Türkiye siyasetinde bitişler ve olabilirlikler
Rahatlıkla söylenebilir ki, siyasal İslam'ın, cumhuriyetin kuruluşundan beri kitlelerin büyük çoğunluğunun duygu dünyasını etkileyen, siyasal bilincini oluşturan hegemonik gücü bitmiştir! Yolsuzluk, ahlaki çöküntü, entrika, iktidar mücadelesi altındaki çatırtılar şimdilik bir kişi etrafında kenetlenmeyi sağlayan korkularla engelleniyor. Herkes enkazın kokularını alıyor, sadece ne zaman görüntü alacağını kimse bilmiyor. Denilebilir ki bu, Türkiye siyasetinin en önemli stratejik dönemeçlerinden birisidir.
Nejat Uğraş*
“Yıkım ve insanın kurtuluşu arasında bir karar vermek zorundayız. Evet, başarısızlık tehlikesi var ama başarı umudu da var.” Walter Benjamin
Bu aralar bir taraftan Kürt siyasetinin çıkardığı cılız eylem anlayışı, diğer taraftan Türkiye iç siyasetindeki dengesiz gidişat herkeste bir kötümserlik, “hep aynı döngü” sıkıntısı yaratmış ve geleceğe dair ufuk bulanıklığı oluşturmuş gibi. Oysaki gidişat öyle sanıldığı gibi değil. 16 Nisan sonrasında Türkiye siyaseti nihayet insana umut veren bir döneme girdi. Sıkı bir “bitişler” ve “olabilirlikler” iklimi oluşmuş durumda. Önce bitişlerle başlayalım.
Türkiye’de herkesin bildiği yüz yıllık bir stratejiyi izleyen “stratejik bir aktör” tüm rezervlerini tüketerek kralın yeni ceketi haline geldi. Dini argümanlar kullanıp, kitlelerdeki muhafazakar reflekslere hitap eden, alt ve üst orta sınıflara dayanarak var olmaya çalışan ve son on beş yılda muhafazakar-demokrat gibi bir sentezi dillendiren, Batı'daki muadillerine göre tam bir oksimoron olduğu görülen geniş bir kümeden söz ediyoruz. Kemalistlerin tepeden dayatmacılığı ve hızlı laikleştirme sürecinin toplumda yarattığı travmaların etkilerini derleyen bu kesim, 1960’larda Ortadoğu’da “Komünizmle mücadele” perspektifiyle üretilen İhvan Hareketlerinden de ideoloji ve sosyal politik-pratik deneyim devşirmişti. Günün sonunda ise benzer hareketlerin mukadderatına karşı koyamadı. Evet, siyasal dincilik geçen yıllar içinde Türkiye’de bir muhalefet gücü olma rezervini tamamıyla tüketmiş durumda.
Son referandumdaki tartışmaların esas konusunu yeniden hatırlamak gerekiyor. Temel söylem şuydu: “Seçimi kaybedersek şimdiye kadarki tüm kazanımlarımızı yitiririz.” Nitekim referandum sonuçları, kaybetme korkularını iyice depreştirdi. Diken üzeri hâller yaşıyorlar. Az buçuk siyaset bilimi kitaplarını karıştıran herkes, kaybetme korkusunun hangi sınıflara ait olduğunu ve en çok depreştiği anın grafiğinin iniş tarafı olduğunu bilir. Rahatlıkla söylenebilir ki, siyasal İslam'ın, cumhuriyetin kuruluşundan beri kitlelerin büyük çoğunluğunun duygu dünyasını etkileyen, siyasal bilincini oluşturan hegemonik gücü bitmiştir! Yolsuzluk, ahlaki çöküntü, entrika, iktidar mücadelesi altındaki çatırtılar şimdilik bir kişi etrafında kenetlenmeyi sağlayan korkularla engelleniyor. Herkes enkazın kokularını alıyor, sadece ne zaman görüntü alacağını kimse bilmiyor. Denilebilir ki bu, Türkiye siyasetinin en önemli stratejik dönemeçlerinden birisidir.
Bu ilk dönemece eşlik eden ikinci bir dönemeç daha var. Cumhuriyetin kuruluşu kadar eski olan güçlü bir eğilimin de tüm barutu tükenmiş durumda. Kemalist elitler tarafından beslenen devlet organlarına “ilericilik” ve “toplumsal mühendislik” rolü veren anlayışın uzun hikayesinin de sonuna gelindi. Özellikle 27 Mayıs darbesi ve 61 Anayasası ile bu hikayesini allayıp-pullayan söz konusu anlayış, demokratik-sol muhalefet seçeneğinin gelişmesini engelleyen bir konsepte sahipti. Bonapartist-Kemalist siyasetin etkileri alanı uzunca süre kitlemeye devam etmişti. Özellikle Doğan Avcıoğlu ve çevresinin kurguladığı tarih tezi ve ordudan “devrim” beklentisi 2000’li yıllar boyunca oldukça anakronik bir tarzda düpedüz yalancı ve arkaik bir sorun olarak toplumsal muhalefetin gelişmesini engelledi. Sosyalist çevrelerin ve Kürt siyasal hareketinin sert Kemalizm eleştirileriyle epeyce yıpranan ve ideolojik-teorik içerikten yoksun hale gelen bu çizgi, güvenlik teşkilatları başta olmak üzere, devlet organları ve CHP’de yığışarak bir yandan demokratik muhalefetin kitleselleşmesini engellerken, diğer yandan da üst-orta sınıflar ve alt orta sınıfın bir kesimi için umut kaynağı olmayı sürdürmeye devam etti. CHP’nin son “Adalet” yürüyüşüyle bu hikayenin bitişi de işaretlenmiş oldu. Çok büyük kitleler şuradan ya da buradan “görev” beklemektense mücadele ederek mevzi kazanma ve mevzilerini koruma sürecine girdiler. Belki şu anda biraz zayıf görünebilir ancak çok güçlü bir muhalefet potansiyeli var. Bu ikinci bitiş İhvan eksenli siyaset-din sentezinin muhalif potansiyellerinin tükenmesinden daha hayırlı olmuştur.
Bu her iki dönemecin tarihi nitelikte olduklarını söylemenin abartı olmadığını belirtmek gerekiyor. İdris Küçükömer’in adı etrafında tartışılan kabaca “Türkiye’de sağ Batılı anlamda sola, sol ise aynı anlamda sağa tekabül eder” tezi de nihayet düzelmiştir diyebiliriz. Küçükömer, bu tezini esasen muhafazakar kesimlerin Kemalistlerce baskılanması üzerine kurgulamıştı. 16 Nisan sonrasında artık sol/sağ kavramları ve güç konumlanmaları bence Batılı kontekse göre konumlanmaya başladı. Muhafazakarlar, milliyetçiler ve ulusalcılar net bir sağ blok oluşturmuş durumdalar. Demokratlar, sosyalistler, azınlıklar, sendikalar ve bazı liberaller ile yurtseverler (Kürt hareketi) ise sol bloku oluşturuyorlar. Gelelim olabilirliklere…
Öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde ulusalcılar ile demokratlar gerilimi önümüzdeki dönemde hem şiddetlenecek hem de kopuşlar zorunluluk arz edecek gibi görünüyor. Sağ cephede ırkçı-muhafazakar ayırımı yakın dönemde merkez oluşturma etrafında şiddetlenerek büyük bir kapışmaya sahne olacak. Söz konusu cenahlardaki iktidar mücadeleleri belirleyen değil etkileyen düzeyde seyrederken Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini belirleyen iki önemli olasılığın önümüzdeki dönemi domine edeceğini söyleyebiliriz. Bu iki olasılıktan biri Erdoğan’ın yaşayacaklarına, diğeri de Kürt hareketinin yapıp edeceklerine bağlıdır. İlk konuda spekülasyonlar ve rivayetler muhtelif. İkincisinde Kürt Siyasal Hareketi’nin 84’teki kadar tarihsel bir rol oynama momentinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü olmasıdır. Bunun için demokratik, seküler ve sol cephenin en aktif bileşeni olma yönünde ciddi hamleler yapması gerektiğini söyleyebiliriz. Bunları maddeler halinde formüle edeceksek;
1- Türkiye’deki silahlı mücadele konusunda, adaya getirildiği günden beri Abdullah Öcalan’ın mücadeleyi silahlardan arındırma ve Türkiye’de demokratik muhalefetin öncüsü olma perspektifini yeniden toparlayarak o doğrultuda ciddi adımların atılması.
2- Suriye, Irak ve İran sahasındaki mevzilerin geliştirilerek ve her türlü güç yoğunlaşmasının sağlanması.
3- Barışı öncelikle sol ve sekülarist cephenin inşa ve geliştirilmesi kapsamında ele alarak toplumsal bir harekata dönüştürülmesi
4- Demokratik teamüllerin temsili bir anlayıştan kurtarılarak şeffaf, açık ve aleni bir hale getirilmesi
Bütün bunlar yapılırken ufukta duran bir tehlikeye de değinmek gerekiyor. Bu hem yurttaş olmanın hem de yurtsever olmanın bir gereğidir. Kürt Hareketi'nin demokratik mücadeleye dönüşüm konusunda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmemesi durumunda, kitlelerin teveccühünün giderek zayıflayacağını dünya deneyimlerinden biliyoruz. Denge aşamasında kilitlenen ve bu anlamda artık bir sonuç yaratmayan “silah” pratiği karşıtlar tarafından şimdiye kadar kullanıldığı gibi her türlü “kötülüğün” kaynağı olarak gösterilmeye devam edecektir. Ama bu defa farklı olarak Kürt kitlelerinde de içten içe “artık yeter” noktasına yönelme riskinin belirmeye başladığını söylemek gerekiyor. Geç olmadan hem ülkesel hem bölgesel hem de küresel bazda çok özgün, net ve kararlı planlamalarla yepyeni bir başlangıcı tartışmaya açmak gerekiyor. Bu da bu ülkede akan kanı durduracak girişimlerin ve çabaların artması ile mümkün olabilecektir.
Belki tekrar olacak ancak bir kez daha şu hususa dikkat çekmek gerekiyor. “biz silahlı mücadeleyi geliştirirsek, zor durumda kalınca yine adaya giderler ve yeni bir süreç başlar” kalıbı belki bir zamanlar işledi ancak burada daima ciddi bir açmaz vardı. 99 sonrası, Öcalan demokratik mücadele ve barışın temsilcisi olarak ortaya çıktı. Orası ancak demokratik mücadeleyle yeniden muhatap haline getirilirse bu gerçekliğe uygun anlamlı bir durum olur. Tersi kısır döngüden başka bir şey olmayacaktır. Sorun korku ve cesaret ikileminde aranmamalıdır. Sorun yeni bir Ortadoğu kurulurken önümüzdeki yüzyılı kazanacak fırsatların kaçırılmamasında aranmalıdır. Benjamin’in dediği gibi “…Ancak hiçbir şey kaçınılmaz değildir. Tarih, insanlar tarafından yapılıyorsa hatalar olması mümkündür. 20'nci yüzyılda gerçekleşen devrimler bize bunu gösterdi.”
*Yurttaş