Eylem üzerine düşünmek
Dönüp son iki yıldır, kimi “halk” olarak işaretlediğimize lütfen bir bakın. Bugün, bu kullanım belli bir politik sermayeyi kesinlikle geride bıraktığımız ve güncel kutupların arasında hapsolduğumuzu gösteriyor. On yıl sonra bu mirası devralanların “halk” denildiğinde neyi düşüneceklerini şu anda ürettiğimiz politikalarla biz belirliyoruz. Kısaca söylemek gerekirse söz ve eylem araçsallaştıkça potansiyelini yitiriyor; geçmişin yarattığı mirası da terk ediyoruz.
Sezai Koyunbakan
Türkçe’de “fiil” kelimesinin yerine “eylem” kelimesi 1940’lardan sonra daha sık kullanılmaya başlanmış. Tuhaf şekilde fiil ise neredeyse bir gramer terimine dönüşmüş gibi. Ama daha çok dikkat çeken kullanım ise “politik” düzlemde yapılan “gösteri”lerin “eylem” olarak adlandırılmasıdır. Fakat öyle görünüyor ki “gösteri” kelimesi, “eylem” kelimesine göre daha yerinde bir kullanımdır. Çünkü politik düzlemdeki gösteriler genel olarak “eylem”deki “yapma” kısmını barındırmazlar da, daha çok “mesaj” iletme kaygısıyla ortaya koyarlar. Ankara’da alıştığımız “eylem”ler genel olarak Yüksel Caddesi'nde, İnsan Hakları Anıtı diye bilinen heykelin etrafında okunan basın bildirileri ve alkışlı protestolardır. Bunların “eylem” değil de “gösteri” olarak adlandırılması bile fazla geniş bir niteleme olur; bunlar, adı da üzerinde olduğu gibi, doğrudan “basın açıklaması”dırlar.
Eylem kelimesi Nişanyan Etimoloji Sözlüğü'nden takip edebildiğimiz kadarıyla oldukça yeni bir kelime, ancak kullanıldığı kapsam son derece zengin; öyle ki insanın büyüsüne kapılıp, "toplumsal düzlemin içinde hayat bulan tüm gerçekliklerin “ontolojik”, yani varlıksal temeli eylemdir" diyesi geliyor. "Eğer toplum varsa, eylem var olduğu için vardır; eğer insanlar tinsel varlıklarsa, eyleyebildikleri için tinseldirler" desek acaba yanlış mı olur? Siyaset fenomenologu olarak geçen Arendt’in İnsanlık Durumu (İnsanlığın Koşulu?) kitabının çatısını kuran unsurun da “eylem” olduğunu söyleyebiliriz; ve orada da tinsel yaşantının temel dayanağının “eylem” ile birlikte “söz” olduğu ortaya konmaya çalışılır.
Arendt’in siyasal düşünür olarak çarpıcılığı, siyasal düzlemde ele aldığı gerçeklikleri tahlil ederken, siyasal oluşumuzun temeli olan “bir arada varoluşumuz”a geri dönebiliyor olmasıdır. Bizler insan olarak, diğerleriyle birlikte, daha doğru ifade etmek gerekirse, diğerleriyle birbirimize bulaşmış halde her neysek, o oluyoruz. Bundan dolayı da etik gibi, siyaset gibi düşünce alanlarının en nihayetinde nesnesi ne iktidar, ne toplum ne de başka bir şeydir; bu, “bir arada varoluş”u kavrama çabasıdır. Özellikle “güç” kelimesinin Machiavelli ile birlikte siyasal düşüncede belirmesi “güç” gibi, “iktidar” gibi fikirleri bir gerçeklikmiş gibi ele alıp “bir aradalığı” belirleyen temel olarak düşünülmeye başlanmıştır. Bu bir anlamda daha çok Hobbes’a teslim olmaktır. Siyasal bir analiz yapmak istediğimizde yanı başımızda muhakkak birisi bize “güç ilişkilerine bakmak gerek” uyarısını yapmaktadır. Demek istenen, güç ilişkilerinde “siyasallığın” tamamen ifade edilebileceğidir. Oysa "güç"ün hâlâ siyasal bir tanımı bile ortada yokken "güç"lerin nasıl oluyor da karşılaşabildiği ve tam da “güç” her neyse, bu şeye göre türeyen ilişkilerin de “siyasal” olduğunu söyleyebiliyoruz? Gerçekte, bir topluma bakıp “güç”ü kavradığınızı söylüyorsanız, kavradığınız şey daha çok o topluma has ilişkilerdir. Yani Arendt’in sağduyusu derken yaptığımız vurgu: “bir aradalığın kendisini” kavradığınızdır.
Arendt’in genel olarak Aristoteles'çi olduğunu ve buna bağlı kalarak da insanı, olanaklar varlığı olarak ele aldığını söyleyebiliriz. Elbet bu, bir “insan doğası” düşünmek değildir; belki Arendt için “söz” ve “eylem”i insanın hanesine yazmasını, insana has kabul etmesini eleştirebiliriz. Yine de Arendt söz konusu olduğunda, insanın toplumdan sonra geldiği göz önünde bulundurulursa “atomize” bir varoluş olarak düşünülmediğini en azından söyleyelim. Ama biraz daha çeki-düzen verelim: Gerçekte toplum var mıdır? Hayır, var olan söz ve eylemdir. Eylem ve sözle açığa çıkan bu tinsel zeminde zamanla, “insan”, “toplum”, “siyaset” ve benzeri fikirler ayrışmaya başlar.
Aristoteles’in Poetika’sını okuduğumuzda tragedyalarda taklit edilen şeyin “eylem” olduğu söylenir. Eylemle birlikte ve sayesinde karakter ve söz belirginleşir. Arendt ise eylem ve sözün birlikte “kim”lik ortaya koyucu olduğunu söylüyor. Aristoteles’in Poetika’sındaki açıklamalar daha çok “eylem”i öne çıkarıyor. Aristoteles’te sanki söz ikincil bir unsur gibi, karakter de ikincil. Yani anlayacağınız ancak bir “eylem” ile birlikte bir karaktere sahip olabiliyoruz.
Bu, eski Türk toplumlarındaki ad verme ritüellerini de akla getiriyor: bir isim almanız ve biri olarak toplumsal dokuya eklenmeniz için bir “eylem”de özellikle de “cesaret” gerektirici bir eylemde bulunmanız gerekiyor. Yine de “cesaret”i vurgulamak hatalıdır; çünkü “cesaret”in de ancak “eylem”in yapısından türetilmiş bir “değer” olduğunu hemen vurgulamak gerekir. Kimi zaman son derece korkak birisi de öyle eylemlerde bulunur ki, artık hiçbir “cesur” kişi adını o korkağın önüne yazdıramaz. Peki ama ad ile eylem arasındaki ilişki nasıl bir ilişki? Arendt, Aristoteles’e göre (aslında Aristoteles’ten bahsederken neredeyse sadece Poetika’dan bahsettiğimden yanılıyor olabilirim) eylemde “kimliğin” ifşa edilişini öne çıkarıyor ve bundan dolayı da ister istemez “söz” vurgusunu da güçlendiriyor.
Arendt, eylem ile birlikte failin vurgulanmasında son derece ısrarcı: “Adsız, yani kendisine bağlı bir 'kim'likten yoksun eylem anlamsızdır.” Başka bir alıntı: “Fail eylemde ifşa olmazsa, eylem kendine mahsus özelliğini kaybeder ve diğer etkinlikler gibi herhangi bir etkinlik olur.” Bu konuda Arendt’e katılmak mümkün değil elbet. Çünkü eylemi anlamak için “sanat eseri” ile karşılaştırabiliriz. “Sanat eseri” nasıl ki artık tinsel bir bütünlüktür ve kendi zatına sahiptir, eylem de sanat eseri gibi tinsel bir bütünlüktür ve kendi zatına sahiptir; tek eksiği unutulup gitme tehlikesinin bulunmasıdır. Bunun dışında, nasıl ki Gılgamış Destanı'nı okuduğumuzda böyle anonim bir eseri eksiksiz bir sanat eseri olarak kabul ediyorsak, “eylem” de sahipsiz ve kimliksiz ortada kalabilir ama kendisinden bir şey kaybetmez. Kaldı ki eski toplumlara aitmiş gibi yaklaştığımız “mit”ler acaba zaten “eylemler”i anonimleştiren anlatılar olamaz mı? Ve mitsel düşünce söz konusuyken bütün eylemler kişilerden mitlere taşınıyor olmasın? En azından eylemin, tinsel bir bütünlük olduğunda anlaşırsak, Aristoteles’in de dediği gibi “hikayeleri” ve “karakterleri”, yani kişileri bize veren “eylemler”dir diyebiliriz.
Arendt’ten de hareketle “eylem”in en belirleyici niteliğinin “başlangıç” olduğunu söyleyebiliriz. Bu haliyle de gündelik olandan kopan bir başlangıç kastedilir. Eylemin bir kopuş olması, bir şeyi başlatan bir “yapma” olması özellikle “yazgı” söyleminde mevcuttur. Sözlükte yazgı için “kaza ve kader” diyor ama sanırım “kaza” kısmı daha ön plana çıkarılabilir. Çünkü “kaza” tanrının inayetiyle belli olayların belli sırayla gerçekleşmesidir. Yani kopuşları kendilerinde barındıran olaylar. Tuhaf kaçabilir ama burada sözü geçen “tanrı” unsurunun ya da daha yaygın bir kategoriyi işaret etmek üzere “kutsal varlıklar”ın kendileri de “eylem” ile yakından ilişkilidir.
Durkheim “din” olgusunu sosyal bilimlerde ele almasıyla sağlam bir zemin inşa etmişti. Orada, “kutsallık” fikrini doğrudan “toplumsallık” ile ele almıştı; “tanrı” fikrini de bir nevi toplumun bu sembol dolayımıyla “kendisine tapınması” şeklinde yorumlamıştı. Böyle yorumlamasının altında da “ritüel”in kolektif icra edilmesinin doğurduğu “psikoloji”yi vurguluyordu. Kolektif eylemenin kendisinde, herkesin kendisinden güçlü bir şeyleri sezinlemesinden bahsediyordu. Ancak ritüel gibi kolektif icra edilen edimlerin bulunmasına bile gerek yok; “eylem”in kendisinde, bir kopuş psikolojisinin bulunmasından dolayı “kutsal” ile kurulacak bağ doğrudan mevcut. Eylem, bir sürekliliğe yerleştirilemeyendir. Yazgı ile kastedilen, “bazı olayların varlığı”, bazı olayların başınıza gelecek olması aslında tam da bir süreklilik içinden takip edilemeyen olaylar olduğundan “yazgı”dır. Yoksa bir çok kişiyle paylaştığınız toplumsal konumunuz bir yazgı değildir. Arendt’in veya Aristoteles’in Eylem’in “kim”lik ifşa edici olarak “eylem”e yaptıkları vurgu bizim “yazgı” dediğimiz kavrayışta mevcuttur.
Aslında böyle bakıldığında, İslam içinden dile getirilen: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir” ayeti, emanet acaba tarihsel düzlemde açığa çıkan “eylemler” midir diye düşündürüyor; diğer taraftan da bu ayet geçmiş bilinci (Şamanilik'i hatırlamak gerek) de hâlâ kendisinde saklıyor: Çünkü eskilerin inançlarında kutsal varlık oldukları kadar insanla aynı düzeyde zatiyet sahibi doğa unsurlarının karşımıza çıktıklarını görüyoruz; bu anlamda eskilerin bilincinde “eylem”in tek taşıyıcısı, tek failin insan olmadığı da söylenebilir ki bu noktada Arendt’in çok ötesinde bir kavrayış hakimdir. Tüm burada dile getirilenle “eylem”in, kişi olarak insanın kendisinden, işgal ettiği toplumsal konumdan koptuğu bir edim olduğudur.
“Süreklilik” ve “kopuş” fikirleri etrafında “eylem”i en çarpıcı şekilde tartışan filozof elbet de Nietzsche’dir (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası kitabında). Öncelikle onun bir uyarısını dile getirmek gerek. Bugün bizler, etrafımıza baktığımızda bir oluş ve bu oluşu belirleyen bir nedenler akışı düşünmekteyiz. Yani doğa anlayışımız radikal bir süreklilik düşüncesi taşımaktadır. Tüm gerçeklik peş peşe eklenen nedenlerce tüketilebilir ve ifade edilebilir. Biz böyle düşünüyoruz. Nietzsche, böyle bir yaklaşımın, “eylem”i bu oluşun içine sokamayacağını söyler: “Her yerde bir oluş görmeye mahkum birini getirin gözünüzün önüne: böyle biri artık kendi varlığına inanmaz, artık kendine inanmaz, her şeyin hareketli noktalar gibi birbirinden uzağa aktığını görür ve bu oluş ırmağında yitirir kendini… (böyle biri) parmağını kaldırmaya cesaret edemeyecektir artık. Her türlü eylemde unutmak vardır: her türlü organik yaşamda yalnızca ışığın değil, karanlığın da olması gibi.” Demek ki eylemenin kendisinde “nedensel ilişkiler”in bir tarafa bırakılabilmiş olması; ihtimaller çokluğuna bir yerde körleşmiş olunması gerekiyor. Ama bu körleşme, elbet bir kararla olmamaktadır; belli karşılaşmaların içinde adeta “eyleme tutulmak” gerçekleşmektedir. Eylemin psikolojisi için yaptığı tanımlamalarda “eylem öncesi delilik”, “eylem sonrası delilik” gibi tabirlerle kişinin kendi eylemiyle ilişkisizliğini, eylemin kendi gerçekliğinden kopukluğunu idrak ettiğini vurgulamaktadır.
Burada dile getirilen “kopuş” fikri ve eylemin tam buradan ele alınması gerektiği varsayımlarının “eylem”e dayalı bir metafizik oluşturduğu söylenebilir. Yine de “eylem” kelimesini politik düzleme taşıyacaksak bunun “eylem”e dair kavrayışımızı fakirleştiren bir “taşıma” olmasının önüne geçmek gerek; ve eğer politik düzleme bunu kaydırıyorsak bunun tam da “eylem” kavrayışının taşıdığı potansiyelin kendisini bize dayattığını fark etmek gerek (Dilin sezgisi, politikanın talebiyle örtüşüyor).
Yani bugün tanımlanan haliyle politik düzlemin kendisinde bir açılım getirmeyecekse politik düzlemde icra edilen bir edimin adlandırılması için “gösteri” yeterince zengin bir ifadedir. Eylem veya sözün politik düzlemde sıkı bir şekilde tarafların karşılaştırılmasında araçsallaşması hem “eylem”in hem de “söz”ün ağırlığını epeyce enflasyona uğratmaktadır. Ancak siyasal düzlemde Martin Luther King’in “Benim bir hayalim var” konuşması gibi ünlenmiş bazı konuşmalar vardır ki, bu konuşmalar her ne kadar belli bir tarihsel anda, belli tarafların karşı karşıya gelmesinde üretilmiş söz olsa da, bu söz gerçekten de “tarihsel” olarak mı kalmıştır? Bu söz taraflara yönelip, “safları mı sıklaştırmıştır?”, yoksa var olan tarafları çözüp politik kutuplaşmayı gerçekten de yeniden mi belirlemektedir? Genel olarak “söz” ve “eylem”in gerçek mahiyetlerinde açığa çıktıklarında çatışma hatlarını yeniden kuracağından emin olabiliriz; eğer bu olmuyorsa söz ve eylemimizin var olan çatışma hatlarını pekiştirdiklerini ve belli bir anlamda “şimdi”ye mahkum olduğumuzu, gittikçe politik özne olmaktan da silindiğimizi söyleyebiliriz.
Şunu söylemek istiyorum: bazı iktidar odaklarının “kendilerini kurtarmaya” odaklandıklarını ve yaptıkları hamlelerin kendi şimdileriyle belirlendiğini söylüyoruz ve bazı insanlık değerleriyle temaslarının koptuğunu iddia ediyoruz. İşte bizim eylem ve sözümüzün bu değerlerle temasını sorgulamak durumundayız; yoksa bizler de sadece dar bir zamanın çıkarlarınca mı belirleniyoruz?
Dar zamanların kutuplaşmalarına hapsolduğunuzda taşıdığınızı iddia ettiğiniz politik sermaye hiç farkına varılmadan buharlaşabilmektedir. Özellikle iktidara yüklediğimiz “kişisel kaygılar etrafında politika üretme” sendromunun AKP’yi kısa zamanda nereden nereye savurduğuna çok iyi tanıklık ettik. Ama diğer taraftan belki yüz yıldan fazla bir zamanda olgunlaşmış bir kelimenin, “halk” kelimesinin, AKP politikaları karşısında nasıl seferber edildiğine baktığımızda yüz yıllık potansiyelinin neredeyse buharlaştığı söylenebilir. Sonuçta kavramlar belli fikirlerle yüklüdür ve şimdiyi geniş bir tarihin dolayımıyla adeta açarlar. Şimdiye “halk” kavramının ağırlığıyla baktığınızda, “halk” kavramının olgunluğa erdiği yüz yılın gözünden yargılamış olursunuz.
Peki ama dönüp son iki yıldır, kimi “halk” olarak işaretlediğimize lütfen bir bakın. Bugün, bu kullanım belli bir politik sermayeyi kesinlikle geride bıraktığımız ve güncel kutupların arasında hapsolduğumuzu gösteriyor. On yıl sonra bu mirası devralanların “halk” denildiğinde neyi düşüneceklerini şu anda ürettiğimiz politikalarla biz belirliyoruz. Kısaca söylemek gerekirse söz ve eylem araçsallaştıkça potansiyelini yitiriyor; geçmişin yarattığı mirası da terk ediyoruz.
(Yararlanılabilecek başka bir kaynak olarak Ayhan Yalçınkaya’nın Küf kitabından “Umut ya da Geçmişin Salıncağında Geleceğe Kolan Vurmak” yazısı unutulmamalı.)