Kökenlerinden kopan dış politikamız!
Tutarlı hareket eden, uluslararası camiada saygın bir yeri olan bir Türkiye’den artık aidiyeti bile sorgulanan, yalnızlaşmış, sadece sorunlarıyla konuşulan bir Türkiye’ye nasıl geldik? Yanıt net: buraya ülkemizi yönetenlerin tercihleri neticesinde geldik.
Faruk Loğoğlu
Yakın geçmişe kadar ülkemizin güvenliği, bütünlüğü, refahı ve itibarını sağlamakta Atatürk’ün belirlediği esaslara dayanan Türk diplomasisinin etkinliği, dostlarımızca da, hasımlarımızca da genelde teslim edilen bir gerçekti. 1950’lerden itibaren uğramaya başladığı -Bağlantısızlar Hareketi, İslam Konferansı gibi- tedrici sapmalara rağmen dış politikamız ulusal çıkarlarımızı korumakta genelde etkili olmuştu. İzlenen dış politika sayesinde cumhuriyetin zorlu ilk yıllarını, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve Kıbrıs Barış Harekâtı dönemlerini Türkiye başarıyla yönetmişti. İstikrarlı bir NATO üyesiydik. Daha sonraları ise AB’yle ilişkilerimiz katılım müzakereleri safhasına getirilmişti.
Bugün ise Türkiye çok yönlü sınanma ve tehditlerle karşı karşıyadır. İlişkilerimizin yoğun olduğu hemen her ülkeyle sorunlar yaşamaktayız. Avrupa Konseyi gibi üyesi olduğumuz uluslararası örgütlerde de sıkıntılarımız var. İtibarımız, inandırıcılığımız sıfır mertebesinde. Ortadoğu’da düzen kurucu olma hayaliyle Irak ve Suriye’de çatışan ve Arap ülkeleri arasındaki ihtilaflarda taraf olan bir Türkiye var artık. AB ve Batı sularındaki çıpasını koparmış, savrulan bir gemi gibiyiz. Bir gün NATO’cu, ertesi gün Şangay 5’lici; bir İslamcı, bir laik Türkiye! İçerideki kutuplaşmanın ve dış politikadaki maceracılığın alan açtığı ve çetrefilleştirdiği bir terör belasıyla uğraşan bir Türkiye!
Peki, o tutarlı hareket eden, uluslararası camiada saygın bir yeri olan bir Türkiye’den artık aidiyeti bile sorgulanan, yalnızlaşmış, sadece sorunlarıyla konuşulan bir Türkiye’ye nasıl geldik? Yanıt net: buraya ülkemizi yönetenlerin tercihleri neticesinde geldik. Bir sebep-sonuç ilişkisinden bahsediyorum.
Nedir söz konusu sebep-sonuç ilişkisi? Bunu eskilerin bir terazisi olarak tarif edersek; terazinin bir kefesinde Türkiye dış ilişkilerinin kökenleri, diğer kefesinde Türkiye’nin dış politikası, ortada terazinin ibresi noktasında da Türkiye’nin ulusal çıkarları vardır. Ulusal bekamız, güvenlik, istikrar ve refahımız terazinin iki kefesinin dengede olmasına; diğer bir deyişle, dış politikanın zeminini oluşturan köklerle uyumlu, yani ibrenin mümkün olduğu kadar ortada olmasına bağlıdır.
Önce bu kökenlerimize bakalım: coğrafyamız, tarihimiz ve kimliğimiz. Ülkemiz farklı kıtalarla çevrili sanki bir ada konumunda. Doğu-batı, kuzey-güney eksenlerinde farklı tarih, kültür ve uygarlıklarıyla Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının etkisinde olan bir Türkiye. Gelen geçmiş, kalanlar olmuş, ama herkes bir iz bırakmış. Bugün de bu dört yönlü etkileşim sürüyor. Hepsinden bir şeyler almışız ama hiçbiri tek başına bizi tanımlamaya yetmiyor. Dolayısıyla dört yanımızla ve sürekli meşgul olmamız gerekiyor.
Tarihimize gelince, Orta Asya’dan çıkarak yolumuz üzerindeki ve çevremizdeki bütün bölgelerle asırlar boyu karşılıklı yoğun etkileşim içinde olmuş, bağlar tesis etmişiz. Devletler, imparatorluklar kurmuşuz. Savaşmışız, barışmışız, yönetmişiz, işgal edilmişiz fakat emperyalist güçlerin askeri ve iktisadi denemelerine rağmen boyunduruk altına girmemişiz. Bugün komşularımız ve yakın çevremiz çoğunlukla Osmanlı devletinin hâkimiyetinden koparak bağımsız olan ülkelerden oluşuyor. Kimse tarihini unutmuyor. Çevremizdeki devlet ve halkların kendilerini yönettiğimiz veya savaştığımız dönemlerin kalıntısı olarak Türkiye’ye ve halkımıza eğer tamamen olumsuz değilse bile, buruk ve mesafeli baktıkları bir gerçek. Batılıların bir kısmı Müslüman ve doğulu olduğumuz için, Arapların bir kısmı yeterince Müslüman bulmadıkları, Batılı gibi göründüğümüz için bize mesafelidirler. Fakat bir zamanlar hepsi laik demokrasimiz, açık toplum yapımızla bize kimi kuşkuyla, kimi imrenerek farklı bir gözle bakarlardı. Bu tarihimizin bize kalıcı mirasıdır. İşte bu miras bizim komşularımıza ve çevremize yukarıdan bakmayan, düzen kuruculuk iddiasında bulunmayan, başka devletlerin içişlerine ve aralarındaki ihtilaflara karışmayan bir dış politika izlememizi zorunlu kılıyor. Aynı miras Batı'yla ilişkilerimizde daima gerçekçi; karşılıklı güvene değil, karşılıklı çıkarlara dayalı; evrensel değerlere sahip çıkmaktan şaşmayan bir Türkiye gerektiriyor.
Kimliğimizin ise bugün bile üzerinde toplum olarak anlaştığımız bir tanımı yoktur. Kimine göre Batılı, kimine göre Doğulu, Müslüman, Avrupalı, Ortadoğulu veya hepsiyiz. Anayasamızdaki vatandaşlık tarifini dahi tartışıyoruz. Ancak gerçek şu ki, toplum olarak ırk, etnisite, din ve mezhep açılarından karmaşık, melez bir yapımız var. Bu da tarihimizin, göç yollarının üstünde yer alan coğrafi konumumuzun, özellikle çok uluslu Osmanlının varisi cumhuriyete yansımalarından biridir. Bununla beraber bu toplumsal karışımı bir sorun olarak değil, zenginlik olarak değerlendirebilmemiz için de eşitlikçi, demokratik, çoğulcu ve dolayısıyla tüm farklılıklara saygılı bir toplum olmamız gerekiyor. Bunu cumhuriyetimizin kurucuları laiklik ve eşit vatandaşlık ilkeleri çerçevesinde sağlamaya çalışmışlar. Laiklik ilkesi aslında dış politikamızı da mayalamış, “yurtta barış, cihanda barış” ilkesiyle birlikte ona rehberlik etmiş ve tüm ülkelere ve halkların inançlarına eşit mesafede davrandığımızda etkili olmuşuz.
Demek ki coğrafyamız, tarihimiz ve kimliğimiz, daha alışık bir tabirle, jeopolitik konumumuz, bize hem içerde, hem dış ilişkilerimizde ulusal çıkarlarımız açısından dikkatli, dengeli, ince ayarlı ve değişik ihtiyaçlara göre biçilmiş bir dış politika izleyeceksin diyor. İşte cumhuriyetin ilk 80 yılında bu gerçeğe göre hareket ettiğimiz içindir ki uluslararası planda Türkiye saygın bir ülke olabilmiştir. Yüzünü ve aklını Batı'ya dönmüş, diğer yönlerle ilgisini kesmemiş, barışçıl ilişkiler kurmuştur. Tarihimizi eski topraklarımız üzerinde hak iddia etmek, düzen kurmak gibi olmayacak emellerin oyuncağı yapmamıştır. Çok unsurlu kimliğimiz, vatandaşlık ve cinsiyet eşitliği üzerinden Türkiye’yi dünyada hep cazibeli kılmıştır. Sığınmacılar konusundaki geleneksel açık kapı, kucaklayıcı yaklaşımımız da yumuşak gücümüzün bir parçası olmuştur.
Son on beş yıldır ise Türkiye bu dengeleri gözetmediği, tutarsız ve çelişkili davrandığı, cumhuriyet ilkelerine itibar etmediği için bugün yalnızdır ve dış ilişkilerinin büyük kısmı sorunludur. Dış politikamızın inandırıcılığı, güvenilirliği sürekli erozyona uğramaktadır. Kurgusal bir ‘altın geçmiş’e öykünerek yapay bir tarih inşasına girişenler tarihimizle oynuyorlar. Siyasi ve iktisadi coğrafyamız denge emrederken, ağırlık İslam dünyasına veriliyor. Kimliğimiz ise nüfusumuzun önemli bir bölümünün benimsemediği şekilde “Müslüman”a ve “Ortadoğulu”ya evriliyor.
Ayrıca, AB ve Almanya, Hollanda ve Avusturya gibi bazı üye ülkelerle ilişkilerimizde giderek derinleşen sorunlar yaşanmakta. Sadece AB değil, Türkiye’nin Avrupa Konseyi ve NATO üyelikleri bile karşılıklı olarak sorgulanabilmekte. Bu olumsuz tablo Ortadoğu söz konusu olduğunda daha da derinleşmekte. Özellikle Arap ülkeleri arasındaki ve içindeki anlaşmazlıklara mezhep ekseninde yaklaşımlarla taraf olarak bu kritik bölgede etkimizi ve ağırlığımızı kaybetmiş durumdayız. Bulunduğumuz noktayı şu şekilde özetlemek mümkündür:
- Batı'yla ilişkiler bozulunca bağımlılık yaratacak ölçüde Kuzey'e, muhtaç kalacak ölçüde Güney'e dönen, İsrail karşıtlığıyla Arap sokaklarında prim toplamaya çalışan dengesiz, savrulan bir dış politika.
- Aktif dış politikayı müdahaleci, her şeye karışan ve gücünün ötesinde işlere, maceralara soyunmak zanneden bir anlayış.
-“Yaparım, ederim” gibi yüksek perdeden birbirini tutmayan, arkası getirilemeyen çıkışlarla oluşacağı içeriksiz bir dış politika.
-Mezhepsel zihniyet, terörle mücadeledeki tıkanıklar ve PYD/YPG sorunu nedeniyle mezhep ve etnisite eksenlerinde derinleşen kimlik sorunumuz.
-Hukukun üstünlüğü, laiklik ilkesi, özgürlükler bir kenara itildiği, toplumun katmanları arasında denge ve dayanışma yerine kutuplaşma politikaları izlendiği için bölge ülkeler halkları için yok olan cazibemiz.
-Ve sonuç olarak, terazinin ibresi ortada tutulamadığından çok yönlü tehdit ve riskler altına giren ülkemiz güvenliği ve istikrarı.
İşte bu nedenlerle coğrafya, tarih ve kimliğimizin bileşeni jeopolitik konumumuzun anlamını iyi kavrayarak, Atatürk ilkelerinden esinlenen, ciddi ve tutarlı bir dış politika yapmamız ülkemizin geleceği açısından hayati önemdedir. Ne kadar gecikirsek, fatura o kadar ağırlaşacaktır.
Haliyle tersi de geçerlidir – dengeli, ölçülü, barışçıl, gerçekçi, laik bir dış politika güçlü, yükselen bir Türkiye’ye giden yolu açacak demektir.