Suç başkasında değil
Uzlaşmaz, uzlaştırılamaz ikililer listemiz uzun, haddinden fazla uzun: Bilim ile din; cumhuriyet ile saltanat; Türkçe ile Osmanlıca; kadın ile erkek… Din dediğin Arap'ın kültürü olunca laik tepki vermekte haklı. Bilim dediğin dogma olarak dayatılınca mütedeyyin kesim inancı nedeni ile azımsandığını düşünmekte haklı.
Gülgün Türkoğlu
Bu sene Zafer Bayramı ile Kurban Bayramı yakın düştüler yine; neredeyse kucak kucağa. A deli bayramlar! A koca kalpli budalalar! Yaşatırlar mı sizi bu memlekette koyun koyuna!
Sizi yan yana, iç içe bulup sevinecek olan çok değil. Biriniz diğerine tercih edileceksiniz çoğunlukla. Öyle ya, dilde bölündük, dinde bölündük, eylemde bölündük.
Uzlaşmaz, uzlaştırılamaz ikililer listemiz uzun, haddinden fazla uzun: Bilim ile din; cumhuriyet ile saltanat; Türkçe ile Osmanlıca; kadın ile erkek…
Din dediğin Arap'ın kültürü olunca laik tepki vermekte haklı. Bilim dediğin dogma olarak dayatılınca mütedeyyin kesim inancı nedeni ile azımsandığını düşünmekte haklı.
Oysa, dogmatik bilim savunucularının kaçı, bilimin, varlığın yalnızca yalıtılmış alanlarına ait doğruları ortaya koyabilme gücüne sahip olduğu konusunda, uzun uzun düşünür?
Ya da, kendini, sadece bu coğrafyada doğduğu için otomatik olarak müminlerden sayan kaç din-i-dar Kur’an’ın, Tevrat, Zebur ve İncil’i bünyesinde cem eden bir kitap olduğunu önemser, bunu tefekkür eder?
Gerçek nasıl da yalnız.
Gerçek demişken, hakikat demediğime sevinenler olduğu kadar, hakikat demiş olmamı tercih edenler de var. Gerçeği şalvarla, hakikati smokinle görünce tanımayanlar; ama her daim gerçek/hakikat peşinde koşanlar! Birleşilen nokta, ortak payda hep aynı: Keyfiyetin hüküm sürdüğü, emeksiz, önyargılarla dolu bir alan. Ortak paydanın ortak paydası ise, bu “olumsuz” özellikleri haiz olanların hep diğeri, yanımızdaki, karşımızdaki ve fakat asla kendimiz olmadığı konusundaki özgüven.
Atatürk’ü nasıl anlayacağız? “Atatürkçü”, Atatürk’ü anlamamışken, “öteki” neden anlasın? Bir de Atatürk, Atatürkçü müydü, acep? Kaçımız “Nutuk”u okudu? Kurtuluş Savaşı’nın hiç olmazsa bir cephesini, duygusal köpürme yaşamadan kaç kişi konuşup, anlatabilir? Eğitim ve kültür seferberliği ile anlam bulan bir cumhuriyetin yurttaşları olarak, kaçımız düzenli kitap okuyoruz? Ne yazık ki, bolca kitap okuyan aydın kesimin bir cenahı da, Kemâlizm diye adlandırarak indirgediği ideolojiyi yalnızca, Batı hayranı bir heves olarak azımsamaktan geri kalmıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin düşünsel mimari Huntington gibi.
?İzmir’in dağlarında çiçekler açar ? Hâlâ açıyor mu? En son baktığımda, yüzde 70-80 oranında CHP’ye oy çıktığı için sevinen bir Karşıyaka vardı. Ne kadar tek tip o kadar iyi; ne kadar bize benzer ise o denli kabul edilebilir. Sahiden, Atatürk’ün hedefi bu olabilir miydi demokrasi derken? Yaşamımın büyük bir bölümünü geçirdiğim Karşıyaka’m, 35.5 olacak kadar hiçbir tanıma sığmamak, elitist olmak mı demek?
Ucundan da olsa Büyük Taarruz, birazcık da olsa Kurtuluş Savaşı çalışıp, Atatürk düşmanı olmak nasıl başarılır? Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk’ün yalnız başına kotarmadığı doğrudur: Silah arkadaşları ve milli seferberlik ile varını yoğunu ortaya koyan, tarihte eşi az bulunur bir direniş sergileyen halk unutulmamalıdır. Lâkin, şu da unutulmamalıdır: Zafer, Atatürk’ün, zaman zaman silah arkadaşlarına rağmen sergilediği kararlılığın bir sonucudur; şâyân-ı hayret bir sonuç. Arkasında, her şeye rağmen kendisini destekleyen bir güruh değil, aklı başında eğitimli; kendisine eleştirel yaklaşabilen; fikir sahibi insanlar vardı. İşlerin kötü gittiği, Eskişehir ve Kütahya savaşları sırasında nasıl da eleştirildiği hatırlanmalıdır.
Osmanlı’da, okur yazar oranının yüzde 10 olduğu iddia edilir, bu oran adını soyadını yazabilenlerin oranıdır; okur-yazarlık erkeklerde yüzde 7 kadınlarda ise yüzde 01’dir, binde 1! Bu oranlar 1935 yılında yüzde 20'lere ulaşmıştır. Atatürk, Hz. Muhammed’in "İlim Çin’de olsa gidip alınız" sözünü, Kur’an’ın "Oku" emrini ciddiye almıştır. Okumalıyız, sadece kendimizi okumayı hedefliyor olsak bile, bunun başarılabilmesi için de kitap okumak zorunludur.
Arap kültürünü dinimiz olarak benimsemeye, benimsetmeye çalışanlar bilmelidir; bilmiyorlarsa öğrenmelilerdir: Atatürk, Kur’an’ı Kerim’de sıkça mevzu bahis edilen faal aklı kullananların şâhıdır. Yok, öyle tepeden inme bir lütuf olarak değil: O bir mareşaldir, başkomutandır, başöğretmendir. Kurtuluş Savaşı sırasında, eğitim sorunlarını kendisine dert edinebilmiş olduğu için Maarif Kongresi çalışmaları ile meşgûl bir zât-ı muhterem. Aynı zamanda bir mareşal, askeri bir dehâ! Gözlerinizi kapatın ve kendinizi savaşın ortasında hayal edin, böyle birisi ile karşılaşsanız onun bir deli olduğunu düşünmez miydiniz? Faal aklı, usu bir köşede, hazır, bizi beklerken bulmayız; o emeğin olduğu yerde can bulur; bizi bulur.
Felsefe ile ilgilenenler bilirler, tez olarak ortaya konulan düşüncenin, antitezi olarak olumsuzunu ortaya koymak, senteze ulaşabilmenin önkoşuludur. İslâm dini de, Lâ ilâhe illallah temelinde olumsuzlamanın, her türlü olumlamanın önüne konulduğu bir dindir. Bu yönü din-i-dar kesimlerce ihmâl edilir, irdelenmez. Din, bir kültür hâlinde yaşamını sürdürür; Allah’a vasıl olunacak bir araç olduğu anlaşılmaz; uygulayıcıyı vaat edilen huzur, anlayış, mutluluk vâdilerine taşımaz; en baştan sakat bırakılmıştır çünkü. Bu açıdan, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması Emevi kültürüne yapılmış bir Lâ’dır, dinimizi özgün ayarlarına döndürme girişimidir ve başarılıdır.
Atatürk başını koyduğu bu yolda, gerektiğinde tüm ünvanlarından, kazanımlarından vazgeçerek; üzerine örttüğü bir battaniyeden fazlasına sahip olmadığı halde, ideali peşinde gidebildiği için; özetle hedefi ile arasına giren her şeye -her ilâha- sessizce, övgü beklemeden Lâ diyebildiği için hâlâ dirimlidir. Bu nedenle gücün tamamını ele geçirdiği halde, “sultan” olmaya özenmemiş, askeri üniformasından soyunarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tüm yetkileri devredebilmiştir.
Diktatör mü? Hadi canım, lütfen biraz daha tarih çalışın.
Montesquieu şöyle der:
“Tecrübe göstermiştir ki, iktidara sahip her insan onu kötüye kullanma ve yetkisini en uç noktasına kadar götürme eğilimindedir.”
İşte tam da bu nedenle anayasalar yapılır. Anayasa yapımı, devlet iktidarını sınırlayıp, bireyin devlet karşısında özgürlüğünü korumak, yönetenleri hukukla bağlamak için modern devlet anlayışı ile ortaya çıkan bir uygulamadır. Atatürk ile modern devlete geçilmiştir.
Modern devlette kahramana gereksinim yoktur; artık her yurttaş birer kahramandır. Yurttaşların özbilinçli ve kıskanç bir tutumla, özgürlüklerini korumaları, her türlü bireysel çıkarlarının üzerinde görmeleri, kararlılıkla, çalışkanlıkta diretmeleri kahramanlıktır; kahramanlar tembel olmazlar.
Yurtta sulh, cihanda sulh coğrafi sınırları ve zamanı aşan bir evrensel anlayışın ürünüdür, ancak henüz Atatürk’ün içinden çıktığı halkın ruhunda/tinselliğinde bir fiil (edim) olarak ortaya konulamamıştır. Halkın kaderi, kendilerini ilgilendiren konularda üstlendikleri sorumluluk ve bu uğurda harcadıkları çabadan bağımsız değildir.
Suç başkasında değil, demeye çalışıyorum.