'Akıl tutulması' mı? Sahi mi?

Akıl tutulması yakıştırmasına kulak verilirse, bütün olanların sebebinin bir çeşit akıl hastalığı halinde arandığı söylenebilir. Dolayısıyla da iktidarın ne yapıp ettiğini bilmez halinden kaynaklanan fiilleri dolayısıyla cezai ehliyetini haiz olmadığını düşünmek bu durumda pekala mümkün olabilir. Ama bir olanlara, bir de “akıl tutulması” yakıştırmasını yapanlara bakınca da bu yakıştırmayı yapanlarda adeta Hafize Ana’nın ruhundan bir şeylerin yaşadığını düşünebilir insan. Yok yok bu da bir yakıştırma için bile pek yakışıksız oldu. Özellikle de Hafize Ana açısından!

Google Haberlere Abone ol

Süreyya Algül

Geldiğimiz noktada uzun uzun tahlillerin ne kadar anlamı var bilemiyorum. Ülkenin zaten hiçbir zaman çok da parlak olmayan yarım yamalak demokrasisi, neredeyse elde kalan son demokrasi göstergelerinden biri sayılabilecek olan seçim güvenliğinin ortadan kalkması ile bitmişken… Kürt sorununun şiddet politikalarına terkiyle birlikte Kürt siyasetinin, milyonlarca oy alıp meclisteki üçüncü büyük grubunu kurmuş partisinin belediyelerinin birçoğuna kayyım atanmış, eş genel başkanı ve milletvekillerinin önemli bir bölümü de dahil olmak üzere siyasal kadroları hapislerde süründürülmekte ve dolayısıyla ülkenin iç barışı belki de bir daha toparlanamayacak biçimde iyiden iyiye tehlike altına girmişken…

Zaten hiçbir zaman çok sağlıklı olduğu söylenemeyecek laik düzeni, ağır biçimde örselenmiş ve imam ve müftülere nikah kıyma yetkisi veren son düzenlemedeki gibi örselenmeye devam ederken… Eğitim ve sağlık sistemi neredeyse çökmüş, ekonomisi devasa yolsuzlukların eşliğinde batmanın eşiğine gelmişken…

Mevcut gelir dağılımını açıklamada adaletsizlik, durumu açıklamaktan çok adeta yumuşatan ve hatta yetersizliğiyle vahim tabloyu perdeleyen bir kelimeye dönüşmüşken…

Bağımsız ve tarafsız olduğu iktidar tarafından bolca tekrarlanan yargı sistemi, neredeyse 12 Eylül dönemine rahmet okutabilecek düzeyde tüm muhaliflerin sindirilmesinin aracı haline dönüşmüşken… Benzer biçimde KHK’lar söz konusu olduğunda hukuksuzluk dahi nihayetinde hukuka gönderme yapan bir kelime olarak masum kalmış ve hukuksuz bile değil, sorgusuz sualsiz işten atılan binlerce kişinin ve dahası geniş muhalif toplum kesimlerinin aileleriyle birlikte hayatları üzerinde adeta tepinilirken…

Memleketin dış politikası tam da Ortadoğu diktatörlüklerine özgü bir biçimde, tek bir kişinin iki dudağına bakmaktan tükenip tek kelimeyle yok olmuşken…

Ve olanları en naif biçimde dahi olsa yansıtan gazeteciler ya işsiz ya da gazetesiz-dergisiz bırakılır ve daha göze batanları hapislere doldurulurken…

Ve nihayet muktedirlerin idaresi altında, koca bir ülke ve bir toplum, olağanüstü hali de aşan acımasız, keyfi, dinci ve faşizan uygulamaların esareti altında çürümekte iken…

En geniş anlamıyla özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin hüküm sürdüğü bir dünyaya inanan bu ülkenin demokratları, sosyalistleri, Kürt’üyle, Türk’üyle, Alevi’si, Sünni’si, Rum’u ve Ermeni’siyle, kadınları, LGBTİ bireyleri ile tüm ezilen muhalifleri olarak kendi kendimizle didişmenin, yakın mahallelerle kavganın gerçekten manası yok, biliyorum. Yok da, durumun kendisini betimlemekten dahi uzak sözüm ona muhalif tespitleri de, manasızlıklarından öte, duruma ilişkin kafa karışıklığına yol açma potansiyelleri nedeniyle eleştirmek gerektiğine de inanıyorum.

Bu tarz tespitlerden biri de iktidara yönelik olarak tekrarlanıp duran “akıl tutulması” yakıştırması. Yakıştırma diyorum, çünkü bana kalırsa bundan öte bir anlamı yok. Ama bu yakıştırmaya kulak verilirse, bütün olanların sebebinin bir çeşit akıl hastalığı halinde arandığı söylenebilir. Dolayısıyla da iktidarın ne yapıp ettiğini bilmez halinden kaynaklanan fiilleri dolayısıyla cezai ehliyetini haiz olmadığını düşünmek bu durumda pekala mümkün olabilir. Ama bir olanlara, bir de “akıl tutulması” yakıştırmasını yapanlara bakınca da bu yakıştırmayı yapanlar da adeta Hafize Ana’nın ruhundan bir şeylerin yaşadığını düşünebilir insan. Anaçlığı ve daha da önemlisi kendi tavizsiz iyiliği yüzünden, çocukları ne yaparlarsa yapsınlar tüm yaptıklarını çocukluklarına bağlayan Hababam Sınıfı’nın Hafize Ana’sından, Adile Naşit’in hayat verdiği karakterden söz ediyorum. Yok yok bu da bir yakıştırma için bile pek yakışıksız oldu. Özellikle de Hafize Ana açısından! Zira o bir bakıma, yazıldığı dönemin toplumsal ve siyasal düzenine dayanan eğitim sistemini yeren bir romanın, tiyatro ve sinemaya uyarlanışıyla yaratılan, hayata gönül gözüyle bakan ve çocukları gibi kendisi de düzenin çarpıklıklarıyla hınzır bir iyilikle dalga geçen alçak gönüllü sosyalist yazarının adeta sinema ve tiyatrodaki aksiydi.

Oysa akıl tutulması adlı oyunumuzun -hepimiz için ne yazık ki-ne karakterleri ve ne de yazarları için aynı şeyleri söylemek mümkün! Her şeyden önce karakterleri yazarlarına isyan etmiş haldeler. Yazarlarının resmettikleri oyunun karakterleri olmadıklarını en başta acımasızlıklarıyla her fırsatta bizler için ispat etmekteler. Onlar aynı zamanda hep çok bilen, hep çok iddialı olanlar. Bir türlü yazarlarının çizmeye çalıştığı çerçeveye uymuyorlar. Hudutsuz oportünizmleri ve kitlelerin en ilkel ve yıkıcı duygularını kaşımaktan hiç geri durmayan hamaset siyasetleriyle yırtıyorlar dağları, enginlere sığmıyor, taşıyorlar. Hele biri var ki, sınıfa öğrenmek için değil öğretmek için geldiğine fena halde kanaat getirmiş olacak ki, geriye kalanları analarından doğduklarına pişman etme pahasına başöğretmenin de başöğretmeni olmayı kafaya koymuş durumda.

Ama bütün olanlara rağmen yazarları da –karakterleri kadar olmasa da- hâlâ ve hâlâ hep iddialılar. 2010 referandumunda da olumlu yönde oy kullanmayanları “öküz altında buzağı aramakla” itham edecek kadar iddialıydılar, şimdi de öyleler. Onlar her şeye rağmen yine de, "akıl tutulmasıııı akıl tutulmasııı" diye yazıp çizerek oyunlarına izleyici toplamaya devam etmeye çalışıyorlar. Oyunun sonu gelmiyor, adeta post-modern bir anlayışla sanki ucu açık bırakılmış yazarlarınca. Yine de sonunda ne mi oluyor? Anlıyoruz ki oyun ters köşe yapan oyunlardan. Ama izleyiciye değil de yazarlarına ters köşe yapıyor. Akıl tutulmasına uğrayan karakterler değil yazarlarmış! Karakterler bütün yaptıklarını ne pahasına olursa olsun kendilerinin bekası için yapıyorlarmış meğerse. Oysa yazarlar akıl tutulmasının belki de en hasına, ideolojik-politik akıl tutulmasına yakalanmışlar, iyi mi!

İyi değil! Oyundan bağımsız, olmakta olanları düşünürsek, muktedirler ve onlardan beslenen mutlu azınlık dışında, akıl tutulmasına uğrayanlar da dahil olmak üzere, bu toplumun geniş kesimleri olarak, hiçbirimiz için iyi değil. Her şeyden önce malum karakterler ülkenin ve dolayısıyla hayatlarımızın gerçekleri olarak yaptıklarıyla varlar sonuçta. Ama bu şartlar altında yine de bir akıl tutulmasından bahsedeceksek, Frankfurt Okulu'nun kurucularından Max Horkheimer’ın, 2'nci Dünya Savaşı sırasında gittiği ABD’nin kültürüne egemen olan pragmatizm ve pozitivizmi eleştirdiği, akıl kavramına, Aydınlanma'nın mite dönüşmesine ve faşizmin Batı aklının tarihi içindeki yerine değindiği aynı adla çevrilen yapıtındaki şu sözleri hatırlamayı tercih ederim (1);

“…Herkes kendi başının çaresine bakmaya girişince bireysellik zedelenmektedir. Sıradan insan siyasete karışmaktan vazgeçtiği zaman toplum orman kanunlarına geri dönmekte, bu da bireyselliğin son kalıntılarını bile silip süpürmektedir. Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur. (…) Faşizm bilinçli insanları toplumsal atomlara indirgemek için terörist yöntemler kullanmıştı. (…) Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehenneminden geçen fedaileridir”. Sanırım bizlere düşen şey de direnmek! Belki de her şeyden önce kendimiz kalabilmek veya kendimiz olabilmek için...

(1) Max Horkheimer, Akıl Tutulması, 2016, İstanbul: Metis Yayınları, s. 158, 176-177.

Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim elemanıyken, barış bildirisi imzacısı olması nedeniyle Şubat 2017’de 686 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi.