’yı Avrupa yapan değerler az çok hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde benimsenmiştir. Aydınlanma, hümanizm, ifade özgürlüğü gibi temel kavramların üzerinde Antik Roma ve Yunan uygarlıklarının bir devamı olarak yükselmiştir Avrupa kıtası. Sömürgecilik ve yayılmacılıkla güçlenmiş, silah zoruyla elde ettiği kaynakları kan ve gözyaşı pahasına çalarak zenginleşmiştir. Hollanda’dan Portekiz’e, İngiltere’den İtalya’ya kadar Avrupa deyince akla gelen tüm ülkeler bu kirli oyunun içinde yer almışlar ve şimdilerde Doğu'daki uyanışların bir neticesi olarak yayılmacılık sonrası kaybettikleri ekonomilerin sarsıntılarını yaşamaktadırlar. Avrupa yapmış olduğu zulümlerin ve geride bıraktığı sefaletin cezasını ekonomik durgunlukla ve bunun beraberinde getirdiği pek çok sosyal sorunla yaşarken; Doğu Asya’da hem ekonomik hem de sosyal alanda büyük bir dirilişin yavaş ama emin adımlarla gerçekleştiğini gözlemliyoruz.
ÜÇ ÜLKEDE KONFÜÇYÜSÇÜ GELENEK HÂKİM
Japonya’nın ve Güney Kore’nin 20'nci yüzyılda göstermiş oldukları muhteşem ekonomik kalkınmaya şimdi de Çin’in başarısı ekleniyor. Çin’in kalkınmasını Japonya’nın ve Güney Kore’nin kalkınmalarından ayıran yönleri çok olsa da (başka bir yazının konusu) şimdilik ortak paydalara bakalım. İlk göze çarpan ortak nokta bu üç ülkede de ciddi bir Konfüçyüsçü geleneğin hâkim olduğu gerçeğidir. Konfüçyüsçülük; eğitime aşırı derecede önem veren, sosyal düzenin / huzurun korunmasını bireylerin menfaatine yeğleyen, aile kurumunun kutsallığına inanan ve para kazanıp ebeveynlere bakmayı çocukların üzerine dinsel bir ibadetmiş gibi yükleyen katı bir ahlaki sistem olarak tanımlanabilir. Batı uygarlığının tersine, insanın doğal yeteneklerini kullanarak değil de sadece ve sadece disiplinli bir eğitimle iyi bir vatandaş olabileceğini savunur Konfüçyüs. Doğal olanın otomatik olarak iyi olacağı yanılgısı bu toplumlarda hiçbir zaman yaygınlaşmamıştır. Klasik eğitimde matematik, edebiyat (şiir), ritüeller ve yönetme sanatı önemli yer tutar. Bireyler klasik eserleri okuyarak, hatta ezberleyerek bilgili insan düzeyine ulaşabilirler. Öyle ki iyi vatandaşlar üretmek sadece devletin sorumluluğu değil; dinin, ekonominin ve eğitim sisteminin de sorumluluğudur. Anne babaya itaatle devlet otoritesine itaat arasında dikey bir koşutluk varsayılır. Bu yönden bakınca toplumsal hiyerarşinin huzurun korunması için çok hayati bir görevi üstlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Konfüçyüsçülüğün tek avantajı insanlara iyi bir vatandaş olmalarını salık vermesi değildir; modernlikle çatışan noktalarının az olması ve bu pürüzlerin bireylerin kendi kişisel yorumlarıyla kolayca aşılabilmeleri, bu dine / geleneğe mensup insanların modern hayata çok daha hızlı bir şekilde uyum sağlamalarına olanak sağlamaktadır. Burada Konfüçyüsçülüğün insanın özel hayatına dair pek çok konudan söz etmeyip sadece onun toplumsal rolüne odaklanması yine bir artı olarak görülebilir. Yani, bu toplumlar doğaları gereği laiktir veya laikliğe yatkındır. Bu da toplumun değişmez göksel kurallara bağlı değil de pragmatik nitelikte gelir geçer kurallarla idare edilebileceğini öngörür. Bu pragmatik kuralları koymak, yeri geldiğinde değiştirmek ya da yenilemek de devletin görevidir.
İKİ FARKLI ASYA PROFİLİ
Kuzeydoğu Asya hızla modernleşip gelişmiş ekonomilerle aradaki farkı kapatırken, Asya’nın diğer kısımlarında yüzyıllardır süren kaos ve geri kalmışlık, ufak tefek kıpırdanmaları saymazsak, aynı sıradanlığıyla devam ediyor. Çin ülkenin dört bir yanını saatte 300 kilometre hızla gidebilen trenlerle donatırken, yoksulluğu bitirmek için başlatılan dev projelerle köylülere umut verirken ve sıkı sıkıya sahip çıktığı istikrar politikalarıyla halkı ekonomik anlamda rahatlatırken ne Hindistan, ne Güneydoğu Asya’daki Budist ülkeler ne de Güneybatı Asya’daki Müslüman ülkeler bu gelişmelerden bir ders çıkarmış gibi görünüyorlar. Bu farkın, yani Kuzeydoğu Asya (Çin, Güney Kore, Japonya) ülkeleriyle Asya’nın kalanı arasında gitgide açılan ekonomik ve sosyal uçurumun ileride kaşımıza iki farklı Asya profili çıkaracağı aşikârdır. Her ne kadar içinde barındırdığı Çin ve Hindistan kökenli tüccar nüfusuyla Malezya ve Singapur bu ayrıma istisna oluşturacak gibi görünüyor olsalar da, hem nüfusun azlığı hem de uluslararası sahadaki nüfuzun zayıflığı gerekçeleriyle bu iki ülkenin çok bir fark yaratmayacağını öngörebiliriz.
Modernliği içselleştiremeyip, geleneklerin ve dinlerin önerdiği şekilde gerçeğin kendisiyle değil de tezahürleriyle ilgilenen Güneydoğu ve Güneybatı Asya ülkeleri ise “yaralı bilinç*” olma karakterini uzun süre daha üzerlerinde, çıkmayan bir vişne lekesi gibi taşıyacaklar gibi görünüyorlar. Uygarlıklar arası çatışmaların mükerreren yaşandığı ve bunlardan ders çıkarılmadığı geniş çatlaklı bu toplumlarda, modernlik bir çeşit günah keçisi konumuna indirgenmektedir. Ekonomik geri kalmışlığın neden olduğu miskinliği, bir türlü istenen düzeye çıkmayan okuryazar oranını, verimsizce kullanılıp heba edilen insan gücünü, her iki paradigmanın genetik özelliklerini taşıyan melez olmak yerine dejenere halde doğan amaçsız gençliği, bir türlü yenemedikleri modernliğe bağlarlar. Kimi zaman kimliklerini onu işgal etmeye hazırlanan güçlerden koruma adına, kimi zaman da Batı'nın ahlaksızlığı diye niteledikleri bireysel özgürlükleri kötülemek için hep aynı bahaneleri üretirler ve nihayetinde yerlerinde saymaya devem ederler. Oysa modernlik eleştirel aklın iktidarından başka bir şey değildir. Bu iktidarın eğitimden ekonomiye, sanattan siyasete her yere sızması ve kendisini gerçekleştirmesidir.
ÇİN BİRLİKTE BÜYÜMEK İSTİYOR
Çin’in modernleşme sürecinin de pürüzsüz ve kolay olacağını düşündüğüm sanılmasın. Elindeki kültürel ve ekonomik avantajların yanında nüfus ve geniş coğrafya gibi dezavantajları da var Çin’in. Gelişme adına atılan adımların çoğu olumlu olsa da etnik azınlıklar konusunda alınan bir takım hızlı kararların hem bu halkların ve kültürlerinin geleceği adına endişe verici hem de Çin’in adil ve merhametli ebeveyn imajına gölge düşürücü nitelikte olduklarını ifade edersek pek haksızlık yapmış sayılmayız. Büyüme tabii ki sancısız olmaz ama bireylerin kültürlerini hiç sayma pahasına uygulamaya konan politikalar eninde sonunda halkın çeşitli kesimlerinden gelen haklı tepkilere neden olacaktır. Evet, Çin hızla büyümektedir ve bunu, sömürgeci zihniyetli onlarca ülkenin ısrarlı karşı propagandalarına rağmen başarmaktadır. Bu noktada Asya’nın diğer gelişmiş ülkelerinden ayrılmaktadır. Ve ayrılan tek yönü bu değildir.
Kore ve Japonya’nın aksine Çin, büyüme yolunda bencil bir yol izlemek istemiyor gibi görünüyor. Kuşak ve Yol Girişimi bu sözü edilen “birlikte büyüme” talebinin bir göstergesi. Çünkü biliyor ki kendisi büyüyüp zenginleşirken etrafındaki ülkeler yoksullaşırsa ya da yerinde sayarsa, bunun sonucunda ortaya çıkacak olan terör ve göç dalgalarından yine Çin zarar görecektir. Ekonomik büyüklüğü göze alındığında Çin’i, kütlesi gittikçe artan bir kara deliğe benzetebiliriz. Fizikçilerin kütlenin uzay-zamanı nasıl büktüğünü açıklamak için verdikleri bir örneği ödünç alarak izah edeyim. Gergin çarşafın ortasına konmuş olan ağır metal top çarşafı nasıl bükerse, Çin de etrafındaki coğrafyayı ister istemez kendisine doğru bükecektir. Bu bükülme eğer Çin önlemini almazsa çarşafa konmuş tüm misketlerin ortadaki ağır metal topa yapışmasına kadar devam eder. Çin, şimdilik bu bükülmenin etkisini azaltmak için Afrika kıtasını kaynak olarak kullanıyor olsa da eninde sonunda sınırlarını paylaştığı ve kendisini Avrupa’ya bağlayan ülkeleri barışçıl bir yöntemle yörüngesine oturtmak zorundadır.
Yeni dünya düzeni, eski dünya düzeninden ne kadar farklı olur bilinmez. Şimdilik elimizde politikacıların vermiş olduğu iyimser sözlerden başka bir şey yok. Bir de umudumuz var, Asya’nın diğer ucunda yer alan ülkemiz de bir an önce yaralı bilinç halinden kurtulur da silkinip kendisine gelir. Kim bilir, belki de yüzyıllardır Batı'da arayıp da bulamadığı ilhamını Çin’de bulacaktır.
* İranlı yazar Daryush Shayegan’ın yazmış olduğu kitaba verdiği ad.