Bir durum anatomisi olarak 22 Ekim saldırıları
Abdülmecid Efendi Köşkü’nde 22 Ekim'de yaşanan ne kültür çatışması ne bir ideoloji kavgası. Yaşananları herhangi bir hassasiyet bağlamında meşrulaştırmak da kınamak da aslında aynı amaca hizmet ediyor ki bu da şu anda içinde fazlasıyla kavrulduğumuz bir görecelilik durumunun devamı niteliğinde. Bazı durumlarda bazı şeyleri en yalın haliyle anlatmakta diretmek, olayı salt bir saldırı olarak okumak en etkili direniş yöntemi olabilir.
Merve Ünsal
22 Ekim 2017’de Bağlarbaşı Korusu içinde yer alan Abdülmecid Efendi Köşkü’nde, İstanbul Bienali’ne paralel olarak gerçekleştirilen özel koleksiyon sergisi, Kapı Çalana Açılır, bir sanat eserine yapılan fiziksel saldırıyla gündeme geldi. Bu saldırının anatomik olarak ana hatlarını çıkarmak istersek:
-22 Ekim öncesi bazı gazetelerde ve sosyal medya hesaplarında yapılan paylaşımlarda bu sergiye kışkırtıcı olarak addedilebilecek şekilde işaret edilmesi, (verilen gerekçeler tarihsel olarak ‘kesin bilgi’ olmadığından burada tekrar zikretmeye gerek yok.)
-22 Ekim günü, Ron Mueck’e ait, hiper-realist olarak tanımlanabilecek çıplak bir erkek figürünü gösteren heykelin sergiyi gezen birkaç kişi tarafından tahribine çalışılması, bu sırada özel güvenlik görevlileri ile çıkan arbede,
-Bu tür saldırılardan sonra gerekli yaptırımlar uygulanmadığı için aynı gün ikinci bir saldırının daha olduğuna dair açıklamalar, arttırılan özel güvenlik görevlileri ve sergi mekanının dışında konuşlandırılmış çevik kuvvet,
-Sergiyi organize eden özel koleksiyonun sahibi Ömer Koç’un yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Koç Holding’in, gerek saldırıyı yapan kişilerin gerekse bu ve benzeri saldırıları kışkırtan mecraların köşkün tarihi ve kullanımıyla ilgili kullandığı söylemlerle ilgili düzeltmeler yaptığı, kurumsal olarak farklı inançlara hassasiyetle yaklaştıklarının altını çizen açıklama.
Yaşananların üzerinden biraz vakit geçmiş olmasının da getirdiği sükunet ve var olduğuna inanmak istediğim büyük resme bakma içgüdüsüyle, Abdülmecid Efendi Köşkü’nün tarihçesi, mülkiyeti, Abdülmecid Efendi’nin sanatsal girişimleri ve eserleriyle birlikte çizilen çerçeveyi ve gerekçelendirmeyi tehlikeli buluyorum. Yapı Kredi Yayınları’nın 2004 senesinde çıkardığı, Hanedandan Bir Ressam, bu konuyla ilgilenenleri aydınlatabilir. Cumhurbaşkanlığı Sanat Koleksiyonu'yla ilgili 2014 yılında zamanın cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hamiliğinde çıkarılan, YKY kitabının da yazarı olan kişinin editörlüğündeki 3 ciltlik koleksiyon kataloğuna giriş metninde de Abdülmecid Efendi’nin sanat hamisi ve sanatçı olarak kimliği ön plana çıkarıldığından aslında Abdülmecid Efendi’nin sanatsal eylemleri, zamana ve duruma göre farklı modernleşme anlatımlarının parçası olarak araçsallaştırılabildiğini görüyoruz. Bu yazı bağlamında bu kitapları birer referans noktası olarak tutuyorum.
Diğer bir tarafa da 2010 yılında Tophane’deki sergi açılışına yapılan saldırılarda sözde hedef alınanın sanat eserleri değil de açılışa katılan kişilerin davranışları olduğunu koyuyorum.
22 Ekim ile ilgili düşünürken kerteriz noktam iki sanat eseri. Bir tanesi Hans Haacke’nin erken dönem işlerinden Mavi Yelken (1964-1965). Masa boyutu denebilecek bir pervanenin havada tuttuğu mavi bir ağ ve ağı köşelerinden sabitleyen, balıkçıların kullandığı ufak ağırlıklardan oluşan yerleştirme, preker olduğunu bildiğimiz ama kabul etmek istemediğimiz şeylerin vücut bulmuş hali. Odadaki en ufak bir esintiyle yönünü değiştirebileceğini bildiğimiz ‘şey’ler, bu şeylerin her şey yolunda gittiği sürece bize verdiği haz ve belki de hafif bir tehlike, bir kıyamet beklentisi olduğu için de daha da yoğun yaşanan bir estetik tecrübe. Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki geleneksel olarak tanımlanabilecek Osmanlı mimarisiyle güncel sanat eserlerinin birlikte durduğu fotoğraflara, 22 Ekim’i düşünmeden bakmaya çalıştığımda baki olan his, bu preker güzellik.
İkinci eser ise, Cengiz Çekil’in Uyandırma, İletişim Taşı (1987). Bir taş, taşın üzerinde taşa bağlanmış olarak, katlı bir şekilde duran bir parça kefen bezi. Aslında işin hikayesini bilmeye çok gerek olmasa da sanatçının bu işin çıkış noktasıyla ilgili anlattığı, bir gün penceresine atılan, evine giren, kendine isabet etse onu öldürme potansiyeline sahip olan bir taş. Ölümle, tehlikeyle yüz yüze gelip de ramak kala kurtulmuş olabilmenin getirdiği bir ironiyle temsile dökülmüş olan bir mizansen. Taşı bir mezar taşı olarak değil de potansiyel bir tehlikeyi her zaman içinde hapsetmiş olan bir enerji olarak mekana koyma, o potansiyeli sahiplenme, bu şekilde nötrleştirme içgüdüsü, sanatın göstermeden gösterme hali.
Vesselam, Abdülmecid Efendi Köşkü’nde 22 Ekim 2017’de yaşanan ne kültür çatışması ne bir ideoloji kavgası. Yaşananları herhangi bir hassasiyet bağlamında meşrulaştırmak da kınamak da aslında aynı amaca hizmet ediyor ki bu da şu anda içinde fazlasıyla kavrulduğumuz bir görecelilik durumunun devamı niteliğinde. Bazı durumlarda bazı şeyleri en yalın haliyle anlatmakta diretmek, olayı salt bir saldırı olarak okumak en etkili direniş yöntemi olabilir.