Yeni Türkiye ne izliyor?
Yeni Türkiye’de büyük paralar harcanarak FETİH 1453 gibi gişe rekortmeni filmler, Muhteşem Yüzyıl gibi dünya çapında reyting rekortmeni diziler çekiliyor. Osmanlı’ya ait mitler tekrardan üretiliyor ve sahipleniliyor. Türklerin bir zamanlar ne kadar kudretli oldukları kitlelere anlatılıyor. Kitleler “sen muhteşemsin, sen süpersin, sen önemlisin” denerek pohpohlanıyor.
Baran Tekay
Siegfried Kracauer, ‘Caligari’den Hitler’e: Alman Sinemasının Psikolojik Tarihi’ isimli kitabında bir toplumun sinemasının o toplumun ruh hali ve iç çelişkilerini yansıtan bir ayna görevi üstlendiğini iddia etmiştir. Gerçekten de Kracauer’in incelediği dönemde (Weimar Dönemi) Almanlar 1'inci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, imzalamak zorunda kaldığı çok ağır anlaşmalar ve toparlanması zor savaş yaralarıyla ekonomik, politik ve sosyal anlamda ciddi bir bunalım içine girmişti. Fakat aynı zamanda bir ikilem söz konusuydu. Enflasyon, işsizlik ve açlığın çok yoğun yaşandığı bu dönemde bir şekilde Alman sineması altın çağını yaşıyordu.
UFO stüdyosunun sinemacıları sembolizm ve mizansenin olanaklarını yoğun bir şekilde kullanarak son derece stilistik bir sinema üretimi içine girmişlerdi (Alman Dışavurumcu Sineması). Golem (1915), Dr. Caligari'nin Muayenehanesi (1920), Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi (1922) gibi bu dönemin en önemli yapımlarında da görülebileceği gibi bu dönem filmleri ile gerçek dışı, absürt dekorlar, çarpıtılmış perspektifler, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımı, karanlık, psikolojik, fantastik hikâyeler özdeşleşmiştir.
Kracauer’e göre, bu dönem filmleri sanatsal ve anlatısal atmosferi ile topluma, yaşanan gerçeklikten kaçışı ve kaderciliği öğütler; bununla beraber kaos ve tiranlık dışında hiçbir alternatif sunmaz. Ve gene Kracauer’e göre kadercilikle birleşen toplumdaki atmosfer ile Nazizmin yükselişine olan dirençsizlik ve yaklaşmakta olana yönelik yaygın kabulleniş arasında ciddi bir ilişki vardır. (1)
Bu videodan Alman dışavurumcu filmleri, kullanılan motiftler, ışık ve hikayelere dair bir fikir edinilebilir.
Peki Türkiye sinemasına bakarak topluma ve ülkeye dair neler söyleyebiliriz? Daha doğru bir ifadeyle Türkiye’de özellikle son 15 yılda nasıl kitlesel filmler ve diziler üretiliyor; ne tarz yapımlar gişe ve reyting rekorları kırıyor? Kısaca Türkiye ne izliyor?
TÜRKİYE'DE 2000'LER VE GEÇMİŞLE YÜZLEŞME YAPIMLARI
Türkiye 2000'lere gelindiğinde 80'ler ve 90'lar gibi travmatik dönemleri 'geride bırakmış' durumdaydı (bu travma dönemlerinin öncesinin de bir travmalar yüzyılı olduğunu unutmamak gerekir). Türkiye çok büyük yaralar ve ciddi dönüşümlere yol açmış bir darbe dönemi geçirmiş ve bununla beraber kimsenin hatırlamak istemeyeceği katliamların, suikastlerin, savaşın, post modern darbelerin, büyük ekonomik krizlerin yaşandığı bir dönemden yeni çıkılmıştı.
Yaşanmış olan şiddet, baskı ve mücadeleler bireysel ve toplumsal düzeyde travmalar yaratır. Bu travmalarla yüzleşmeden tedavi ve daha doğrusu hayata devam edebilmek pek mümkün değildir. Bu yüzleşmeyi sağlayabilmek, bir yandan da anlatı oluşturabilmeyi gerektirir. İşte bu anlatı araçlarından biri de sinemadır.
Bu bölüm için daha ayrıntılı bir okuma olarak daha önce yazdığım: ‘Devletin Aklı ile Hatırlamak’ yazısı incelenebilir.
2000'lerin başından itibaren yoğun bir şekilde özellikle 80'leri işleyen yapımlar çekildi ve bu filmler ciddi gişe rekorları kırdı. Bu dönem sadece sinemada değil televizyonda da benzer dönem yapımları yer aldı, diziler çekildi. Bu dönem sadece kurgusal hikayelerle değil, belgesel yapımlarla da devam etti. 2000'lerin ortalarına doğru ise popüler TV yapımlarıyla bu sefer daha çok 90'larda yaşananların 'su yüzüne çıkarıldığı' iddia edildi. Sonuç olarak bu dönemin 'yüzleşme' yapımları genel olarak son 50 yılın Türkiye’sinde yaşanmış haksızlıkları, suçları içererek bir tarih anlatısı sundular.
Bu yapımların o dönem bu kadar popüler oluşu, desteklenişi, finanse edilişi veya hikayelerini anlatabilecekleri ortam bulabilmeleri şüphesiz o dönemin siyasi atmosferinden bağımsız değil. Unutulmamalı ki bu dönem aynı zamanda iktidardaki AKP’nin çok yaygın bir şekilde demokrat ve liberal çizgide olduğunu, darbeciler ve derin devletle (halen devam ettiği üzere) mücadele ettiğini iddia ettiği, Eski Türkiye Karanlığı- Yeni Türkiye Aklığı karşıtlığını da yavaştan dillendirmeye başladığı bir dönem.
Bu yapımların iyi veya kötü niyetli olmaları bu yazının tartışmaya çalıştığı şey değil. Rahatsız edici olan, nasıl oluyor da 2000'lerden 2010'lara kadar bu kadar yoğun bir tarihsel yüzleşme yaşanıyorken bu yapımlar son birkaç yılda bıçak gibi kesiliyor. Anlatılacak hikayelerimiz mi bitti?
İzlenince görülecektir ki bu yüzleşme yapımları, işlenen suçları doğru yanlış ortaya çıkarmakla beraber, nostaljikleştiriyor ve onları geçmişe gömüyor. Örneğin, geçmişte uyuşturucu ticareti yapan, insan öldüren, hırsızlık yapan, sömürgeci, kirli bir yapı varmış, artık yok. Savaş çığırtkanlığı yapan, faili meçhul cinayetlerin emrini veren, demokratik çözüm gibi bir gündemimiz yok, savaşacağız diyen liderlerimiz varmış, artık yok. İnsanlar eskiden köylerinden kovuluyormuş, göçe zorlanıyormuş, OHAL'ler yüzünden evine gidemiyormuş, artık öyle bir durum yok. Eskiden siyasetçiler, gazeteciler, aktivistler tutuklanıyor, öldürülüyormuş, akademisyenler susturuluyor, karanlık ilan ediliyormuş, öğrenciler tartaklanıyor, politikacılar üniversitelere savaş açıyormuş, çok şükür böyle şeyler hiç yokmuş gibi bir etkileri var.
Bu yapımların sansürlenmemesi hatta desteklenmesi ile siyaset açısından geçmiş geçmişte kalmış olarak gösterilirken bir yandan şimdinin meşruiyetini de desteklemenin yolu açılmaktaydı. Mesela, Türkiye'de bu yapımlarda geçen suçları işlediği için cezalandırılmış kişi ve kurum sayısı halen yok denecek kadar az.
YENİ TÜRKİYE'DE YENİ HİKAYELER, MİTLER VE KAHRAMANLAR
Peki tekrar soralım, ne oldu da bu yapımlar 2010'larla beraber bıçak gibi kesildi? Bunun AKP dönemindeki kırılmayla (daha doğrusu bu kadar görünür olmasıyla), gittikçe daha da despotlaşma, otoriterleşme, ve dillere pelesenk “Güçlü Türkiye” miti ile nasıl bir alakası var?
Türkiye’de iktidar partisi özellikle kendi seçmen kitlesiyle yıllar içinde güçlenen bir bağ kurdu. AKP yıllarca ezildiğini, kandırıldığını, aşağılandığını düşünen bir kesime bir hayal satıyor:
“Eski günler geride kalıyor. Vesayet rejimi sona eriyor.”
“Yollar, köprüler, inşaatlar yapılıyor, devlet büyüyor, devlet zenginleşiyor!”
“Halk zenginleşiyor (en azından bazıları zenginleşiyor sen de bundan pay alabilirsin).”
“Devlet büyüyor, dünya gücü oluyor, yüce Osmanlı yeniden inşa ediliyor.”
“Millet egemen oluyor: Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak geliyor.”
Bu cümleler tanıdık:
Yeni Almanya'yı Selamlıyoruz!
Yukarıdaki fotoğraflardan da görülebileceği üzere bu propaganda taktiği yaratıcı değil, ama halen işe yarıyor. Kitleler AKP’ye özellikle de Tayyip Erdoğan’a inanıyor, güveniyor. Bu hayali satan, herkese posta koyan, tuttuğunu koparan, kavgadan kaçmayan (ama dün söylediğini işine gelirse bugün unutacak kadar akıllı) ve her şeyden önemlisi güçlü bir liderin peşinden sürükleniyor. Ona karşı libidal bir sevgi hissediyor. (2)
Güçlü Lider=Güçlü Devlet=Güçlü Millet
Tek Millet=Tek Devlet=Tek Bayrak=Tek Adam
Bu denklem, AKP’nin yaptığı bütün seçim, referandum çalışmalarında yer aldı. Bütün propaganda videolarında bu işlendi.
Yani artık AKP’nin kendi meşruiyeti için geçmişle yüzleşmeye eskisi kadar ihtiyacı yok. O artık kendi iktidarını elinde tutuyor. Diğerlerinin elindekini de istiyor, talep ediyor. Hep daha fazlasını isteyen bir topluma, ona göre bir uyuşturucu verilmesi gerekiyor.
İşte bu yüzden de son yıllarda sayısı iyice artan “Süper Osmanlı” filmleri ve dizileri bu noktada daha da dikkat çekici oluyor. Yeni Türkiye’de büyük paralar harcanarak FETİH 1453 gibi gişe rekortmeni filmler, Muhteşem Yüzyıl gibi dünya çapında reyting rekortmeni diziler çekiliyor. Osmanlı’ya ait mitler tekrardan üretiliyor ve sahipleniliyor. Türklerin bir zamanlar ne kadar kudretli oldukları kitlelere anlatılıyor. Kitleler “sen muhteşemsin, sen süpersin, sen önemlisin” denerek pohpohlanıyor. Onlara “istersen tekrar dünya gücü olursun” hayali satılıyor. Bu furyanın en başarılı yapımı Muhteşem Yüzyıl bile Muhteşem Süleyman'ı çelişkileri ve romantik ilişkileri ile insanlaştırdıkça kitleler sinirleniyor, iktidar tarafından bu yapımlar tehdit ediliyor (3). Biri bitmeden yenisi çıkan Osmanlı dizilerinin ardı arkası kesilmiyor.
Fakat sadece geçmişi yeniden üretmek yetmiyor, aynı zamanda yeni kahramanlar da üretmek gerekiyor.
RECEP İVEDİK VE POLAT ALEMDAR FENOMENLERİ
Türkiye’nin son on beş yılının televizyon ve sinema yapımlarından çıkan en popüler iki karakteri: Recep İvedik ve Polat Alemdar. Birisi her çektiği filmle kendi rekorunu aşmakta olan diğeri ise televizyonun ve yer yer sinemanın gişe rekorları kıran bir yapımının baş karakterleri.
Recep İvedik’ten başlayacak olursak, Ekşi Sözlük yazarı “order from chaos”’ın yazısındaki başarılı betimlemesinden bir bölüme bakalım (4):
...
Recep İvedik’in gerçeği de filmi de AKP Türkiyesi’nin ürünüdür. Recep İvedik ne yapar? Kendine göre (çoğunlukla da dış menşeli) teamülleri olan bir ortama girer ve o teamülleri tanımaz, yıkmaya çalışır. Muhakkak kendisine kıl olan "ibne kılıklı geziciler", "vesayetçi elitler" olacaktır, fakat Recep İvedik onları safdışı bırakarak kendi tarzını ortama kabul ettirir. Burada bu filmlerdeki sorunun kabaca bir görüntü kirliliği olmadığını anlamak lazım. Bu filmlerde kaşınan şey çok bildiğimiz bir şeydir. Recep, toplumun “elit” kabul edebileceği pek çok mekana gider. Örneğin bir reklam ajansına, sushi lokantasına, yoga salonuna, golf oynamaya, sosyetik davetlilerin olduğu şık bir partiye, üniversitede bir derse, kütüphaneye, tiyatroya… Ve tüm bu ortamlarda mekanın dokusuna uyumsuzluğu çiğ bir zenofobi eşliğinde gözümüze sokulur. Recep bu uyumsuzluğu mahcup bir boyun eğmeyle geçiştirmez, talep eder, talebi karşılanmazsa mekanın müesses nizamını bozar. Starbucks’ta çay, sushi lokantasında ekmek ister, ekmek olmadığı cevabını alınca garsonu azarlar. Bir bilgisayarı parçalar. kütüphanede görevliyle tartışır. golf sahasında birine levyeyle saldırır. Kostüm partisinde birine bulaşır. Üniversitede hocayı azarlar. Tiyatroda sahneye atlar, oyunun akışını bozarak ortamı kendisi domine eder. Recep'in girdiği ortamlar her zaman böyle olmak zorunda değildir. Bu ortam bir gün anayasal mekanizmalar olabilir, karşı koyduğu teamüller; o şekilde işlemesi gereken yargı mekanizması olabilir. Bir gün gıda kodeksine savaş açabilir. Kamu ihale kanununa karşı çıkabilir. Bunların gereksizliğini belirten, bunları çabuk çabuk atlamak isteyen bir zihnin bayraktarı olabilir. Teamülü destekleyenler arasında, mevcut ortamda hiç bir zaman Recep'in ne kadar aptal,cahil bir hanzo olduğunu üst perdeden dile getirip onu rezil eden onu bozacak olan, ona baskın olan biri çıkmaz. Recep, üniversiteli gençlerin ensesine tokadı basar. Gençler ona teslim olur. Ortamda her zaman üstünlüğünü kurar.
...
Bu okumayı yanlış bulan ve çok abartmamak gerektiğini düşünen Recep İvedik’in Şaban gibi popüler karikatür Türk sinema karakterlerinden biri olduğunu iddia edenler de oldu. Fakat ikisini karşılaştıracak olursak, Şaban karakteri bizzat Kemal Sunal’ın kendi yüksek lisans tezinde de incelediği gibi düzeni, kitleyi, devleti karşısına alır, ona Şarlo-vari bir terörle karşılık verir ve anarşiyi bu düzene egemen getirir.(5) Örneğin, Şaban Türk Sineması’nın ilk korkak askeridir. Şaban’ın anarşistliği, tutunma uğruna her türlü pisliği yapacak olan düzen tiplerine, ağalara, paşalara, apartman yöneticilerine, komutanlara, siyasilere, valilere, patronlaradır ve varlığıyla onların yürütmeye çalıştığı düzeni yıkar. Onun küfrü de mücadelesi faşo ağaya, başlık parasına, sempatisi ise emeğe ve özgürlüğedir.
Polat Alemdar’a gelecek olursak... Kurtlar Vadisi gene AKP Türkiyesi’nde palazlanan bir fenomen. 2003’den beri çeşitli isimler(Kurtlar Vadisi, Kurtlar Vadisi Terör, Kurtlar Vadisi Pusu) ve filmlerle(Kurtlar Vadisi Irak, Kurtlar Vadisi Gladyo, Kurtlar Vadisi Filistin) vizyonda. 400’e yakın bölümü çekildi ve nerdeyse 400 bölümdür her hafta yayınlandığı gün reytingleri alt üst ediyor. Kurtlar Vadisi’nin sinema filmleri de her çekildiği dönem gişe rekorları kırdı. Şu anda ise Pana Film ekibi 15 Temmuz Darbe girişimini anlatan bir film çekmekle uğraşıyor.
Kurtlar Vadisi’nin yarattığı Polat Alemdar karakterin gelişimi dikkate değerdir. Kurtlar Vadisi hikaye olarak bir devlet içi hesaplaşma ile ilgilidir. Derin devleti, mafyayı anlatır. Bir grup fedai, devlete sızmış grupları etkisiz hale getirir, mafyayla savaşır, ülkesi için canını vermeye her an hazırdır. Dikkat edilirse grup kelimesini özellikle kuruyorum. Çünkü 2003’den beri Türkiye nüfusunun önemli bir çoğunluğunun her hafta evine giren Kurtlar Vadisi sadece Polat’ı değil; Çakır, Memati, Abdulhey, Aslan Bey gibi diğer kahramanları da yaratmıştır. Fakat bu aile üyeleri yavaş yavaş ortadan kalkar. Önce Çakır ölür ve Polat tek lider olarak ortaya çıkar, Aslan Bey’in ölümü ile de hocasız kalır. Yıllar içinde ise diğer tüm karakterler bir şekilde Polat’ın yanında gittikçe daha da pasifleşir ve en sonunda diziden ayrılırlar. Polat artık tek liderdir. Bir ekiple çalışıyor olsa da o büyük kahraman özellikleriyle tüm bu ekibin temsil ettiklerinin, yapabileceklerinin vücut bulmuş halidir. Polat artık hikaye içinde de seyircisinin gözünde de ilahlaşmış daha doğrusu doğrunun, hakkın temsilcisi, muhteşem insan olarak bir nevi peygamberleşmiştir. Gerçekten de Polat, ilk sezonlarda mafya ve derin devletle mücadele ediyorken artık ,Türkiye’ye içten zarar verenlerle mücadeleyi hemen hemen sonlandırmış, dışarıdan gelen illimünativari süper anti kahramanları içinde barından mistik, gerçek dışı bir düşman ile mücadele etmektedir. Polat, Türkiye için bütün dünyayla , tüm dış mihraklarla, ordularla savaşmaktadır. Üstüne üstlük o ölümsüzdür. Asla ölmez. Daha doğrusu, her sezon şaşmaz şekilde öldüğü ima edilir ve bir sonraki sezon mucizevi bir şekilde hayatta kaldığı anlaşılır. Polat yeniden doğumun mesihvari bir kahramanın doğru, mert, korkusuz, savaşçı ve Türk halidir.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde AKP kadrosu içinde (Erbakan’ın eski talebeleri) Tayyip Erdoğan’ın ciddi yükselişi de buna paralellik gösterir. Bir kadro projesi olan AKP’de Tayyip Erdoğan dışında hiçbir ciddi aktör, lider potansiyeli taşıyan karakter kalmamıştır. Hocası da artık tarihe gömülü haldedir.
Kasımpaşalı, Polat Alemdar gibi kendi takipçileri gözünde ilahlaşmıştır. O yenilmezdir. Milleti onun yenilmesine izin de vermeyecektir. Çünkü millet Menderesi asanlara, Özalı zehirleyenlere Tayyib’i yedirmeyecektir. Hatta Tayyip Erdoğan’ın temsil ettikleri ve özellikle son referandum çalışmalarıyla daha da fazla dile getirdiği şekliyle Menderes’ten bile yıllar öncesine 200 yıl öncesine dayandırılıyor artık. Tayyip Erdoğan (AKP değil, bizzat kendisi) Abdulhamit’in temsilcisi, 200 yıllık “İttihat ve Terakki Vesayeti” ile savaşan bir “gerçek millet” mitinin vücut bulmuş hali olarak görülüyor. O da Polat Alemdar gibi son peygamber. Artık Tayyip Erdoğan ile Türklük, İslam, Bayrak, Devlet birbirinden ayrı düşünülemez durumdadır. Tayyip Erdoğana muhalefetin vatan hainliği ile eşdeğer olduğu, Tayyip Erdoğan’ın gitmesinin devletin yıkılması demek olarak görüldüğü bir dönemi geçiriyoruz. (6)
ÖNCE SAVAŞ SONRA ANLAT
Peki yeni Türkiye bir yandan kendi karakterlerini ve mitlerini yaratıyorken kendi içinde bulunduğu savaşı nasıl hikayeleştiriyor? Devlet kanalları haberlerle, belgesellerle zaten yürüttüğü savaş için bir propaganda yapıyor.
Daha ayrıntılı bir okuma için daha önce yazdığım “Devletin Gözünden Şahit Olmak” isimli yazı incelenebilir. (7)
Fakat iktidar sahiplerinin kendi savaş hikayelerini üretme zorunluluğu var. Sadece belgesel film çekerek, haberlerde bölgeyi göstererek meşruiyetini sağlaması mümkün değil. Savaşın yarattığı ciddi yıkımın meşruluğunu ispatlamak için için bu felaketin haklılaştırılması, hikayeleştirilmesi, yeni (daha doğrusu tekrar ve tekrar üretilen) mitler ve karakterler üretilmesi gerekiyor.
Bunun için de inanılmaz derecede acele ediliyor. Daha bitmemiş savaşların hikayeleri anlatılıyor, senaryosu yazılıyor, filmleri ve dizileri çekiliyor. Düşününce şu an muhtemelen yoğun bakımda olan bir gazinin hikayesini daha o uyanıp kendi hikayesini anlatamadan akşam anahaberlerden sonra bir dizi şeklinde ekranda görmek ayrı bir inceleme konusu.
Ben bu yazıyı yazarken o dizileri çekenler kadar acele edip bir okuma yapmak istemiyorum. Fakat olana dair fikir vermesi açısından Özcan Kırbıyık’ın gazetekarınca’daki yazısından (8) doğrudan bir kaç alıntı yapmak istiyorum:
....
Geçmiş dönem içinde, Cemaat’in kanalı olan Samanyolu TV’de “Tek Türkiye”, “Şefkat Tepe” gibi dizler yayınlanıyordu. Bu dizlerinin temel trabzanı kaba bir dini-militarist dayanaktı. Bu dizilerde kaba anlamda; Kürt ulusal değerleri, Türk-İslam bakış açısıyla “haram” ve “gayri millilik” olarak aksettirilirdi. Son günlerde yayınlanan dizilerde ise Türk-İslam sentezinin son derece ince bir şekilde işlendiği görülmektedir.
....
Geçtiğimiz bir sene içinde Kürt illerinde büyük bir yıkımla sonuçlanmış ve BM’nin de raporladığı kent savaşlarının ardından TSK’nın “kahramanlığını” işleyen diziler art arda yayımlanmaya başlandı. Bu diziler; Fox Tv’de “Savaşçı”, Star TV’de “Söz”, Kanal D’de ise “İsimsiz” adlarıyla dolaşıma sokulmuştur. Adı geçen dizilerin, kapitalist piyasa düzeni içinde sadece daha fazla kar ve reyting hırsıyla mı yapıldığı, yoksa bunun yanı sıra bölgede devletin bütün ideolojik aygıtları vasıtasıyla meydana getirilmiş olan “çöktürme siyaseti”nin meşrulaştırılmasına dönük tarihsel anlatımın inşasını da mı amaçladığı tartışılmalıdır.
....
Ama esas mesele egemen bir devletin kendi egemenlik sahası içinde yer alan şehirleri her on yılda bir yeniden fethetmesidir. Ve bununla birlikte bu fetihler sonrasında yeni bir mitos inşa etmek arzuna girmesidir. Hatırlanacak olursa, 38 Dersim harekâtında da bu kahramanlık hikayesi Tan vb. gazeteler yoluyla inşa edilmek istenmişti. Ama sonuç yine dönüp dolaşıp aynı bölgelerin yeniden fethedilmesi uğraşı üzerine çakılıp kaldı. Bu yüzden Kürt coğrafyası Türk devleti için sürekli bir fetih alanı haline gelmiştir.
....
Son günlerde dolaşıma giren bu dizilerin de nihai amacı rüştünü ispat ettiğini düşünen iktidarın, halka ulaşma isteğinden ileri gelmektedir.
...
Bu filmler/diziler/belgeseller yalnızca egemenlerin hasım olarak belirlediği kesimlere karşı yapılan bir psikolojik ve tarihsel anlatım üstünlüğü kurma girişimi değil, aynı zamanda sermaye girdisinin de olduğu bir endüstri hareketi olagelmiştir.
...
KENDİN YAP KENDİN ÇEK KENDİN KAZAN
Unutulmaması gereken diğer bir mesele de şu: Sinema, Televizyon para kazandırır. Üretimler zaten çok konuşulanın, arzu nesnesi haline getirilen mitlerin, karakterlerin ve hikayelerin etrafında döner. Çünkü bunlar izlenir, reyting yapar sonunda da sermaye sahibi zenginleşir.
2002’den beri Türkiye sadece sosyal, politik değil aynı zamanda ekonomik bir dönüşüm de geçiriyor. Daha doğrusu parayı yöneten sınıf ve kimlikler değişiyor ve dönüşüyor. Yeni Türkiye, yeni sermaye sahiplerini üretiyor, eskileri de biat etmeye zorluyor. AKP gücünü sadece politik söyleminden değil bu kurduğu ekonomik ilişkilerden de alıyor. Bu noktada Türkiye’de sinema sahiplerinin, dağıtımcı şirket sahiplerinin, film/dizi şirketi sahiplerinin, televizyon kanalı sahiplerinin kim olduklarına ve bunların hükümetle nasıl ilişkileri olduklarına baktığımız zaman hiç de şaşırtıcı olmayan tablolar çıkıyor.
Fakat bir yandan da tüm ekonomik imkanlarına, politik güçlerine ve baskılarına rağmen muhalif ve veya entellektüel yapımlar yapılmaya devam ediyor, festivaller organize ediliyor. Buna da bir çözüm bulmak zorundalar. Küçük bir google taraması ile bile bu alana nasıl alternatif üretilmeye çalışıldığı görülebilir. Kültür Bakanlığı artık desteklerini çok daha dikkatli yapıyor; belediyeler, ortaya yeni çıkan sinema kurumları yerli değerleri, yerli mitleri, yerli hikayeleri destekleme iddaasıyla kendi yarışmalarını düzenliyor, kendi kitaplarını, dergilerini çıkarıyor. Kendi üniversitelerinde açtıkları Sinema ve Televizyon bölümleriyle kendi sinemacılarını yetiştiriyorlar. Kendi okullarında kendi entellektüellerini, sanatçılarını örgütlemeye çalışıyorlar. Kendi organize ettikleri festivallerle de hegomanyalarını daim etmek istiyorlar. Yeni Türkiye’nin “entellektüelleri” ve ”yapımcıları” hem kendi rüştlerini ispatlamak hem de bu piyasadan da daha fazla para kazanmak istiyorlar.
Bir yandan bizzat yeni Türkiye sinemacıları bunları yapmaya çalışırken, eski dönemin (daha doğrusu her dönemin) medya ve film şirketi sahipleri de bir bir biat ediyor.
Yazının sonuç bölüme doğru yazının başındaki döneme, Alman Film Endüstrisine geri dönelim. Günümüzle bazı paralellikler görebileceğimiz bir döneme bir de bu açıdan kısaca göz atalım.
UFA ÖRNEĞİ VE NAZİ SİNEMASI
UFA, 18 Aralık 1917'de, Almanya'da yerli film sayılarını arttırmak ve son derece popüler sinema piyasasından payını çıkarmak amacıyla kurulmuş bir film şirketiydi. UFA eski bir Deutsche Bank yönetim kurulu üyesi olan Emil Georg von Stauß başkanlığında kuruldu. 1933'e kadar da halen sinema tarihi kitaplarında okutulan en önemli filmler bu stüdyonun imzasıyla çıktı. (9)
1925 yılında finansal baskılar, UFA'yı Paramount ve Metro-Goldwyn-Mayer adlı Amerikan stüdyolarıyla dağıtım anlaşmaları yapma zorunluluğuna itti.
Nazi rejimi ülkedeki sermaye sahiplerini destekledi, özellikle ilk dönemlerinde direk film şirketlerini almaya çalışmadı. Onun yerine film yapım şirketlerine ve ürettikleri filmlere gerek sansür gerek maddi baskılar uygulayarak sinemayı yerlileştirmeye çalıştı ve başarılı oldu.
UFA, o dönem sinema salonlarında (film gösterimlerinden önce) yayınladığı haftalık haberlerle (bu sırada Die Deutsche Wochenschau ("Alman Haftalık Gözden Geçirme") uygulamaya sokulmuştu) Nazi propagandasının bir aracı olarak kullanıldı.
Naziler ardından yavaş yavaş küçük şirketlerden başlayarak piyasayı ele geçirmeye başladı. Mart 1927'de, etkili bir Alman medya girişimcisi ve daha sonra Hitler'in kabinesinde Ekonomi, Tarım ve Beslenme Bakanı olan Alfred Hugenberg, UFA'yı satın aldı ve 1933'te Nazi Partisi'ne devretti.
Bu tarihle beraber Almanya'da Naziler sinemayı tamamen ele geçirdiler ve Alman halkına bir hayal satarken sinemayı çok etkili bir şekilde kullandılar.
Naziler'İn kontrolünü eline aldığı Alman sinemasının Leni Riefenstahl gibi kaydadeğer isimleri gerek belgesel gerek kurgusal filmleriyle provakatif bir dil kullandı. Bu anlatım; nasyonal sosyalizm düşüncesinin tüm yurt genelinde kitleselleşmesi açısından büyük bir önem taşıyordu. Riefenstahl başta olmak üzere sinemacılar ülkedeki Alman milliyetçiliğini yücelten, partinin ve Goebbels’in öncelikle amaçladığı ‘halkın kendine güvenme’ hedefini yerine getiren filmler çektiler. Öncelikle halkın ariliği ve yüceliği hakkında halk pohpohlandı ve ‘iç ve dış mihraklar’ betimlendi.
Yeni ‘millet/vatandaşlık’ tanımı, dışlanan diğer mihrak ve vatan hainlerine ait özellikler karşısında yüceltildi, idealize edildi, ardından yapılacak insan tanımına dışlanan kesimlerin uymadığı savı ortaya atılabildi. Bu "bizden olmayan" kesimlerin hor görülmesi, bütün bu düşünsel sistemin devletçi ideolojiden halk ideolojisine dönüştürülmesi sinema sayesinde gerçekleştirilebildi. (10)
(1) Siegfried Kracauer, From Caligari to Hitler: A Psychological History of the German Film, 1947
(2) Hardcore ve bilindik iki örnek olarak: Video1, Video2
(3)Başbakan Erdoğan'dan Muhteşem Yüzyıl'a ağır eleştiri
(4) https://eksisozluk.com/entry/66430738
(5) Tv ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü, Ali Kemal Sunal, 1998
(6) Erdoğan: 'Erdoğan gitsin' demek 'vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın' demektir.
(7) Devletin Gözünden Şahit Olmak/ TRT’nin Pkk ile Mücadele Belgeseli: Bir Başyapıt
(8) Özcan Kırbıyık, ‘Terörle mücadele’ dizileri: Mutlak bir Kürt karşıtlığı, yeniden ‘fetih’ ve mitos inşası
(9) Film History: An Introduction, Kristin Thompson, David Bordwell, 1994
(10) Onur Atay, Nazi Dönemi Alman Propaganda Sineması: Kitleselleşme ve Yıkım, Gayrı Dergisi, 2011