Üniversite ve hocaları
Madem ki sosyoloji insan özgürlüğünün bilimidir ve Saint-Simon’un dediği gibi “toplum iştir/emektir/çalışmaktır”, mevcut sürece ilk ve en büyük karşı çıkışın öncelikle sosyologlardan ve toplum bilimcilerden gelmesini beklemek hiç de haksızlık değildir.
Mustafa Kemal Coşkun
Zaman zaman bazı üniversite hocaları, ülkenin kimi sorunları üzerine türlü türlü laflar ediyorlar ve ben, elbette ki en azından eski bir üniversite mensubu olmamdan dolayı bu tür söylemlerinden çok utanıyorum. Utanmamın nedeni, tabii ki ülkenin sorunları üzerine bir takım laflar etmeleri değil, fakat söylediklerinin devletin resmi ideolojisinden bir adım öteye gidememesi. Üstelik bunu bir de bilimsellik adına yaptıklarını düşününce utancım bir kat daha artıyor. Ne var ki bu utancımı, ifade özgürlüğünün en temel akademik ilke olduğunu, özerk, demokratik, bilimsel bir eğitim veren üniversite uğruna mücadele eden hocaların/asistanların/üniversite emekçilerinin aslında düşündüğümden daha fazla olduğunu görmek bir miktar gidermekle birlikte, utancım, barış talebinden dolayı üniversitelerinden atılan bilim insanlarının varlığını hatırlayınca tekrar depreşiyor, bu sefer, kendi (eski) hocalığımdan bile gerçekten çok utanıyorum.
“Bana ne canım, ben böyle değilim, üstelik böyle de düşünmüyorum/davranmıyorum, dolayısıyla neden utanayım ki” diye düşüneyim diyorum, bu sefer de karşıma, televizyonlara çıkıp bu atılmaların ne kadar da isabetli olduğunu anlatan üniversite “hocaları” geliyor, adeta yerin dibine geçiyorum. Tam da burada aklıma, üniversitenin, herkesin çok da iyi bildiği üzere, 12 Eylül sonrası uygulanan politikalar sayesinde, yani 1402 sayılı yasayla zaten olabildiğince yaralanmış olduğu, OHAL rejiminde KHK’larla atılan üniversite hocalarının sayısının o dönemi aratır hale geldiği, buna rağmen bu yaraların açılmasının baş sorumlusu olanların önünde “bilim insanı” olarak el pençe divan durmak iğrençliği geliyor, büsbütün tiksiniyorum. Bütün bu olanların sadece destekleyicisi değil, doğrudan doğruya sorumlusu olan rektörleri/dekanları da aklıma getirince, insanlığımdan da utanıyorum.
Bu duruma gelmiş bir “bilim insanının”, beyinden değil de omurilik soğanından konuştuğunu, olmadı Auguste Comte’un üç hal yasasının tam da orta evresine denk düşen bir düşünsel geriliğin içine düştüğünü bir kez belirttikten sonra, artık bilim insanı olma niteliğini tümden kaybetmiş olduğunun, yok eğer böyle olmamışsa, en azından bilim etiği meselesinden ne kadar uzakta durduğunun ortaya çıktığını da vurgulayalım. Marx, “her şey apaçık olsaydı, daha doğrusu, her şey bize göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı” diyerek, bilim insanının herkesin zaten doğrudan doğruya duyumlayıp algıladıklarını tasvir etmekle yetindiği ölçüde daha önceden doldurulmuş basit bir plaktan öteye gidemeyeceğini ifade etmektedir ki, bu durum, söz konusu olan doğa bilimleri değil de sosyal bilimler ise, bilim adamının çaldığı bu plağın doğrudan doğruya egemenlerce doldurulmuş olabileceğine de işaret etmektedir. Marx’ın söylediği gibi bilim, her şey apaçık olmadığı, yani her şey bizim anlamlandırdığımız/gördüğümüz gibi olmadığı için vardır. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse ilk aklıma gelen, buradan bakınca dünyanın güneş etrafında değil de güneşin dünya etrafında dönüyormuş gibi algılanmasıdır: bu, insanın dünya güneş etrafında dönerken tümüyle edilgen olmasından kaynaklanan bir durumdur. Diğer taraftan söz konusu olan doğa bilimleri değil de sosyal bilimler ise bu durum daha karmaşık bir hal alır. Zira toplumsal gerçeklik, doğaya ait olandan bütünüyle farklı olarak insanlar tarafından yaratılmış ve yine insanlar tarafından değiştirilebilen bir gerçeklik olduğuna göre/olduğu ölçüde, insanlar arasındaki eşitsiz güç ve sömürü ilişkileri de verili olduğuna göre, içi, egemenler tarafından belirlenme olasılığı da genellikle daha ağır basan bir gerçekliktir. Bu anlamda özellikle sosyal bilim, herhangi bir toplumsal gerçekliği veriler aracılığıyla sadece tasvir etmekle yetinmeyip, bu gerçekliği belirleyen toplumsal güç ilişkilerini de anlamaya çalışmak demektir.
Bu çerçevede bilim insanı, daha da özel olarak sosyal bilimci, tanım gereği gerçeğin peşine düşen insandır ve tam da bu nedenle her kim gerçeğe ihtiyaç duyuyorsa tam da onun yanında olmalıdır. İşte bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, söz konusu olan ülkenin ekonomik, siyasal, toplumsal vb. sorunları olduğuna, devletin ve egemen sınıfların bu konudaki yaklaşımları da az çok belli olduğuna göre, sosyal bilimcinin yapacağı şey, bu sorunları çevreleyen toplumsal güç ilişkilerini ve bunu etkileyen faktörleri bütün açıklığıyla ortaya koymak olacaktır: ister veriyle ister başka bir yolla, ama mutlaka gerçeğin ortaya çıkmasına ihtiyacı olanların yanında. Söylemeden geçmek bu kadar yazdığımıza haksızlık olurdu: Bugün gerçeğe ihtiyacı olanlar, sömürülen, grevleri ertelenen, olmadı yasaklanan işçiler ve emekçiler, erkek egemen sistemde evlere kapatılan, öldürülen ve her türlü tacizi yaşayan kadınlar, başka haklarını geçtim kendi dilini bile konuşamayan Kürtler, kentsel dönüşüm denilerek mülksüzleştirilen gecekondu sakinleri, ve bu sistem altında ezilen, ve aklınıza her türlü hakkı gasp edilen her kim geliyorsa onlardan başkası değildir. Mesele böyle kavranmadığında, üniversitelerde ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunlar üzerine çalışmak, söz söylemek, fikir üretmek, devlet ne kadar izin verirse o kadar mümkün olacak, tersi yapıldığında ise “müsveddelikle”, olmadı “devlete sadakatsiz” olmakla, “ajanlıkla”, “casuslukla”, bunlar da olmadı “anti-Türk” olmakla suçlanacaktır.
Tabii bütün bunlar olurken aslında işin bir de politik (1) bir yanının olduğu da ortaya çıkar: öyle bilimsel unvanla filan bir şeyin olmadığının, daha doğrusu bilimsel unvanın bir takı/gösteriş ya da süs aracı olduğunun, aslında her şeyin siyasal ölçütlerle gerçekleştiğinin farkına varır, utancımızdan bir kez daha kıpkırmızı kesiliriz. Zira bilim, egemenlerin ihtiyacı her neyse ona hizmet eden bir faaliyete dönüşmüştür. Üniversiteyi bu türden bir yapıya çeviren anlayış, üniversite hocasını her “höt” dendiğinde korku içinde yerlere kapanan, yukarıdaki güç her ne ise onu hissettiğinde biat eden, girdiği kap her ne ise doğrudan doğruya onun şeklini alan bir sıvıya, güçsüz bir varlığa çevirmiştir. O sıvı, egemenin istediği yöne doğru akar. Bu durumda doğal olarak bazı üniversite hocaları, aramış oldukları gücü, siyasal iktidar odağı olarak gördükleri kimseler her kimse bizzat onlara yakınlaşarak bulmayı tercih edeceklerdir. Bu durumun zorunlu sonucu, “güçlü” olanın ve sadece onun hizmetkarı olmaktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla, bu duruma düşmüş “bilim insanları”, geçilmesi gereken bir köprü olmaları sayesinde bir güç elde eder ve bununla gurur duyar. Tam da bu noktada yeri gelmişken genç akademisyenlere küpe olsun diye belirtelim ki, bu köprüyü/köprüleri geçebilmek için olmadık taklalar atanların kendileri de, daha da ileride geçilmesi gereken birer köprü durumuna gelmiş olacak, söylemeye bile gerek yok, kendilerini her şeyin otoritesi saydıkları oranda başkalarının otoritesi karşısında da ezilip büzüleceklerdir. Bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, böylesi bir “hoca”, bilimsel/akademik ölçütleri bir kenara bırakmış, kimin siyasal iktidarına uygun ise onun emri altına girmiş, kimin satın alma gücü daha fazla ise onun hizmetinde olan bir “bilim insanı”dır. Gözümüzün önünde bütün bunlar olurken, üstelik bir de üniversitede çalışmışsanız, elbette ki utanmamak elde değildir.
Bugün üniversite hocaları ülkede barış meselesi üzerine çalıştığı, düşündüğü, yazdığı için eleştirilmekle kalmayıp cezalandırılıyorsa, üniversitelerdeki demokratik ortam ve ifade özgürlüğü üzerine yeniden düşünmenin gereğini vurgulamak gerekir. Tam da burada sosyoloğun ve bütün toplum bilimcilerin önemi bir kez daha ortaya çıkar: Madem ki sosyoloji insan özgürlüğünün bilimidir ve Saint-Simon’un dediği gibi “toplum iştir/emektir/çalışmaktır”, yukarıda anlattığımız sürece ilk ve en büyük karşı çıkışın öncelikle sosyologlardan ve toplum bilimcilerden gelmesini beklemek hiç de haksızlık değildir. Bunun farkına hâlâ varamamış bir toplum bilimci, eğer kötü niyetli değilse, nasıl diyeyim, kel bir adamın eczacıdan istediğinin kıl dökme ilacı olmadığının farkına varamayacak derecede saflık içerisindedir.
(1) Burada politik olmakla kastettiğimiz güncel ya da reel politikadaki güç ilişkileridir, yoksa bilimin genel anlamda aynı zamanda politik bir içeriğinin olması değil.
Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü
Eski Öğretim Üyesi