Anadolu’nun dünü-bugünü içinde Aleviler
Aleviliğin içinde karşılaştığımız değişik dinlerin ve kültürlerin unsurları üzerinden bir değerlendirme yapmak, kolaycılığa kaçarak Aleviliği oraya buraya mal etmek, Aleviliği bilmemek ve anlamamaktan öte Anadolu’yu ve Anadolu’ya binlerce yıl hâkim olan kültürel birikimi anlamamaktır.
Hasan Kaya
Anadolu’da birçok uygarlığın oluşturulduğunu, büyük medeniyetlerin var edildiğini biliyoruz. Yazılı tarih gibi insanlığın birçok ilkinin başladığı yer Anadolu’dur.
Mağara ve doğal korunakların dışında ilk yaşam alanlarının yapıldığı, ilk şehirlerin inşa edildiği yer de Anadolu’dur. Anadolu’da doğanın doğal beslenme aracı olmaktan çıkması, tarımsal üretime geçiş, evcil hayvanların yetiştirilmesi çok erken bir dönemde başlamıştır.
Ön Asya’da yaşamış en çok bilinen halklar arasında Asurlar, Hititler öne çıkarlar. Komşu ve yakın coğrafyada güneyde Sümer, Babil, batıda Grek uygarlığının ilk temsilcileri yer alırlarken uzak komşular arasında Hint ve Mısır uygarlığını saymak mümkündür.
Anadolulu halklar arasında Hititler en çok Anadolulu olandır. Anadolu’ya sonra geldikleri sanılan Hititler bu topraklara sahip çıkmış ve geçmişleri ile olan bağlarını bu sahiplenme ile yitirmişlerdir. Nereden geldikleri tam olarak bilinmeyen Hititlerin bu gizemi, onlara değişik kesimlerin sahip çıkmasının da nedeni olmuştur. Ancak bütün sahiplenmelere rağmen Hititlerin Anadolulu olduğuna hiç şüphe yoktur. İnançları ve oluşturdukları kültür henüz bütün yönleri ile bilinmese de, arkeolojik kazılarla ortaya çıkartıldığı kadarıyla bu kültürün ve yaratılan uygarlığın günümüze kadar yaşadığının izlerini görmekteyiz. Hitit kültürünün yaşama direnci ve kalıcılığının sırrı, kendisinden önceki kültürel birikime sahip çıkmasında yatmaktadır.
Hitit öncesi inançların ve kültürel birikimin üzerinde şekillenen Hitit Kültürü ve inançları, gücünü geçmişten alarak günümüze kadar uzanmayı başarmıştır. Özünde hiçbir kültür ve inanç, geçmiş kültürlerden bağımsız, onlardan etkilenmeden var olmaz. Ancak Hititlerin sahiplenmesinin nahif bir biçimi ve kendine özgünlüğü olduğunu da belirtmek gerekir. Onlar kendilerinden önce Anadolu’da yaşamış kültür ve inançları sahiplenirken, özünü bozma yoluna gitmemişlerdir. Bu anlayışı, komşularının ve girdikleri savaşlarda yendikleri hasımlarının kültürleri ve inançları içinde yapmışlardır. Yendikleri hasımlarının tanrılarını başkentlerine taşırken adlarını değiştirmedikleri gibi, duaları da aynı dilde sürdürmeye özen göstermişlerdir.
Nedeni ne olursa olsun, insanlığın var ettiği kültürler birikimine olduğu gibi sahip çıkmak, onu yaşatmak, yaşatırken kendinin kılmak anlamını içeren bu anlayış, son derece ilginçtir. Bugünün değerlendirmesi ile Hititlerin hiçbir kompleksleri olmadığını söylemek mümkündür.
Bu yaklaşım daha sonra bu topraklara egemen olanlar tarafından reddedilmiş, hızla bundan uzaklaşılmıştır. Tekçi, tek renkli ve tek sesli toplumlar yaratılmaya çalışılmıştır. Önce Hıristiyanlık daha sonra İslam ile bu tekçiliğin doruğuna çıkılmıştır. Tek tanrı, tek din merkezli bu inançların egemen olduğu ve resmi devlet dini olarak kabul edildiği duraksamadan başlayan tekçi anlayış, Anadolu’nun dünü ile tüm bağlarını kopartmak istemiş ve Anadolu’nun çok sesli ve çok renkli zenginliği yadsınmıştır.
Ancak geçmişi reddediş bir noktadan sonra olanaksız olmuş ve tüm çabalar bir anlamda boşa gitmiştir. Geçmiş kültürlerin yaşama direnci, tüm inkâr edişleri boşa çıkarmış ve geçmiş kültürler, değişik biçimlerde yeniye eklemlenerek var oluşunu sürdürmüştür.
Dünden bugüne var olan, adını bildiğimiz, bilmediğimiz uygarlıklardan geriye kalan ögenin kültür olduğu ve Kültürün bir toplumdaki davranış biçimlerini, alışkanlıkları, siyaset ve siyaset yapma biçimi ile inançları, geleneği, göreneği ve ahlakı da içerdiği kabul edilir. Bu anlamda kültürden söz ettiğimizde sadece sanatsal yaratımlardan söz etmediğimiz, yaşama dair olan unsurların hepsinden söz ettiğimiz düşünülürse bu yadsımanın olanaksız olduğu da anlaşılacaktır.
Geçmiş kültürlerin yaşama direnci, o kültürlerin etki alanları içinde gördükleri kabul, yaşamı doğrudan etkileyip şekillendirmeleri ile doğru orantılıdır. Etkilemenin siyasal ve askeri güçle oluştuğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Ancak siyasal ve askeri etkileme kısmı, geçici bir etkileme olmaktan öteye geçmez. Kalıcı olan, dünden bugüne, bugünden yarına uzanan halkların yaratığı kültür ürünleri ve kültürel değerlerdir.
Geçmiş kültürlerin bazı unsurları doğrudan günümüze kalırken bazılarının da değişik biçimler altında var olmayı sürdürdüklerini biliyoruz. Bezen hâkim olan kültüre eklemlenerek ve geçmişini içinde saklayarak yaşarlarken, çoğu zaman da kılık değiştirip farklılaşarak varlıklarını sürdürmeye devam ederler. En ilginç olanı ilk çıkış dönemlerinden çok farklı hatta bazen onun tam karşıtı bir anlam ve içerikte karşımıza çıkmalarıdır.
Örneğin; başörtüsü, çıkışı ve sembolize ettiği anlamın çok uzağında durarak var olmaya devam etmektedir. Sümer tapınaklarında tanrılara adanmış yaşamları ile “genel kadının” başını örtmesinden, Hıristiyanlıkta rahibelerin başlarını örten özel kıyafetleri, manastırlarda İsa’ya adanmış yaşamları ve İslam toplumlarında ki “namuslu” kadının başını örtmesi, dünden bugüne tanrılara adanan yaşamların özel giysiler ve örtünme ile sürdürüldüğünü bize göstermektedir. Bu benzerliklerin tesadüfî olduğunu düşünmek ve aralarında hiçbir bağın olmadığını ileri sürmek pek de mümkün gözükmemekte.
Anadolu dününe ait birçok unsuru değişik kılıklarda kitap dinleri içine sokmuş, bu dinlerin bir unsuru olarak yaşamasını sağlamıştır. Hiçbir inancın geçmişi yadsıyarak var olduğu düşünülemez. İnsanlığın, dünü yadsıyan hiçbir inan dizgesi ve düşün sistemi yoktur. Ön Asya, geçmişinden getirdiği zenginliği, var ettiği kültürler, düşünce ve inançlara yurt olmasıyla bugünün şekillenmesini dünü ile etkilemiştir.
Örtünme ve başörtüsü örneğinde olduğu gibi Anadolu’nun dününe ait olan birçok unsuru İslami bir kılık altında günün inançları içinde görmek mümkündür. Örneğin; Anadolu da çok yaygın karşılaştığımız kadınlar ile erkeklerin birlikte sofraya oturmaması ve çoğu yerde kadınların kocalarına adları ile seslenme yerine bir lakap ile seslenmeleri. İslami bir uygulama olarak kabul gören ve bu biçimiyle İslam’ın kadını dışlaması, “eksik” görülmesi anlayışına denk düşen bu uygulamanın İslam ile hiçbir alakası olmadığı gibi ilk uygulandığı biçimi ile kadınların dışlanması ile de ilgili değildir.
Bu noktada Herodotos’a kulak verdiğimizde asıl gerçeği tanıma ve anlama olanağı buluyoruz. İlk adı Anaktoria olan Miletos’u Yunanistan’dan gelen İonialılar yenince, belli yaştaki erkeklerin hepsini öldürür ve onların kızları ve kadınlarını alırlar. Bu kadınlar da ilginç bir şekilde bunun öcünü almak için yeni kocaları ile sofraya oturmaz ve adları ile seslenmezler. Bunu bir yeminle kuşaktan kuşağa sürdürmüş olan kadınların bu davranış biçimi, zaman içinde ilk çıkış nedeni ve anlamını yitirerek günümüze kadar getirmişlerdir.
İlk Çağ Anadolu uygarlıklarının var ettiği mitolojik söylencelerin birçoğu halk arasında yaşamakta ve varlığını değişik biçimlerde sürdürmektedir. Bunun gibi bir döneme damgasını vurmuş anlayışlar da hala yaşamaktadırlar. Anadolu’da İslam’a rağmen hangi inanca ait olduğu hiç sorgulanmadan halkın ziyaret edip, kutsal kabul ettiği onlarca, yüzlerce ziyaretin olması, Alevi inancı içindeki sayısız kutsalın varlığı ile “Hititlerin bin tanrılı halk” olarak tanımlaması arasında bir ilinti olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Hititlerin salt kendi tanrılarına ve kutsallarına saygı göstermediğini, komşularının kutsallarını ve tanrılarını da kutsadıklarını ekledikten sonra, bu geleneğin olduğu gibi Alevilerde devam ettiğini söylemekte hiçbir sakınca yoktur. Aleviler kendi inanç dizgeleri içindeki kutsallara verdikleri değere eş olarak, diğer inançların kutsallarına ve simgelerine de değer verirler. Dört kitabın dördüne de saygı duyar ve peygamberlerin tümüne sahip çıkarlarken, bu dinlerin kutsalları ile çelişmez, aksine onları kendinin kabul ederler.
18. yy da Doğu Anadolu’da daha çok Ermeniler ve Süryaniler içinde misyonerlik çalışması yapan bazı Protestan misyonerler, Aleviler ile karşılaştıklarında Alevilerin her dine hoşgörü ile yaklaşması ve Hristiyanlığın kutsallarına saygılarından dolayı, onları da bilmedikleri bir Hristiyan grup olarak değerlendirip rapor ederler.
Bunun bir benzeri bugün İslam misyonerler tarafından yapılmaktadır. Aleviler arasında İslam’a hoş görülü yaklaşım, bazı İslami sembolleri hiç çekinmeden kullanma, onların İslam içinde görülmesinin asıl nedeni olmaktadır. Bu sığ, Aleviliği anlamaktan uzak değerlendirmelerden kalkarak, bir sonuca varmalar bazen bilerek, bazen de bilmeyerek yapılmaktadır. Nedeni ne olursa olsun bu yaklaşım son duraksamada Aleviliğe zarar vermektedir.
Alevilerin inançlarına eklemlenen, zaman içinde Aleviliğin ve/veya Alevilerin kendine özgü yorumu ile kendinin kıldığı diğer dinlerin ve kültürlerin unsurlarının Alevilikten ayrılması ve dışlanması olanaksızdır. Farklı kültürlerin, inançların yan yana, iç içe yaşamasının doğal sonucu bu etkileşim süreci yaşamaları ve yakınlaşmaları son derece doğaldır. İslami sembollerin Aleviler arasında giderek daha çok kullanılması ve kabul görmesinin bir nedeni bu ise diğer bir neden de devletin ve diyanetin sistemli bir asimilasyon politikası izlemesidir.
Birincisi ne kadar doğal ve kabul edilense diğeri o kadar kabul edilmezdir. Farklı olanların kendi arasındaki mücadelesi eşitler arasındaki bir mücadele ve savaşım olmasıyla bir karşıtlığı içinde taşımasına rağmen çatışmayı uzlaşmaz karşıtlık noktasına taşımaz. Ancak dışarıdan devletin maddi ve manevi gücünü kullanarak bu alana uygulanan her müdahale, sürecin doğallığını sekteye uğrattığı gibi iç barışı da bozar. Birinin diğeri üzerinde egemenliğini öngören bu müdahale, zaman içinde doğal olan mücadeleyi hasım tarafların kavgasına dönüştürür. Bu anlamda “aynılaştırmanın huzuruna” varmak adına bir araç olarak görülen etnik ve dinsel asimilasyon girişimleri, birliğin beraberliğin dinamitlenmesi ile sonuçlanmaya mahkûmdur.
Aleviliğin içinde karşılaştığımız değişik dinlerin ve kültürlerin unsurları üzerinden bir değerlendirme yapmak, kolaycılığa kaçarak Aleviliği oraya buraya mal etmek, Aleviliği bilmemek ve anlamamaktan öte Anadolu’yu ve Anadolu’ya binlerce yıl hâkim olan kültürel birikimi anlamamaktır.
Anadolu değişik kavimlerin gelip geçtiği, yurt edindiği insanlığın en eski yerleşim yeri olmasıyla çok sayıda değişik medeniyete ev sahipliği etmiş, bazen art arda, bazen yan yana, iç içe değişik kültürlerin var olduğu birlikte yaşadığı topraklar olarak bu çok renkliliğine uygun bir yaşam anlayışını şekillendirmiş ve geliştirmiştir. Bu yaşam anlayışının günümüzdeki temsilcisi olan Aleviliğin, değişik dinleri dışlamaması bir yana onlara yakın durması, kendi içinde özümsemiş olması, Alevi hümanizmasının temelini oluşturmaktadır. Farklı olanı “ötekileştirmeyen,” kendi dışındaki her inanç ve kültürle barış içinde yaşamayı öne alan anlayışının temeli de, Anadolu’nun geçmişten bugüne getirdiği zenginliğe sahip çıkma ve Anadolu gerçeğinin bilincinde olma olarak yorumlanabilir.
Nesnel karşılığı olmayan, gücünü ve varlığını hayatın kendisinden almayan düşünceler uzun ömürlü olmazlar. Topluma hâkim olan ve dünden bugüne yaşayan inançlar, düşünceler güçlerini ve var oluşlarını maddi hayatın kendisine borçludurlar. Karl Marx “Din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.” derken bu gerçeğin altını çizmektedir. Alevi inancının ve hümanizmasının temel unsurlarından olan “Yetmiş iki milleti bir gözle görmek” Anadolu gerçeğinin ve tarihinin kısa ve özlü bir özetidir.
Yunus Emre’nin dizelerinde bu çok renkliliğin kişi ve toplumun zenginliği olarak öne çıkarıldığına tanıklık edilirken, Pir Sultan Abdal’da bu çok renkliliği yok etmek isteyen anlayışın fütursuzca saldırıları karşısında savaşçı bir tutum geliştirilir. Çünkü bu çok renkliği yok saymak ve tekçi bir anlayışta buluşma isteği Anadolu’yu bir kargaşa alanına dönüştürmek, yaşamı zora sokmak ile eş anlamlıdır.
Sünniliğin hâkim din, hâkim inanç olarak dayatılması, Sünnilik dışında kalan dinlerin, inançların kargışlanması ile yüz yıllardır bir arada yaşayan insanların birbirilerini hasım/düşman görmeleri için özel çaba içinde olunmuş, birçok katliamın yaşanmasına sebep olunmuştur. Bu tekçi anlayış bir başka yanıyla yan yana, iç içe yaşayan değişik inançların barış içinde birlikte yaşadığı bu topraklara ihanettir.
Dünden bugüne tekçi anlayışların tüm dayatmalarına rağmen çok kültürlü, çok inançlı olma özelliğiyle Anadolu, buna uygun düşen yaşam biçimini şekillendirmiştir. Anadolu’nun geçmişinden getirdiği bu çok sesli, çok renkli yapısı reddedilmeden ve bu zenginlikten vazgeçilmeden tekçiliğe varmak olanaksızdır…