Katar’la askeri işbirliği askıya alınmalıdır – neden?
Cumhuriyet tarihinde ilk defa AKP iktidarında yurt dışında asker konuşlandırılarak üsler kurulmaktadır. Önce Somali, sonra Katar. Ayrıca, Türkiye sözde teröre karşı mücadele amacıyla – üstelik SA liderliğinde - “İslam Ordusu Koalisyonu'na” katılacağını ilan etmiştir. Bu süreç AKP iktidarının ülkeye küresel bir rol biçme ve İslam dünyasının lideri olma hevesini hayata geçirme çabasıdır.
Faruk Loğoğlu
SA, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in, ültimatom havasında öne sürdükleri 13 ayrı talebe Katar’ın verdiği cevabı şu sıralarda görüşmeleri bekleniyor. Krizin müzakereler yoluyla hemen sona ermesi alınabilecek en iyi sonuç olmasına karşın bu olasılık zayıf. Listenin reddi veya kısmen karşılanması durumunda ise bu 'dörtlü'nün ne yapacağı belli değil. Koşulları kabul etmediğini açıklayan Katar’ın ise “savaşa hazırız” açıklaması da çözümün her hâlükârda kolay olmayacağını göstermekte.
Öte yandan, ABD Başkanı Trump’ın aslında kendi tetiklediği krizi bu sefer şimdi çözmek için devreye gireceği anlaşılıyor. Kuveyt’le birlikte, düşünülmüş, iyi hazırlanmış, tutarlı bir ABD ara buluculuğu etkili olabilir. Kısmi bir çözümle krizin ateşini almayı ve zamana yaymayı sağlayabilir.
Çözüm yolunda kapısı en erken çalınacak taraflardan biri Türkiye olacak. Ankara’ya “şu üs konusunu hallet” denecektir.
Zira Katar’daki Türk askeri üssünün kapatılması ve Katar topraklarında Türkiye’yle herhangi bir askeri işbirliğine son verilmesi 'dörtlü'nün 13 koşulundan birisidir. Başta tarihi sebeplerle 'dörtlü'nün ısrarlı olması beklenebilecek konulardan biri sanırım bu üs meselesidir. Ancak gerek Türkiye, gerek Katar yetkilileri savunma anlaşmalarının iki egemen ülke arasında imzalandığını, bu itibarla kimseyi ilgilendirmeyeceğini, sadece bölge güvenliğinin amaçlandığını, dolayısıyla talebin kabul edilemeyeceğini peşin olarak açıklamış bulunuyorlar.
Nasıl mı? Neden mi? Çünkü Katar sırf taktiksel sebeplerle de olsa bu üsse şimdilik sahip çıkmak zorunda. Türkiye’ye gelince krizin başından itibaren Katar’ın yanında yer aldı. Taraf tuttu. Katar’a yönelik suçlamaları kabul etmedi. "Haksızlık ediliyor" dedi. Üstelik Ankara bu tutumunu 'dörtlü'nün Türkiye karşıtı eylem ve söylemlerine rağmen sürdürdü ve sürdürmeye devam ediyor. Fakat Türkiye’ye tepkiler de gecikmedi. Bir Türk askeri üssünün de kendilerinde kurulmasını önerisini reddeden SA’nın –önceleri de yaptığı gibi- bağımsız bir Kürdistan’ı desteklediği, SA, BAE ve Bahreyn’de şimdiden Türk girişimcilerine karşı kısıtlayıcı adımlar atılmakta olduğu, bu ülkelere Türkiye ihracatının olumsuz etkilenebileceği yolunda gelişme ve yorumlar var. Öyle ki eğer Türkiye bu gidişatı durduracak bir adım atmadığı takdirde, krizin Türkiye faturası Katar’ınkinden bile daha ağır olabilir.
Bu durumda,
a) Bir “oldu-bitti” durumuyla karşı karşıya kalmamak,
b) Katar’la imzalanan savunma anlaşmalarının kâğıt üzerinde de olsa yürürlükte olduğunu iddia edebilmek,
c) Katar’ın elini biraz kolaylaştırmak,
d) SA, Mısır, BAE, Bahreyn ve belki başka yerlerde de oluşmakta olan Türkiye aleyhindeki havayı dağıtmak ve olumsuz yaklaşımların bir nebze önünü kesmek,
e) Krizin giderilmesine ileride katkıda bulunmakta elini güçlendirmek için Türkiye gecikmeksizin bir adım atmalıdır.
Bu adım Türkiye ve Katar’ın ortak bir açıklama yaparak iki ülke arasındaki savunma ve askeri işbirliğinin kriz sona erinceye kadar dondurulduğunu ilan etmeleridir.
Bununla beraber “Türkiye ve yurt dışında üsler” konusunun ilerisini de ayrıca düşünmemiz gerekir. Türkiye’nin askeri gücü vatan savunması içindir. Cumhuriyet dış politikasının ana rehberi de “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesidir. Oysa Cumhuriyet tarihinde ilk defa AKP iktidarında yurt dışında asker konuşlandırılarak üsler kurulmaktadır. Önce Somali, sonra Katar. Ayrıca, Türkiye sözde teröre karşı mücadele amacıyla – üstelik SA liderliğinde - “İslam Ordusu Koalisyonu'na” katılacağını ilan etmiştir. Bu süreç AKP iktidarının ülkeye küresel bir rol biçme ve İslam dünyasının lideri olma hevesini hayata geçirme çabasıdır. Dolayısıyla sormalıyız: kimi kime karşı, hangi tehditlere karşı, hangi gerekçe ve değerler nedeniyle bu tehlikeli, gereksiz maceralara soyunuyoruz? Bu askeri açılımlar hangi ulusal çıkarlarımıza hizmet ediyor, hangi anlamda güvenliğimize katkı yapıyor? Bizden çok daha zengin ve nüfusça büyük ülkeler bunu yapmazken, biz hem de ciddi bir terör sorunuyla mücadele ederken, her gün şehitler verirken, asker ve sınırlı kaynaklarımızı kullanarak neyi ispatlamak istiyoruz?
Biliyoruz ki askerimiz uluslararası meşruiyeti esas alarak ya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde veya bu kararlar uyarınca NATO görevlendirmeleri içinde ya da IŞİD’e karşı yürütülen mücadelede olduğu gibi bir uluslararası koalisyonun üyesi olarak yurt dışına, o da TBMM’nin onayıyla gönderilebiliyor. Eğitim amaçlı Somali ile ortak güvenlik amaçlı Katar örnekleri ise bu şablonların dışında yer alıyor. Dolayısıyla, anlaşmalara dayansalar bile, Anayasa’ya uygunlukları sorgulanmalıdır. Öte yandan, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin “İslam Ordusu” içinde ne işi vardır? Somali’de veya Katar’daki askerlerimiz bir saldırıya uğrarsa, Türkiye savaş mı açacaktır?
Türkiye kendisine zarar verebilecek ve beklenmedik oldu-bittilerle karşı karşıya bırakacak bu yaklaşımı gözden geçirmeli, en erken fırsatta bu anlaşmaları feshetmeli ve yurt dışında ikili planda asker konuşlandırılmasını öngören yeni anlaşmalar yapmamalıdır. “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinde ifadesini bulan ulusal çıkarlarımız bunu emreder.