1001 gece değil, 101 gün
Ne demiş popüler kültürümüzün en derin şairi Sezen Aksu, “vicdan, ilahi bir takiptir”. Yaşadığımız ilginçliğin sebebi, belki de kendi vicdanımızın peşimizdeki gözleridir. Çünkü artık “görmedim, bilmedim, duymadım” yok. Haber her yerde, herkes haberde.
Elçin Aktoprak
Adını koyalım, hangi tarafta olursanız olun, hatta bitaraf da olsanız en basit tabiriyle ilginç günler yaşıyoruz. Bu ülke siyasi krizlere, darbelere, haksız ve hukuksuzluklara alışık, alışık da, neden bize en çok şu içinden geçtiğimiz günler garip geliyor… Cevap, en ufak bir iyilik ve adalet emaresi taşıyan habere, videoya gözlerimizin dolmasında saklı sanırım.
Birkaç hafta önce Kaygı’nın Demos tarafından Ankara’da düzenlenen gösterimindeydik. Film bittiğinde iki kolumun da kendimi kasmaktan ötürü nasıl ağrıdığını hissettim önce; kafamda bu topraklarda yakılan insanlar geçidi...
Sonra filmin yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik’le söyleşi başladı. İlk sözü arkalardan, yaşça hepimizden büyük bir kadın aldı ve tok, kendinden emin bir sesle teşekkür etti. Madımak’ta yakılan arkadaşları için, bu ülkede en azından birileri hafızaya değer verdiği için... Sağ gözümden inen sakin yaşlar durmadı. Açlık, güzele açlık...
Bir ilk filmin eksikleri yok mudur, vardır elbet. Sinemacılar onları yazar; ama ben sade suya bir izleyici olarak günlerce şu sahnelere takıldım: Yeniden yapılanan bir şehirde yükselen binalar, inşaat gürültüsü ve birden kameranın takıldığı eski tuğlalar, orada öylece kalakalmış...durakalmış... Aynı hafızamız gibi birbirine açılan odalardan oluşan bir ev, en çok kullandığımız odadaki bir sesin veya bir eşyanın bizi unuttuğumuz boş odalara sokması, odaların yavaş yavaş donanması... Hatırladıkça ısınan duvarlar, duvarlardan yanan elimiz... Yüzleşme.... Ve kahramanımız Hasret, adında ne çok anlam gizli Hasret... Geçmişle hesaplaşırken aklının sınırlarını zorlayan, kendini yeniden kuran...
Aynı günlerde bir de Hikmet Hükümenoğlu’nun Körburun’unu okuyordum, başka bir geçmişle yüzleşme, bir adada iç içe geçen zaman... Seher... Güzel bir tesadüf gibi Hasret ve Seher’in bendeki yan yanalığı... Vakitlerden bir seher vaktinde doğmayan, ama kendini bir seher vaktinde doğuran Seher... Körburun bir ada ya da belki de bir çıkmaz sokak pek çok sakini için. Herkesin herkesi tanıdığı yerlerde kök salmasına inanılmayanın tanığı, linçin tanığı bir hafıza hapishanesi Körburun. Distopya değil, burun buruna yaşanan ama kimsenin kimseyi gerçekten tanımadığı bir yakınlıkta kolektif hafızanın tüm mezarlarını kuşaklara aktaranlar, vicdanlarını vatanseverliğin sorgusuz sıcağına bırakanlar dünden ve bugünden, burada. Seher... yine de Seher bir güzel vakitte inkar ettikleriyle yüzleşen yüzleştikçe kendini yeniden kuran, kurdukça çıkmaz sokaktan çıkan...
İyiliğe ve güzele açlıktan girip Hasret ve Seher’e bağlamak açlığı, açlığı geçmişteki iyilik ve güzelliğe açlıktan alıp çıkarmak için... Evet, geçmişte güzel günler de vardı elbet, ama kötü günlerle yüzleşmedikçe unuttuk değerlerini ve battıkça batıyoruz çamura... Hafızaya ilişkin, geçmişle yüzleşmeye dair bir başka romanı hatırlatıyor bu batış, Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı’nı. O çamurun tüm sıkıntısını bize hissettiren, ağırlıkla batışı, ağrının ağırlığını, kendi suçumuzun ve cezamızın dünya ağrısının bir parçası olduğunu, suçumuzun bazen sadece izlemek olabileceğini. İnsanlar ölürken feda etmek, haksızlığı kabullenmek, bizden olmadığı için kafamızı çevirmek, bize dair olmadığı için susmak...
Ne demiş popüler kültürümüzün en derin şairi Sezen Aksu, “vicdan, ilahi bir takiptir”. Yaşadığımız ilginçliğin sebebi, belki de kendi vicdanımızın peşimizdeki gözleridir. Çünkü artık “görmedim, bilmedim, duymadım” yok. Haber her yerde, herkes haberde. O iyiliğe ve güzele hasretimiz, biraz da kendimiz içinde olmadığımız için olmasın. Olsak, biz de bir seher vakti büyümez miyiz?
Çamurumuz hoşunuza gitmese de ortak, çamurumuz derin. Duvara gerek yok, durduğu yerde yanıyor ellerimiz.