Yaşam patentlenebilir mi?
Genetik deterministlerin himayesinde yaşam patentlenirken, canlılar alınıp satılabilen metalara dönüştürülürken, mülkiyet hakları ve entelektüel haklar tröstler eliyle gasp edilmektedir. Daha da önemlisi bu suç, insanlığı en zayıf yerinden yakalamayı hedefleyen senaryolarla üretilmektedir; hastalıkların eradikasyonu, bol ve kaliteli gıda, ölümsüzlük vs…
Mustafa Akçelik
Son 50 yılda özellikle moleküler biyoloji ve genetik alanındaki baş döndürücü gelişmeler, canlılığın tanımını kökten değiştirmeyi hedefleyen “indirgemeci” bir kalıtım modelini”, neo-Darwinist biyolog-düşünür Richard Dawkins’in önderliğinde tekrar bilim dünyasına ve felsefeye sokma çabasını da beraberinde getirmiştir. Bu indirgemeci görüş özetle; yaşamın sürekliliğinin bedenlerde (organizmalar) değil, kalıtsal materyalde (DNA, deoksi ribonukleik asit) belirlendiğinin, organizmaların sadece bu kalıtsal bilgiyi ardışık döllere taşıyan araçlar olduğunu, söylemektedir.
Söz konusu indirgemeci görüşün sahadaki uygulayıcıları olan “genetik mühendisleri”, genlerden hareketle yaşamı dizayn edilebilir, yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir bir düzleme oturtacak uğraşlarını, bu yalınkat çıkarımlara dayandırmaktadır. Endüstriyel alanda, tasarlanmış organizmalarla yapılacak mal ve hizmet üretimlerinin mümkün hale gelişi ve özellikle gıda, tarım, tıp ve diğer endüstri alanlarındaki büyük pazar öngörüleri, söz konusu “indirgemeci” genetik görüşü nerede ise ilahların yeniden doğuşu boyutuna vardıran senaryolarla her gün yeniden sunmaktadır popüler kültüre.
Genetik yapısı insan eliyle düzenlenmiş organizmalar (kısa adıyla GMO ya da GDO) ile mal ve hizmet üretiminin (Biyoteknoloji), rekombinant DNA teknolojisinin (farklı kaynaklardan sağlanan DNA yapılarının laboratuvar koşullarında belirli bir amaca yönelik olarak melezlenmesi sonucu yeni bileşim DNA’ların ve dolayısı ile canlıların dizaynı), 1972 yılında rekombinant DNA’nın laboratuvar koşullarında eldesi (1) ve 1973 yılında rekombinant DNA klonlama tekniğinin (2) keşfinden çok kısa bir süre sonra hayata geçmesinde, yukarıda özetlenen ve bilimsel verileri, işaret etmedikleri çıkarımlarla genelleştiren popülist çabaların önemli bir rolü vardır.
Genom projelerinden yaşamın gizinin çözümünü umanlar, RNA (ribonukleik asit), protein dünyası, metabolom (hücresel metabolizmanın tümü), sistem biyolojisi ve giderek hücre ve organizma davranışının bütününün, dört nükleotidin (ANTP, TNTP, GNTP ve CNTP) diziliminin rastlantısallığı ve ilk oluşumdan sonra evrimin rastlantının doğası ile değil, DNA’nın kendi kendine uyguladığı “genetik mühendisliği” ile yönlendirildiğini açıklarken, aslında hücrede ve hücreler arası organizasyonda meydana gelen sayısız reaksiyonun rastlantısallığını göz ardı etmektedirler. Zira hücresel metabolizma en basit ifadesi ile kendiliğinden (rastlantısal) katabolik (yıkım) reaksiyonlarının ve kendiliğinden olmayan (rastlantısal olmayan) anabolik (yapım) reaksiyonlarının bütünüdür ve genlerin kopyalarının yapılması yanında RNA’nın işlenmesi ve proteinlerin üretimi için de bu karmaşık reaksiyon ağı zorunludur. Diğer yandan, yaşam ile çevre arasında eskiden zannedildiğinden daha sıkı bir ilişkinin bulunduğu artık bilinmektedir. Bunun en temel örneği; yeryüzündeki yaşam formları için zorunlu olan atmosferik oksijen ve karbondioksit gibi maddelerin esasen yine canlılar tarafından üretiliyor oluşudur. Ökaryotik hücrelerin evriminde halen en güçlü öngörü olan ve canlıların ortaklaşa yaşam biçimlerini oluşturması ve değişimi ile özetlenecek endosimbiyotik teori, bu anlamı ile tür oluşu doğal seçki ile (Darwinist görüş) ya da mutasyonların birikimi ile (neo-Darwinist görüş) açıklamaya çalışan görüşlerden çok daha güçlü kanıtlara sahiptir. Zira mutasyonlar ve dolayısı ile mutantlar doğal seçilim ile korunabilir ya da ortadan kaldırılabilir, ancak doğal seçilim yeni türler yaratamaz. Bütün bunlara ek olarak epigenetik varyasyonlar da (DNA baz diziliminde ve dolayısı ile gen yapısında bir değişim olmaksızın kimyasal grup ilaveleri ve çıkarılmaları sonucu genetik ifadede meydana gelen varyasyonlar) “indirgemeci” görüş savunucuları tarafından bir anlamda yok sayılmaktadır.
Özetle, kalıtsal “indirgemeci” görüşe göre bireyi (organizmayı) temel olarak belirleyen kalıtsal materyal (genler) ise, bireylerin toplumsal davranışını ve populasyonları da doğrudan genler belirleyecektir. Bu nedenlerle zavallı telomerlerden kansere ve ölüme çare bulma ya da davranışların genetik esasını tanımlama çabaları yanında, endüstriyel bitki ve hayvanların özellikle hastalıklara karşı dirençli hatlarının oluşturulması ile tarımsal üretimin ihya edileceği safsataları ve benzeri birçok senaryo da bu doğrultuda servis edilmektedir; “yaşamın patentlenebilir bir şey olduğunu, bir meta olduğunu” kanıtlamak. Tahakkümün mutlak gücüne yani pazara sahip olmak. Hem de esastan reddettikleri “yaşamın” her alanında. Bugün tarımsal alanda genetik mühendisliği uygulamalarının en radikal savunucularının temel dayanağı, bu uygulamaların “gıda ham maddesi üretiminin, çevresel nedenlerle, yeterli düzeyde yapılamadığı ve giderek klasik teknolojilerle gıda üretiminin artan dünya nüfusuna yanıt vermemesinden” kaynaklandığı ve dolayısı ile açlık sorununa köklü bir çözüm getireceği iddialarıdır. Oysa bütün istatistikler gıda üretiminin halen tüm dünyadaki insanlara yetecek ve hatta artacak kadar yapıldığını kanıtlamaktadır. Yeryüzündeki “gizli” ya da “açık” açlığın nedeni yeterli gıda olmaması değil, insanoğlunun tarım toplumları halinde örgütlendiği zamanlardan beri ortak mülkiyet olan bu kaynakların, entelektüel haklar ve mülkiyet hakları saklı tutularak adil ve eşit dağıtılmamasıdır.
Genetik deterministlerin himayesinde yaşam patentlenirken, canlılar alınıp satılabilen metalara dönüştürülürken, mülkiyet hakları ve entelektüel haklar tröstler eliyle gasp edilmektedir. Daha da önemlisi bu suç, insanlığı en zayıf yerinden yakalamayı hedefleyen senaryolarla üretilmektedir; hastalıkların eradikasyonu, bol ve kaliteli gıda, ölümsüzlük vs… Gıda örneğimizde olduğu gibi, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde insan ömrünün ortalama 20 yıl uzamasının nedenleri arasında da genetik müdahale söz konusu değildir. Koruyucu tıp, iyi hijyen ve kaliteli beslenme gibi basit (!) nedenler yatmaktadır bu akıl almaz gelişimin esasında.
Genetik mühendisliği uygulamalarında vücut bulan “genetik indirgemeci” görüş iyice gemi azıya almış durumdadır. İnsanların toplumsal davranışlarının da kalıtsal esasını açıklamaya girişmişlerdir. Birçok bilim adamının; şiddet eğiliminin, homoseksüelitenin, entelektüelliğin, birlikte iş yapma ve sosyete oluşturma yeteneklerinin vs. genetik doğasını açıklama yönündeki beyhude çabası bu durumun en açık örnekleridir. Burada indirgemeci kalıtım teorisinin savunucuları, bu ve bu gibi sayısız örnekle esasen, genlerin proteinleri yaptığı ve kendilerini kopyaladıkları kabulünden hareketle, her türlü canlılık fonksiyonunun genler ile açıklanabileceğini ve manüpile edilebileceğini kanıtlamaya çalışmaktadır. Oysa genler ne kendilerini kopyalayabilirler ve ne de tek başlarına proteinleri sentezleyebilirler. Bu süreçler ve buradan hareketle hücresel metabolizma, genlerin ve hem de diğer biyokimyasal, metabolik süreçlerin katılımı ile gerçekleşir ve fonksiyonlar çevresel etkileşimlerle ortaya çıkar. Yeryüzünde yaşam ise bütün bunların çerçevesinde gerçekleşen bir evrimsel ve toplumsal (populasyonel) tarih ile şekillenir. “Yaşam” için tanımlanan bu temel elemanlardan herhangi birini diğerinin önüne koymak olası değildir. Lewontin’in (3) belirttiği gibi “doğada kendi kendini kopyalayabilen bir şeyden bahsedilecekse bu gen değil, karmaşık bir sistem olarak organizmanın bütünüdür”.
Günümüzde; tüm hücresel organizasyonlu biyolojik sistemlerde kalıtsal materyal olan DNA’nın mükemmele yakın bir kopyalanma mekanizması içerdiğinden hareketle bir kez rastlantısal olarak ya da insan eliyle (genetik mühendisliği) kazanılan bir kalıtsal karakterin artık o organizmanın kaderi haline geleceği görüşü (rastlantı ve zorunluluk) (4) de teleolojik yaklaşımlar da (genetik olarak tespit edilmiş olayların anlamlı oluşu ve bir organizmada bulunan bir yapı ya da işlevin bir avantaj olması gerekliliği) moleküler biyoloji ve gelişim biyolojisinde sağlanan gelişmeler ışığında birer genelleme olmaktan çok uzaklaşmıştır. Beklenilenin aksine yaşamın tümünü genetik materyale bakarak okumak nasıl mümkün olmadı ise, henüz canlı sistemleri biyolojik düzeyde anlamanın çok gerisinde iken, genlerle yaşamı dizayn etmek de mümkün değildir. Öyle ise ne yapılmaya çalışılmaktadır? Yazının başında da ifade edildiği gibi, kalıtsal materyalin yaşamla eşitlendiği “indirgemeci” görüş, esasen pratikte, organizmalarda endüstriyel amaçlar doğrultusunda yapılacak genetik manipülasyonların patentlenmesi ve bu yolla canlıların metaya dönüştürülebilmesi gibi “genetik mühendisliği” uygulamalarına meşruiyet kazandırmada önemli bir argüman olarak kullanılmaktadır ve tüm karşı görüş sahiplerini “teknoloji düşmanlığı” ile itham eden “yaşam mühendisleri”nin bu teknoloji sevdası -eğer cehaletten alınan cesaretle dile getirilmiyor ise- sermayenin beslediği, yönlendirdiği ve ona hizmet eden güç tapıcılığından başka bir şey değildir. Bilimin sınırlı evreninden, felsefenin ve sanatın sonsuzluğuna uzanmak gerek, yaşamın neden patentlenemeyeceğine anlamlı bir yanıt bulmak için. O nedenle son sözü, affına sığınarak, İsmet Özel’e bırakıyorum;
“ben öyle bilirim ki yaşamak
berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır” (5).
(1) Jackson, D.A., Symons, R.H, Berg, P. 1972. Biochemical method for inserting new genetic information into DNA of Simian Virus 40: circular SV40 DNA molecules containing lambda phage genes and the galactose operon of Escherichia coli. Proc Natl Acad Sci U S A. 1972 Oct;69(10):2904-9.
(2) Cohen, S.N., Chang, A.C., Boyer, H.W., Helling, R.B. 1973. Construction of biologically functional bacterial plasmids in vitro. Proc Natl Acad Sci U S A. 70(11):3240-4.
(3) Monod, J. 1973. “Le Hasard et la Necessite”. Seuil, Paris.
(4) Lewontin, R.C. 1991. “Biology as Ideology. The Doctrine of DNA”. Anansi.
(5) Özel, İ. 1987. “Erbain”. Tiyo Yayınları.
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü