Aristotélēs’ten Atatürk’e… II

“Diyebilirim ki ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi kendi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”

Google Haberlere Abone ol

.

Gülgün Türkoğlu

#gulguntp [email protected]

Toplumsal birlikteliğin tıkandığı, iç gerilimin arttığı dönemlerde, toplumun ruhunun kendisini giderek daha yüksek bir kavrama doğru geliştirmesi için öznelere gereksinim vardır. Modern devletlerin kurulmasından önce, bazı toplumlarda bu öznelerin, kahramanlar olarak ortaya çıktıkları görülmüştür. Bu kahramanların ortak özelliği, temsil ettikleri halkların umutlarını tek bir bedene sığdırabilme kapasiteleridir.

Eski Yunan’da, ostrakismos uygulamasının gündeme getirilmesini gerektirecek denli tanrısal insanların varlığından söz edilir. Aristotélēs, “Politika”sında, böyle üstün bir kişi devletin bir parçası olamayacağından devleti aştığının kabul edilmesi gerekliliğinden ve sıradan insanlar arasında onun bir tanrı sayılmasının akla yakınlığından söz eder. Bu olağanüstü kişileri yönetecek yasa olmadığından dem vururken şöyle devam eder:

“Onlar kendileri yasadır ve onları bağlamak için yasa yapmaya kalkışacak kişinin çabaları boşa gider… Ostrakismos’a, yani sürgüne başvurmalı diyemeyiz; onu yasalarımız altına da sokamayız; çünkü bu da Zeus’tan egemenliğini insanlarla paylaşmasını istemek gibi olur. Bu nedenle, tek çıkar yol doğayı akışına bırakmaktır; o egemen olacaktır, biz de sevine sevine ona boyun eğeceğiz. İşte bu gibi insanlar şehirlerinde kraldır, sürekli olarak kral...”

Hegel de tutkulu bir özne olarak tanımladığı kahramanın şu özelliklerine dikkat çeker:

• Tarihteki büyük insanların kişisel erekleri, dünya tarihinin iradesini oluşturan cevherdir, cevherdendir; karşı koymak ellerinden gelmez.

• Daha yüksek olanı, tümeli (külli) kavrar ve onu kendilerine amaç edinirler.

• Tin (ruh) kavramına karşılık gelen en yüksek amacı gerçekleştirirler.

• Amaçlarını, mesleklerini sessiz sakin, düzenli bir dizgede olayların kutsanmış gidişinde bulmazlar.

• Haklılıkları kurulu düzenden değil, başka bir kaynaktan gelir.

• Varolanlara hiç mi hiç benzemeyen şeyleri tasarlayıp ardından giderler.

• Doğru ve zorunlu bir şeyi istemiş ve meydana getirmiş olduklarını; içlerine doğan şeyin zamanının geldiğini ve bunun zorunlu bir şey olduğunu bilirler.

• Ötekiler, bu kişinin bayrağı altında toplanırlar.

• İnsanlara, istediklerinin ne olduğunu ilk bildiren kişilerdir.

• Başkalarını mutlu etmek umurlarında değildir.

Bu kişilerin kendilerini gerçekleştirmeleri, önüne geçemedikleri bir zorunluluktur. Tutkuyla bağlandıkları tek bir umudun sermaye edildiği kutlu yolda kendileri diğerleri için bir umut olanlardır.

Türkiye’de yaşayan yurttaşlar olarak bu satırların, okuyucuya -sevenine ve dahi sevmeyenine- Atatürk’ü hatırlatmış olma olasılığı yüksektir. Mustafa Kemâl Atatürk, bir imparatorluğu “ümmet” bilincinden özgür yurttaş bilincine, özgürlüğe, modern devlete taşıyan, tutkulu doğasının yaşamını biçimlendirdiği bir kahramandır.

Atatürk’ün, ussal olanın kendisini tarihte açımlamasının zorunluluğunun bilincinde olduğu “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli eserinde açıkça ortaya konulmuştur. Musa’dan başlayarak, içinde yaşadığı döneme kadar taşıdığı bölümde yaptığı yorum bu açıdan çok önemlidir.

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” diyen Atatürk karakterinin kaderi olduğunun bilincinde olan bir özbilinç varlığıdır.

Sevgili dostum Mustafa Alagöz’ün bir yazısında “Atatürk’ün, bir ulusun yeniden doğuşuna önderlik ederken gösterdiği tarihsel inisiyatif, düşünce derinliği, ilkelerindeki evrensel boyutun Hegel’in tarih felsefesiyle taşıdığı paralellikler…” olarak ortaya koyduğu benzerlikler önemlidir.

Atatürk şöyle der:

“Diyebilirim ki ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi kendi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”

“Beliren ulusal savaşın tek amacı, yurdu yabancı salgınından kurtarmak olduğu hâlde, bu savaşın, başarıya ulaştıkça, ulusal istence dayalı yönetimin bütün ilkelerini ve biçimlerini evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi, doğal ve kaçınılmaz bir tarih süreci idi.”

“Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ama, baştan sona, bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik.”

Umudumuzun taşıyıcısı olan kahramanlar dönemi geride kalmıştır, modern devlette kahramana gereksinim yoktur; artık her yurttaş bir kahramandır. Kahraman ise kahramanca eyleyendir; bir zamanlar onları besleyen kaynak kurumuş değildir.

Demokratik bir rejimin, özgür yurttaşları olarak bireysel yaşamımız için, özelimiz için umut ettiğimiz şiddette hatta belki de daha fazla umudu ülkemiz, dünyamız için yaşatabilmeliyiz. İnsan hem özel hem de toplumsal olmak kaydıyla çift yönlü bir varlıktır. İçinde yaşadığı topluma katkı vermek için, her zaman öznel ihtiyaçları ile bir denk düşme beklentisi içinde olmamalıdır.

Hatırlanmalıdır ki, kahramanların özel yaşamları, fedâ edilmiş yaşamlardır.

Fedâ uç noktada yaşamın fedâ edilmesidir; yokluğa gidiştir… Anadolu bilgelerinin vefâ olarak söz ettiği en üst mertebe. Konu buraya gelmişken, sözümü tutup yazının başında (dün) işaret ettiğim umuttan söz edeyim: Ölüm. Fedon diyaloğunda Sokrates, baldıran zehrini içmesine saatler kala şöyle der:

“Şimdi bana dayatılan yolculuk umutla başlayacak. Ve zihninin arılaştığını ve hazırlandığını düşünen her insan için aynı umut vardır.”

Sürekli tüketerek umudumuzu da tükettiğimiz rahat yaşamımızdan, sivil toplum örgütlerinde yer almak; düzenli okumak; yerel yönetimlerle öneri-eleştiri bağlamında temasta olmak; sendikalarda görev almak; anlayabildiğimiz ölçüde bilim dünyasını takip etmek; yazarak –yayımlatma hedefi gütmeden de olsa- bilinç seviyemizi kendi bilincimiz için açık ve seçik kılmak; sanatı takip ederek varlığına katkıda bulunmak gibi etkinliklerle çıkarsak, ilk etapta ödün vermek gibi hissetmenin giderek içimizin umut dolması hâline dönüştüğünü göreceğiz.

Bunun nedeni, fedâkârlığın, gerçekte, insanın kendisini kendi özüne vermesi ile sonuçlanan bir dengeleme edimi olmasıdır.

Hegel’in kahraman, Aristotélēs’in “İşte bu gibi insanlar şehirlerinde kraldır, sürekli olarak kral…” dedikleri Atatürk gibi olanlardır. Aramızdan neredeyse bir asır önce ayrılmış olmasına rağmen bize hâlen dirimli olduğunu hissettiren şey, kendisinin vefât ederek katıldığı 'Anadolu Tini'dir.

Bu topraklarda umut onun ayak izlerini takip eder.