Duvarlara karşı
Hatun Tuğluk mezarından çıkarıldığından beri aklımda yerin altındaki o duvar. Dine göre, ahlaka göre, şuna göre, bize göre gibi farklara bakmadan insanım diyen kimsenin kabul etmeyeceği bir olay. Eylemin kınanması bu nedenle farklı bir durum, ama ya öldükten sonra bile birbirine karışmak istememe halini ne yapacağız?
Elçin Aktoprak
Belfast, duvarlar şehri… Kuzey İrlanda’da Katolik ve Protestanlar arasındaki çatışmada ilk olarak 1969’da Britanya Ordusu tarafından inşa edilen duvarlar, 1998’de imzalanan barış anlaşmasına ve bu anlaşmaya dayanarak 2007’den beri estek köstek de olsa yürüyen siyasi sisteme rağmen “barış duvarları” olarak halen dimdik ayakta. İsimleri “barış”tan gelse de, Katolik ve Protestan mahallelerinin bazıları arasında en basitinden mahalle sakinleri birbirlerini taşlamasınlar, en ciddisinden birbirlerini daha fazla öldürmesinler diye inşa edilmişler.
Bu duvarlardan daha az bilineniyse Belfast’tın en büyük mezarlığında, yerin altında. Adeta barış nedir, barış kimindir sorusuna cevap olacak sembolik bir değeri var. Baktığınızda mezarlar arasında yeşil düz bir yol, altındaysa Katolik ve Protestanlar ne kemik, ne toz, ne çamur olarak karışsınlar birbirlerine diye çekilmiş bir duvar.
Hatun Tuğluk mezarından çıkarıldığından beri aklımda yerin altındaki o duvar. Dine göre, ahlaka göre, şuna göre, bize göre gibi farklara bakmadan insanım diyen kimsenin kabul etmeyeceği bir olay. Eylemin kınanması bu nedenle farklı bir durum, ama ya öldükten sonra bile birbirine karışmak istememe halini ne yapacağız? Oraya gidenlerin sayısı veya kime nasıl alet oldukları da başka bir mevzu... Ya biz kemikleri, tozu ve çamuru ayırma halini ne yapacağız?
“Öteki”nin sadece yaşayanının değil ölüsünün de gayri insanileştirilebildiği zamanlar insanlık suçlarına gebedir. Öldürmek bu ortamlarda tüm yasal ve vicdani sınırlardan muaf gezen bir eylemdir. Cezasızlık serbestliği besler, semirtir. Semirmek, kibri akla düşüren bir eylemdir. Kısır döngü aynı seviyede değil, bir matkap gibi dibe dibe düşmanlığı derinleştirerek ve yerleştirerek yol alır. İyi ve kötü tanımları tarafların kafasında net, bir adım geriden bakınca yer değiştirmiştir. Hakikat aranmaz, yüzleşme gereksiz bulunur; bulundukça her dibe çarpma hayretle karşılanır ama şiddet her türlüsüyle çoktan kanıksanmıştır.
Tam da bu kanıksama ve kanıksatma Galtung’un 'kültürel şiddet' tanımıyla buluşturur bizi; yani doğrudan şiddetin ve yapısal şiddetin meşrulaştırıcısı, onlardan beslendiği kadar onları besleyen şiddet. İktidarın dili de muaf değildir kültürel şiddetten, medyanınki ve eğitiminki de. Sokak adları da muaf değildir, anıtlar da. Galtung’a göre kültürel şiddet, varlığın sembolik alanıdır. Bana tanımla deseniz, kötülüğü sıradanlaştırandır; poz poz fotoğraflardan akan, dizi dizi dizilerden sırıtandır.
Eğer annenizin cesedini sokaktan alamıyorsanız ya da onu arzu ettiği yere gömemiyorsanız, bunları yapmak için izne ihtiyacınız varsa, orada en temel ihtiyaçlarınızdan mahrum ediliyorsunuz demektir: kimliğinizden, özgürlüğünüzden, dilediğiniz gibi yaşama ve hayatta kalma hakkınızdan. Oysa bu temel ihtiyaçlar müzakere edilemez der, Galtung. Hak savunucusuysanız herkes için savunmanız gereken haklardır bunlar, çünkü insan olmanızdan kaynaklıdırlar, aslında insanlığın temel ihtiyaçlarıdırlar. Barış çalışmaları kültürel şiddetin arkasındaki yapısal şiddetin ve güvenlikçi kültürden beslenen doğrudan şiddetin maskesini düşürmek için çalışmalıdır diye de ekler. Çünkü, kültürel şiddet taraflara bir gerginlik veya çatışma içinde var olan şiddet türlerinin yanlış olmadığı hissini yerleştirendir ve yerleştiği yer, ya da şöyle diyelim hedef kitlesi, verdiğimiz ve vereceğimiz örneklerde toplumdur. Toplum, yani aşağıdan inşa edilmesi gereken kalıcı bir barışın biricik öznesi. Sınıftan cinsiyete, milletten dine farklılıklarla ve bu farklılıkların eşitsizliği olarak tanımlayabileceğimiz yapısal şiddetle hemhal olan toplum. Eşitsizliği kimi zaman dinle, kimi zaman milliyetçilikle, kimi zaman cinsiyetçilikle kutsayan, meşrulaştıran. “İnsanlar ölmüş, bizden değilmiş, yuhlayalım” şiddetinin zemininde öldürmeyi sıradanlaştıran ve doğrudan şiddeti hep “kendince” anlayan toplum.
Belfast’taki o mezarlıktaki yeşil yol negatif barışın sembolüdür aslında: çatışma yok uzun süredir Kuzey İrlanda’da iki taraf arasında. Ama yerin altındaki duvar yok mu o duvar? İşte o da başka bir yokluğun simgesi, pozitif barışın yokluğunun, yukarıdan inşa edilen ile aşağıdan inşa edilenin henüz buluşmadığının. Barış süreçlerinin zahmetli, sancılı olduğunun göstergesidir. Barış için sadece silahların susmasının yeterli olmadığının, yukarıda birilerinin el sıkışmasının sadece bir adım olduğunun, aşağıdan desteklenmeden barışı tutan iplerin her zaman yeni çatışmalara gebe olduğunun. Lakin negatif barış en azından bir umut halidir de. Doğrudan şiddetin azaldığı veya kalktığı bir ortamda yapısal ve kültürel şiddetin giderilmesi için gerekli adımların atılması için bir alan açılır.
Bu alan AKP döneminde Kürt meselesi bağlamında iki kere açıldı: 1999-2004 ve 2013-2015 arasında. Lakin bu dönemler barış 'çatışmasızlık' olarak tanımlanarak heba edildi. Halklar arasında karşılıklı güvene dair aşağıdan barış inşasını destekleyen adımlar atılmamakla kalmadı, attırılmadı. Sonra yukarıda ipler koptu, aşağısı hepten dağıldı. Sadece Kürt meselesi bağlamında değil, her siyasi mücadele alanını “biz” ve “onlara” bölerek kutuplaştıran iktidar karşısında muhalefet de ya aynı söyleme sıkışıp kaldı ya içeri alınarak sesi bastırıldı ve yok sayıldı. Hak mücadelesi güvenlik sorunu olarak ceza konusu haline gelirken, zaten zayıf olan sivil toplumun önü hepten kesildi. TBMM Çözüm Komisyonu’nun raporunda şöyle yazıyordu: “Cumhuriyet tarihi Kürt meselesinin sadece güvenlik eksenli politikalarla çözülemeyeceğinin örnekleriyle doludur.” Örneklere örnek ekleye durulurken yapılan “pekiştirme” de 2015’ten bugüne nerıdeyse 3000 kişi hayatını kaybetti. Kısır döngünün matkabı iyice derine yerleşti.
Herkes yazdı, ben de yazayım. Bölünmeyi bölünmeye en çok karşı olanlar besledi. Çünkü zihinlerdeki kutuplaşma davranışsal kutuplaşmayı hem tetikler hem de meşrulaştırır. Çünkü 'kendi kaderini tayin' denilince nasıl ki tek anlaşılması gereken ayrılma değilse, bölünme denilince de en önemlisi topraklara dayanan sınırların ayrılması değildir. Ayrılma ve bölünme her insanın en temel ihtiyaçlarını “öteki”ne layık görmediğiniz anda kök salıyor zaten; sonrası dünyalık işler: kim kimi nasıl yendi, öldürdü, bastırdı? Bu nedenle de ne Belfast’taki mezarlık tek bir sembol ne de Türkiye’de ilk kez cenazelere saldırıldı...
Şu dönemde kültürel şiddetin diline yönelik tek araç kültürel barışın dilini inatla inşa etmek olmalı, her şeye rağmen. Şiddetin her üç boyutuyla hüküm sürdüğü bir iklimde cesaret şiddetsizliği savunmakta, hiçbir şey yapamıyorsan kendine dönüp bakmakta, adaleti ve hakikati herkes için savunmaya devam etmekte, her bir olaya şaşırmaya devam ederek kanıksamaya direnmekte. Tüm bunları yazdıktan, okuduktan sonra kendini de ikna etmekte.
Barış kimindir? Barış bizimdir. Barış nedir? Barış, eceliyle ölmek ve birlikte huzur içinde gömülmektir.