YÖK'e cevap: Doçentlik atamaları nasıl düzenlenmeli?
Bilim siyasetin tahakküm ve tehdit aracı, kişisel arzuların tatmin alanı, sermayenin kâr aracı olduğunda amacından uzaklaşır, başka bir şeye dönüşür. Tüm idari kadrolar, bürokratik mekanizmalar, atama ve yükseltmeler, bilimin araç değil amaç olduğu ön koşuluyla yapılandırılmalı; kadrolar, bütçeler ve diğer pratik koşullar buna göre düzenlenmelidir. Akademik atamaların basit, tek bir kriteri olabilir, bu da liyakattir. Liyakatin ölçümü de bilim insanları tarafından belirlenmelidir.
Aslıhan Aykaç Yanardağ
Weber’in modern topluma yönelik analize en büyük katkılarından biri politik örgütlenmedeki rasyonalizasyona dikkat çektiği bürokrasi kavramıdır. Weber’e göre bürokrasi hukukun üstünlüğüne ve yazılı kurallara dayalı, hiyerarşik olarak düzenlenmiş, uzmanlaşmayı temel alan, tarafsız ve kişisel olmayan bir sistem olarak geleneksel toplumun, yazılı olmayan kurallara, kişisel ilişkilere ve rastgele karar verme süreçlerine dayalı yapısına akılcı bir alternatiftir.
Türkiye’de ise devletin, bürokrasinin ve diğer kurumların işleyişleri Weber’in anlatılarından çok Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne uyar. Kurumların işlevleri, işleyişleri, içerdikleri ya da dâhil oldukları toplumsal ilişkiler, akıldan çok geleneğe, hukuktan çok kişisel ilişkilere, kurumsallaşmadan çok konjonktürel uyarlamalara dayalıdır. Bugün bu durum en çok da eğitim sisteminde, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan YÖK’e, ilköğretim okullarından üniversitelere, müfredattan sınav sistemine, öğrencilerden öğretmenlere her bir kurum, birim ve ilgili bireyde kendini göstermektedir. Bu bağlamda YÖK’ün doçentlik atama süreçlerinin düzenlenmesiyle ilgili cevap aradığı yedi soruya kısaca bakabiliriz:
1. Mevcut sistemde ilk aşamada uygulanan doçentlik başvuru şartlarının aranmasına devam edilmesi, bununla birlikte merkezi yapılan sözlü sınav şartının kaldırılması;
Burada iki ayrı konu hakkında görüş soruluyor. Birincisi, mevcut doçentlik başvuru şartları ile ilgili. Bu şartlar, ağırlıklı olarak, adayların yayınlarının sayısı, bu yayınların yapıldığı yerlere göre (ulusal veya uluslararası olması), türüne göre (makale veya kitap olması) ve niteliğine göre (tanınmış indekslerce taranması, alan indeksi içinde yer alması vb.) puanlandırılması üzerinden belirlenmiş, niceliği nitelikten ön planda tutan şartlar. Bunların yanı sıra akademik faaliyetler, atıf sayıları, verilen dersler veya yönetilen tezler de adayların başvurularını destekleyen unsurlar.
Burada temel sorun, yayın değerlendirmesinin ölçümünün niteliğin önüne geçmesi. İkinci sorun, seçilen ölçümlerin ve göstergelerin, disiplinlerin yayın süreçlerindeki farklılıkları yansıtmaması. Örneğin tıp alanındaki süreli yayın sayısı, yayın piyasası, araştırma kaynağı ve araştırma süreci ile herhangi bir sosyal bilim dalı (ki bunlar da kendi içinde azımsanamayacak kadar farklılaşmaktadır) bir tutulabilir mi? Özetle, nicel kriterlerin disipliner çeşitliliği gözetmeksizin dayatılması nitelikli yayıncılığı desteklemediği gibi, akademik liyakatin de önünde bir engeldir.
Bu sorudaki ikinci nokta ise, sözlü sınavla ilgilidir. Sözlü sınavlar bir jüri ve adayın bir araya geldiği, ancak standardı belli olmayan, tarafsızlık konusunda tartışmaya açık, kişisel müdahalelere veya çatışmalara kolaylıkla imkân tanıyacak süreçlerdir. Aynı zamanda sözlü sınavlar hem adaylar hem jüriler için pratik sorunlar yaratmaktadır. Lisans düzeyinden başlayarak akademik kimliğini ve ifadesini inşa etmiş bireyleri –ki bu kişilerin söz konusu kriterleri sağlamak için ders verdiklerini, bilimsel toplantılara katıldıklarını göz önüne alırsak- hayatlarının ileri bir evresinde jüri karşısına çıkarmanın eğitim psikolojisi açısından ne ifade ettiği düşünülmelidir.
2- Mevcut sistemin ilk aşamasında uygulanan doçentlik başvuru şartlarını sağlayan ve buna ilişkin Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) tarafından verilecek belge sahibi adayların doçentliğe yükseltilerek atanması aşamasının üniversitelerimizce yürütülmesi;
YÖK doçentlik sürecini iki aşamaya bölüyor. Birinci aşama başvuru şartlarının sağlanması ve ÜAK tarafından belgelenmesi, ikinci aşama üniversitelerin atama sürecini gerçekleştirmesi. Mevcut durumda da ÜAK doçentlik unvanını verse dahi, üniversiteler kadroya atama sürecini kendileri yönetiyor. Bu nedenle aday doçentliğe hak kazanmış olsa dahi, üniversite yönetimlerindeki keyfiyet nedeniyle ataması gerçekleşmeyen doçentler bulunuyor. Eğer doçentliğin herhangi bir aşaması üniversitelere devredilecekse, Türkiye’de tüm üniversitelerdeki keyfiyetin ve kişisel kısıtların engellenmesi, bu süreçle ilgili her bir aşamanın açık nokta bırakmayacak bir biçimde yazılı hale getirilmesi ve bir standart oluşturulması gerekmektedir. Bu yazılı hükümler üniversite senatoları tarafından belirlenecekse tüm bilimsel alanların ve akademik disiplinlerin üretim süreçleri, yayın standartları ve biçimleri dikkate alınmalı, dayatmacılığın yerine temsiliyetin vurgulanması gerekmektedir.
3- Üniversitelerimizin ÜAK tarafından belirlenen asgari kriterleri üzerine ilave kriterler koyabilmesi veya bu kriterler ile yetinebilmesi;
Hâlihazırda bazı vakıf üniversiteleri ÜAK’ın doçentlik kriterlerinin üzerine kendi doçentlik kriterlerini koyuyor. Ayrıca vakıf üniversiteleri akademik personelin sözleşmelerini yenilemek için farklı yayın şartları koyuyor. Bir taraftan akademik personeli araştırma ve yayın yapma konusunda motive edecek bir yöntem gibi görünse de diğer taraftan bu baskı, akademik dünyada akıl sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşıyor. Bu yayın baskısını sadece vakıf üniversiteleriyle ilişkilendirmek doğru olmayabilir, ancak devlet üniversitelerindeki atama ve yeniden atama kriterlerinin görece hafif olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sıklıkla “publish or perish (Yayın yap ya da yok ol)” şeklinde ifade edilen yayın baskısı, “slow academia (yavaş akademi)” ya da “slow professor (yavaş profesör)” biçiminde ifade edilen, akademideki bu hız kültürünü eleştiren bir akımı da doğurdu. Bilimsel üretim özgür ve özerk bir akademik alanda serpilir gelişir. Rakamlara, kriterlere dönüştürülmüş bilimsel üretim amaç olmaktan çıkar, bir araca dönüşür; bir araca dönüştüğündeyse işlevini yitirir. Bilim neden önemlidir? Bilime neden ihtiyacımız var? Bilimin hangi alanları toplumsal gereksinimlerimizi karşılayacak, yapısal sorunlarımızı çözecek bilgiyi sunar? Bu sorular temel akademik prensiplerimizin inşasına ışık tutmalı.
4- Doçentliğin akademik bir unvan mı yoksa profesörlük gibi bir kadro unvanı mı olması gerektiği konusunun değerlendirilmesi;
Akademik unvan bilimsel standartlarla ölçülür, değerlendirilir, bir uzmanlık aşaması olarak hak eden adaylara verilir. Kadro unvanı ise bürokratik bir sürecin sonucunda kurumun ihtiyacına uygun vasıflara sahip kişilere verilen profesyonel (Profesyonel bir işi para karşılığı yapan kişidir.) bir kategoridir. Bu soruyu tersinden de okumak ve değerlendirmek mümkündür. Doçentlik akademik bir unvandır, akademik kriterlere göre verilmelidir. Profesörlük de akademik bir unvandır ve akademik kriterlere göre verilmelidir. Bugün bir doçentin profesör olması için doçentliğinden itibaren beş yıl geçmesi ve belli ölçütlerden (yayın, atıf, ders verme vs.) puan toplaması gerekmektedir. Doçentlik ÜAK tarafından, profesörlük ise üniversite tarafından verilmektedir. Oysa her profesörün üretkenliğini belli bir standartta devam ettirdiğini, hatta profesör olduktan sonra devam ettirdiğini söylemek oldukça güçtür. Bilimsel üretimin niteliğini artırmak kadar sürekliliğini sağlamak da önemlidir. Genç yaşta profesör olup, yıllarca araştırma yapmayan, yayın yapmayan ve emekliliğini bekleyen profesörler, ders verdikleri için kadroyu hak etse bile akademik unvanı hak etmiş olmazlar. Kadro meselesi ise üniversitelerin bütçesine, program sayısına, öğrenci sayısına ve başka değişkenlere göre düzenlenmesi gereken bir konudur. Bu noktada akademik emek piyasasının yapısına odaklanmak daha anlamlı olabilir.
5- Doçentliğin akademik bir unvan olarak değerlendirilmesi durumunda; unvanın alınması ve korunmasında ne tür kriterlerin aranmasının gerektiği;
Akademik unvanın alınmasında ve korunmasında bilimsel üretim belirleyicidir. Bilimsel üretimin niceliği değil, niteliği önemlidir. Bu nitelik yapılan üretimin alana sağladığı özgün katkı ile ortaya çıkar. Bu katkı, çalışma alanının yalnızca Türkiye ayağına değil, evrensel kümesine yapılan bir katkı olmalıdır. Pratik bir biçimde ifade edilirse, bir bilim insanının akademik bir unvanı hak etmesi için dünya çapında geçerliliği olan bir katkı yapması gerekir, bu yabancı dilde bir yayın, uluslararası patent veya evrensel geçerliliği olan bir tasarım olabilir. Türkçenin bilim dili olması yönündeki argümanlar ve çabalar çok kıymetlidir; ancak henüz aşama kaydettiğimizi söylemek için erkendir.
6- Mevcut sistemde olduğu gibi akademi dışından da doçentlik unvanının kazanılmasına devam edilmesi hususunun değerlendirilmesi, devam edilmesi durumunda bu unvanın hangi kriterlerle ve hangi kurum tarafından verilmesinin uygun olacağı;
Eğer doçentlik bir kadro unvanı değil de bir akademik unvansa, akademi içinde yer almayan, yani bilimsel üretim yapan ancak profesyonel olarak sisteme dâhil olmayan kişiler de bilimsel şartları sağladıkları takdirde bu unvanı alabilirler. Bir kurum olarak akademi hem eğitim hem de araştırma işlevlerini gerçekleştirir. Akademik eğitim, bilim insanlarının hayatlarını devam ettirmek için gerek duydukları kaynağı sağlayan profesyonel bir uzantıdır. Bu profesyonel ilişkiden bağımsız olarak araştırma yapmak ve bilimsel katkı sağlamak elbette mümkündür. Böyle bir durumda adaylar doçentlik unvanlarını konunun uzmanlarının yer aldığı üniversitelerden alabilirler, bunun ön koşulu doçentlik kriterlerinin üniversitelere göre değil, bürokratik işleyişe göre değil, bilim alanının özgün değerlerine göre belirlenmesidir. Böyle olduğunda akademik unvan kriterleri bir üniversiteden diğerine, bir hükümet döneminden diğerine değişmez, bilimin tarihsel gelişimiyle uyumlu olarak belirlenir ve yenilenir.
7- Doçentlik süreçlerine ilişkin değerlendirmeye alınmasını istediğiniz varsa başka konu veya öneri.
Doçentlik süreçleri, Türkiye’de bilim yapılarının, kurumlarının ve akademik işleyişin tek sorunu değil. Birçok yönüyle sorunlu olan geniş bir bağlamdan soyutlanarak doçentlik meselesine odaklanmak indirgemeci bir yaklaşım olur. Bir gazete yazısı sınırlarında çözümlenemeyecek yapısal sorunlar ve doçentlik meselesini çözmek için sorunların saptanması, kategorize edilmesi ve çözümlerin bir öncelikler silsilesi halinde üretilmesi gerekmektedir.
Tekerleği yeniden keşfetmeye gerek yok. Deneme sınama yöntemiyle bütün olası modelleri incelemeye de gerek yok. Bilim dünyasında ilerlemiş örneklere bakılır, bilim geleneğinin, akademik kurumsallaşmanın, yükseltmelerin nasıl yapıldığı incelenir. Memleketimizin özgün koşulları da göz önüne alınarak (örneğin üniversite sayısı, fakülte sayıları ve dağılımları, anabilim dalı sayıları ve dağılımları, kaynak tahsisi, kadro kısıtları, genç nüfus ve öğrenci sayıları, uzmanlaşma eğilimleri) bir sentez oluşturulur.
Özetin özeti: Bilim, özgür bir ortamda ve özerk bir alanda gelişir. Bilim siyasetin tahakküm ve tehdit aracı, kişisel arzuların tatmin alanı, sermayenin kâr aracı olduğunda amacından uzaklaşır, başka bir şeye dönüşür. Tüm idari kadrolar, bürokratik mekanizmalar, atama ve yükseltmeler, bilimin araç değil amaç olduğu ön koşuluyla yapılandırılmalı; kadrolar, bütçeler ve diğer pratik koşullar buna göre düzenlenmelidir. Akademik atamaların basit, tek bir kriteri olabilir, bu da liyakattir. Liyakatin ölçümü de bilim insanları tarafından belirlenmelidir. Liyakat koşulları her bir disiplin için farklı olabilir. Ancak bunu bilecek kişiler de bilim insanlarıdır, atanmış idareciler değil.
Doç, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü