'Başörtülü-şortlu' ittifakı çözüm mü?
Kadınların yaşamlarını geri alma mücadelesinin ekseni, esasında laikliği kazanma mücadelesiyle kol kola olmalıdır. Ve ne yazık ki bu noktada şortun kısalığı ile başörtüme karışma ittifakı, liberal sol muhalefet hegemonyasının sınırlarında koşmaktan öteye geçmiyor. Siyasal İslamın tüm yasal dayanaklarını adım adım kurarak din devletine dönüştüğü bir tarihsel evrede, kurulmaya çalışılan bu ittifak farkında olarak/olmadan laiklik mücadelesini dışlayan bir çerçeveye oturuyor. Karşımıza ise gericiliğe ve erkekliğe karşı ayrı ayrı verilmesi gereken mücadele alanları çıkarılmış oluyor.
İlda Alçay
Geçtiğimiz haftanın en çok dikkat çeken meselelerinden birisi Kıyafetime Karışma eylemi oldu. Bir süredir sosyal medya üzerinden kişi ve kurumlar tarafından çağrılar yapıldı. Binlerce kadın Kadıköy'de kıyafetime karışma sloganı altında bir araya gelerek, bedenlerine geleceklerine, haklarına dair söz söyleme iradesi gösterdiler.
Hiç şüphesiz bu eylemler varlığı ve özü itibariyle oldukça önemliydi. Son yıllarda kadınların sokağı aktif biçimde kullanmasının pek çok kazanımla sonuçlandığına hepimiz şahit olduk.En yakın örneklerinden olan referandum çalışmaları, kadınların emeğiyle renkli ve çeşitli hayırları bir araya getiren bir süreç olarak tarihe kaydedildi.Yine yeri geldiğinde yasa tasarılarını geri çektiren, tutsak edilen kadınları yaşama döndüren irade, kadınların kendi gücünden aldıkları cesaretten doğmaktadır.
Kadıköy'de gerçekleşen Kıyafetime Karışma eylemi de aynı çeşitliliği,rengi pankartlara ve sloganlara yansıttı. "Kıyafetime karışma", "Müftülük işine bak hayatımıza karışma" pankartı ile "Herkesin kıyafetine kimse karışamaz", "İstediğimizi giyer, istediğimizi yaparız", "Farklılığımız zenginliğimizdir'," Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa"," Ayşegül Terzi burada","Kadın kadındır, çiçek babandır"," Özgürlük doğamızda var"," Özgecan Arslan burada" ilk göze çarpan örneklerden.
Eylemin içeriğini besleyen ve dikkat çeken yanlarından birisi de başörtülü kadınların taşıdıkları dövizler oldu.“Fitne erkeklerin gözlerinde! Gözlere nikap, kalplere edep, dillere ceza! Şortuma da başörtüme de karışma! Tesettür erkeklerin göz kapaklarında!” sloganları yazılı pankartları taşıdılar.
Aslında meselenin üzerine beni düşünmeye iten ya da tartışmaya mutlaka açılmasına inandığım nokta burası oldu. Başörtülü kadınlar din adına kadına şiddet uygulayan erkeklere yine kendi 'dini referansları' üzerinden yanıt üretiyorlardı. Hedeflerinde 'erkek egemen akıl' yer alıyordu kuşkusuz. Ancak erkekliğin bugün aldığı biçim, harmanlanışı ve sistemle ilişkilenme biçimi göz önünde pek de bulundurulmadan...
Kadın olmak kendi başına zor bir durum iken Türkiye'de kadın olmak gün geçtikçe daha ağır bir sorumluluk haline geldi. Siyasal İslamın hayatımızın her alanını zapt ettiği bir ülke var artık karşımızda. Toplumsal davranış biçimlerimiz, alışkanlıklarımız, kıyafetimiz ve esasen tüm tercihlerimiz dinsel baskıyla yeniden şekilleniyor. Hayatımızın ortasına tekme atan siyasal İslam, kendisini, sokakta şort giydiğimiz için üzerimize inen bir erkeğin tekmesinde yeniden üretiyor. Açık giyindiğimiz iddiasıyla tecavüze uğramaya mahkum bırakıyor. Aslında esas olarak biz kadınları ya evinin hanımı ya da tüm erkeklerin ortak malı olmak arasında bir sıkışmışlığa itiyor.
Hiç şüphesiz tüm bu gelişmeler ne münferit bir olay ne de meczupluk hadisesidir. Bu durum siyasal İslamın doğrudan laik, ilerici ve onun yarattığı tüm değerleri altüst etmesinin bir hamlesidir. Kadınlar da her hamlede açık hedef konumundadır. İktidarların hedefine kadınları koyması yeni bir durum değildir. Tarihin her döneminde kadın bedeni toplumsal düzenlemelerin bir parçası ve belirleyicisi olarak siyasal iktidarların düzenlemesine maruz kalmıştır.
Biraz geriye gidersek Hitler'in Almanya'sında, Mussolini'nin İtalya'sında benzer örneklere rastlayabiliriz. Her iki faşist rejimin kadın söyleminde ortak paydada buluştuğu ilk unsur; cinsiyetçi yaklaşımlarıdır. Kadınların erkeklerden daha aşağı bir konumda olduğuna yönelik mutlak inancın varlığından bahsedilebileceği gibi cinsiyetler arası eşitlik fikrinin de reddedildiği söylenebilir. Cinsiyetler arası eşitsizlik fikrinin temellendirildiği unsurlar; her iki cinsiyete atfedilen farklı nitelikler ve yüklenen farklı sorumluluklardır (Bora, 2012, s. 92). Erkek kamusal alanda varlığını güçlendirip, üretimin aktif bir parçası olarak çalışıyorken, kadın aile ev çocuk üçgenine hapsedilmiş ve ikinci cins olarak konumlandırılmıştır. Kadının en temelde sorumluluğu hiç şüphesiz doğurmak ve annelik olarak tanımlanmıştır. Esasında kadınlara ve erkeklere atfedilen geleneksel rollere bağlı kalınmış ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün yeniden üretildiği bir düzen tesis edilmiştir (Tsvasman, 2005).
AKP iktidarı da 15 yıldır tarihten aldığı bu pratiği uygulamaktan hiç geri durmadı. Kadını yeniden biçimlendirerek,toplumsal dinamiklere de format attı. Bu düzenlemelerin en yaygın örneği, Türkiye'de de her daim güncelliğini koruyan tartışmalardan biri olan, başörtüsü meselesi üzerinden oldu. Başörtüsü, siyasal İslamın beden üzerinden uyguladığı politikaların en önemli araçlarından birisidir.Siyasal İslamı temsil eden kesimler için “bir bez parçası” olmanın ötesinde anlamlar taşımıştır. Bu anlamlar nedeniyle radikalleşen İslam’ın özel alandan, kamusal alana böylelikle de ekonomiden, eğitime, ev-içinden, iş yerine, sokağa kadar gündelik yaşamın her alanında topyekun bir yeniden-yapılanmayı öngören politik projesinin “bayrağı”, tıpkı İran’da, Cezayir’de, Mısır’da olduğu gibi, Türkiye’de de İslamcı kadının örtüsü olmuştur. (Göle, 1991:78)
Bu biçimlendirme elbette sadece kadının örtüsüyle sınırlı kalmadı. Kaç çocuk doğuracağı, kürtaj olup olmayacağı, cinselliği de iktidardan nasibini aldı. Dinsel retorikle, ekonomik sömürü iç içe geçmiş şekilde, esnek çalışmanın, güvencesizliğin odağına yerleştirilen kadın geleceksizlik ve yoksulluk kıskacına hapsedildi. Tarihtekine benzer örneklerle Türkiye'de de kadın toplumsal düzenin 'yedek gücü' olarak konumlandırıldı.
Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu ise iktidarın dayattığı sınırlar içerisinde görünür olmayı kabul etmek ve esasen teslim olmaktan geçiyor. Öyle ki öldürülmelerimizin, yaşadığımız tacizin ve tecavüzün karşısında "Ama o da açık giyinmeseydi", "Ama o saatte orada ne işi vardı" gibi itiraz cümlelerini duyduğumuzda karşımızda başlı başına kurumsallaşmıs gerici bir zihniyetin olduğunu görmek hiç de zor olmuyor.
Şimdi tüm bu değindiklerimizin ışığında eyleme yeniden bakalım. Görüyoruz ki meseleyi "şort da giyerim türban da takarım" eşitlemesinin çok daha ötesinde bir toplumsal-siyasal perspektifle ele almak zorunda kalıyoruz. Ayşegül Terzi'ye tekme atan saldırgan ne diyordu? “Şort giyen kadın karımdır” ya da "manevi değerlerimize uygun giyinmeyerek beni tahrik etti.” Yani? Ya İslami kurallara göre yaşayacaksınız ya da yaşamazsanız asgarisi vurgulanarak taciz etme olmak üzere tekme atma, öldürme gibi her türlü saldırıyı hak ediyorsunuz.
O halde şu noktayı vurgulamak gerekir.Var olan bu zihniyetin bugün sokaktaki karşılığı, onun yeniden üretimini sağlayan, siyasal İslamcılıkla harmanlanmış ataerkidir.
Kavramlar birbirleriyle ilişkili, dinamik yapılardır. İnsanların siyasal düşüncelerinin ifadesini sağlayan bu kavramların farklı motivasyonlarla çeşitli siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullarda içeriklerinde değişimler meydana gelebilir. Dolayısıyla tüm bu toplumsallıktan azade bir erkeklik anlayışını düşünmemiz zaten mümkün değildir.
Tam da bu nokta sokaklarda verdiğimiz mücadelenin yönü ve hedefi net olarak ortaya çıkmaktadır; yaratılan bu dinselleşmeye ve onun sokak gücü olarak üretilen erkekliğe karşı olmak.
O halde kadınların yaşamlarını geri alma mücadelesinin ekseni esasında laikliği kazanma mücadelesiyle kol kola olmalıdır. Ve ne yazık ki bu noktada şortun kısalığı ile başörtüme karışma ittifakı, liberal sol muhalefet hegemonyasının sınırlarında koşmaktan öteye geçmiyor.Siyasal İslamın tüm yasal dayanaklarını adım adım kurarak din devletine dönüştüğü bir tarihsel evrede, kurulmaya çalışılan bu ittifak farkında olarak/olmadan laiklik mücadelesini dışlayan bir çerçeveye oturuyor. Karşımıza ise gericiliğe ve erkekliğe karşı ayrı ayrı verilmesi gereken mücadele alanları çıkarılmış oluyor.
Oysa kız çocuklarımızın Kuran kurslarına gönderildiği, küçük yaşta zorla evlendirildiği, bilimden yana bir eğitimin çok uzağında, cihatçı saiklerle donatılmış bir eğitimden geçtiği, Ensar Vakıflarında onlarca çocuğumuzun tecavüze uğradığı bir toplumsal düzen içerisinde hepimizin ortak sorumluluğu laikliği kazanma ekseninde hareket etmek olmalıdır. Bedenimizi, güvencesizleştiren, geleceğimizi ve bunlara dair tüm kararlarımızı gerçekten özgür kılacak adımlar buradan doğmalıdır. Ancak bu yolla yaşamımızı geri alacak mücadeleyi, ellerimizde yükseltmek mümkündür.