İçinde bulunduğumuz ekolojik kriz ve uluslararası dayanışma zorunluluğu

Sermaye nasıl sınır tanımıyor ve büyük şirketler dünyanın geneline sahip olabiliyorsa ekoloji mücadelesi de uluslararası mücadeleyi zorunlu kılıyor. Bu zorunluluğu yıllar önce dünyanın birçok ülkesinde yaşayan yoksul çiftçiler fark ederek La Via Campesina’yı (LVC) kurmuşlardı. Dünya bu haldeyken hiç kimsenin yerinde durma lüksü yok. Ya barbarlık, ya özgür, ekolojik sınıfsız ve sınırsız bir dünya.

Google Haberlere Abone ol

Erol Malçok

Gün geçmiyor ki, ulusal ve uluslararası düzeyde içimizi yakan bir doğa tahribatı olayı olmasın. Bir bütün olarak dünya çevre hareketi, hangi soruna yetişeceğini şaşırmış durumda. İnsan ve diğer canlıların yaşam alanlarına saldırganlık, bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen, giderek azalmak yerine artıyor. Biyolojik ortam, geri döndürülemez bir durumun içinde ve daha beterine hızla sürükleniyor.

Doğa yıkımındaki bu artışı, ülkelerin politik durumlarından bağımsız düşünemeyiz. Kapitalizmin bu konudaki bozuk sicili zaten ortada fakat kimi ülkelerin totaliter rejimlere evrilmesi de durumu iyice zorlaştırıyor. Dikkat edilirse en çok çevre katliamı bu ülkelerde gerçekleşiyor ve aktivistler büyük baskı altında.

2015 yılı COP 21 Paris İklim Zirvesi’nde birçok ülke sera gazı salınımının azaltılması ve fosil yakıttan vazgeçilmesi konusunda anlaşmıştı. Ama aradan iki yıl geçmesine rağmen pek bir yol alınamayıp 2017 yılı COP 23 Bonn İklim Zirvesi'ne gelindiğinde başta ABD ve Türkiye olmak üzere bazı ülkeler açıkça fosil yakıttan vazgeçmeyeceğini ve kömür kullanımını azaltmayacağını beyan etti. Bahane hep aynı, ekonomimiz ne olacak? Hatta yüzsüzlük öyle boyutlara vardırıldı ki Bonn’daki toplantıya nükleer santral şirketleri ve devletlerin lobileri gelip nükleerin ne kadar temiz bir enerji olduğunun propagandasını yaptılar. Eskiden olsa böyle bir toplantı bölgesine gelmeyi bile düşünemezlerdi. Angela Merkel de termik santrallerin büyük bir enerji açığını kapattığını ve kısa vadede vazgeçemeyeceklerini söyledi. Bizim Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ise yarışa çıtayı en üste koyarak katılıp, cumhuriyet tarihinin en yüksek kömür çıkartma oranına ulaşacaklarını açıkladı şu günlerde.

ABD’de bir profesörün modern zamanların havasının insan sağlığına zarar verecek düzeyde temiz olduğundan, biraz kirlenmenin iyi olabileceğinden bahsetmesi ve bu profesörün Trump’ın iklim danışmanlığına getirilmesi diyecek söz bırakmıyor. Ancak Zaytung haberi olmasını dileyebiliyorsunuz.

Yeni moda politika tarzı bu sanırım. İnsanlara ölümü göster ki sıtmaya razı edebilesin! Örneğin Yassıada’yı tamamen betona çevir ki, bari numunelik birkaç ağaç bıraksaydınız durumuna insanlar razı olsun ya da diğer adalarda bırakılacak bir iki park alanı onlara yetsin.

Fransa ve Almanya gibi ülkeler de dünyada gelişen totaliterleşme ve sağcılaşma ortamından, iklim zararına faydalanmakta fazla geç kalmadılar. Örneğin; Fransa Büre bölgesine nükleer santral yapmaya çalışırken, Almanya Hambach Ormanları’nda hunharca ve devasa iş makineleriyle maden işletmeleri açıyor. Her iki bölgede de aktivistler ve yerel halk bu projelere karşı o bölgeleri savunma alanı ilan ederek direniyorlar. Hambach Ormanlarının iklim zirvesinin gerçekleştiği Bonn kentine 50 km. mesafede olduğunu da belirtelim.

Şunu anlamalıyız ki doğayı bu denli tahrip eden hiçbir proje, yalnızca o bölge halkını ve o ülkeyi ilgilendirmez, tüm insanlığı ve tüm canlıları ilgilendirir. Ama nihayetinde tepki koyacak olan sorumluluk sahibi olan insandır. Nitekim Hambach Ormanı aktivistleri ve yerel halk uluslararası dayanışma çağrısında bulundu. Nasıl ki Hasankeyf bir dünya mirası ve kurtarılması için UNESCO’yla beraber herkesin uğraşması gerektiğini düşünüyorsak, tüm canlı hayatın on bin yıllık geleceğini ipotek altına alacak olan Fransa, Türkiye ve diğer ülkelerdeki nükleer santral yapımlarına itiraz etme hakkımız var. Ve bu hakkın uluslararası hukuk kurallarıyla güvence altına alınmasını yüksek sesle talep etmeliyiz.

Burada sayamadığımız ve medyası baskı altında olduğu için haberdar olamadığımız ülkelerdeki, sayısız doğa tahribatı olayını düşündüğümüzde ve başımıza gelen felaketlerin de gösterdiği gibi 21'inci yüzyılın en büyük, en acil sorunu, ekoloji sorunudur. Temiz hava, su ve gıdaya erişim sorunudur kısaca. Sorunların bu denli büyümesinde bitmeyen iç savaşların, etnik savaşların ve mezhep çatışmalarının da büyük payı var. Savaşlar en çok kadın, çocuk, yaşlı insanlarla birlikte hayvanlara ve doğal bitki örtüsüne zarar veriyor. Kullanılan ağır silahlar ve gazlar, yaşam alanlarına özellikle de su kaynaklarına ve toprağa büyük zararlar veriyor.

Bu keşmekeşlik ortamında büyük kapitalist şirketler ise sürekli temiz ve güzel arazileri kapatma derdinde. Bunun en son örnekleri arka arkaya Brezilya’da ve Arjantin’de yaşandı. Birkaç ay önce Brezilya’da arazilerini, palm yağı üretmek isteyen şirketlere vermek istemeyen altı yoksul köylü öldürüldü. 2017 Ağustos ayında ise Arjantin’in Patagonya Bölgesi'nde Mapuçe Halkı’nın topraklarını tekellere karşı savunan aktivist Santiago Maldonado gözaltında kaybedildi. Dünyanın birçok ülkesinin büyük şehirlerinde Santiago için günlerce süren eylemler düzenlendi ve halen de devam etmekte bu eylemler.

La Via Campesina'nın eyleminde çiftçiler direniyor

ULUSLARARASI MÜCADELE ÖRNEĞİ OLARAK LA VIA CAMPESINA

Bütün bunlar gösteriyor ki; sermaye nasıl sınır tanımıyor ve büyük şirketler dünyanın geneline sahip olabiliyorsa ekoloji mücadelesi de uluslararası mücadeleyi zorunlu kılıyor. Bu zorunluluğu yıllar önce dünyanın birçok ülkesinde yaşayan yoksul çiftçiler fark ederek La Via Campesina’yı (Çiftçinin Yolu) kurmuşlardı. Dünya Ticaret Örgütü’nün, (DTÖ) yeryüzü genelinde tarım politikaları üzerindeki belirleyiciliği ve bunun hep büyük çiftlik sahipleri ile tekeller lehine olması, çiftçileri adeta çileden çıkarıyordu. Çiftçiler, sürekli bir yoksullaşma ve ellerindeki toprağı kaybetme halindeydiler.

DTÖ’nün yerel çiftçiler aleyhine ülkelere dayattığı ve uygulattığı kurallar 1992 yılında doruk noktasına vardı. Aynı yılın nisan ayında Nikaragua Çiftçi Eylemi (UNAG), Orta Amerika, Karayipler, Kuzey Amerika, Kanada ve Avrupa yerel çiftçi liderlerini kendi oturumlarına davet etti. Bu oturumda Managua Deklarasyonu’yla alternatif bir model inşa edilmesine karar verildi. 1993 yılının 15-16 Mayıs günlerinde Hollanda merkezli Paulo Freire Vakfı, Managua Deklarasyonu’nda imzası bulunan örgütlerle birlikte, Belçika’nın Mons Kasabası’nda uluslararası bir çiftçi toplantısı düzenledi. La Via Campesina (LVC) bu tartışmaların sonucunda doğdu. Biz Paulo Freire’yi , Ezilenlerin Pedagojisi kitabından biliyoruz. 69 ülkeden 148 örgütü bir araya getirerek kurulan LVC Brezilya’da 19 çiftçinin öldürüldüğü 17 Nisan’ı Uluslararası Çiftçi Mücadele Günü ilan etmiştir. 2004 yılında Brezilya’nın Sao Paulo kentinde yapılan bir kongrede Türkiyeli çiftçiler de LVC’ye üye olmuştur.

LA VIA CAMPESINA'NIN İLKELERİ

Örgüt cinsiyet eşitliğine büyük önem verir ve örgütün en az yarısı kadınlardan oluşur. Toplantılara yerellerden gelen çiftçiler bir kadın bir erkek olarak katılır. Maputa Deklarasyonu’nda kadına karşı şiddet ve cinsiyet eşitsizliği konularına özel bir vurgu yapılmıştır.

LVC, çiftçilerin, bölgesel kimliklerini, gıda etrafında oluşturduğu gelenekleri ve onların kendi bölgesel ekonomilerini önemser.

Doğayı ve yaşamı koruma sorumluluğu olan LVC, kırsal halkın köylü kimliğini savunmak zorundadır.

LVC, ekonomik olarak varlığını devam ettirebilen ve ekolojik olarak sürdürülebilir olan tarımın çok önemli bir sosyal işlevi olduğunu savunur.

LVC, ekolojik tarım prensiplerine ve sosyal adalete dayanan kendi gıda egemenliği ekonomisini oluşturarak yeni toplumlar yaratmayı hedefler. Gıda egemenliği; bütün bir gıda üretimini, kültürünü yeniden tesis etme, yeniden eğitme ve geleneksel yöntemleri kurtarmayla ilgili bir devrimdir.

Küresel kapitalizm ile “yeşil” kapitalizmin ürettiği retorik ve yanlış çözümlerle uğraşır.

LVC, gelecek toplum açısından gençliğin mücadelenin her katmanında bulunmasını önemser.

LVC için küresel iklim krizi, en öncelikli sorunlardandır.

ÖRGÜTLÜLÜĞÜN ÖNEMİ VE ETKİLİLİĞİ

LVC’nin dünya çapında çok etkili bir örgütlülük olduğunu söylemeliyiz.

DTÖ’nün 5'inci zirvesinin yapıldığı Cancun zirvesinde 10 bin küçük çiftçinin protestolarını önlemek için beş tane demir telli çit çekilmiştir. Çitler köylüler tarafından birer birer indirilirken Koreli çiftçi Bay Lee kalan çitlerden birisine çıkar ve “DTÖ Çiftçiyi Öldürüyor” pankartını göstererek yaşamına son verir. Örneğin İsrail askerleri Filistin’deki zeytinlikleri tahrip ettiğinde oraya gidip zeytinliklerin önünde siper olmuştur LVC üyeleri.

Topluluğun adil tarım politikaları talebi sonucu, AB Bakanlar Konseyi Başkanı, LVC ile bir görüşme talep ettiğinde, bakan görüşmek istiyorsa eğer Lee’nin kendisini köylü tarımı için feda ettiği yere gelmek, ayakkabılarını çıkarmak ve Lee’ye saygısını göstermek zorundaydı. İtalyan bakanın bu duruma çok sinirlenmesi sonucu ortaya çıkan tablo; karşıt güçlerin ilişkisinde bir dönüm noktasına gelindiğinin özetidir. Bu gelişmeler LVC’ye güç, irade ve meşruiyet sağlamıştır. Bundan sonraki dönemde, global kapitalizm LVC’yi dikkate almak zorunda kalmıştır.

SOSYAL EKOLOJİ VE KAPSAYICILIĞI

Çevre, cinsiyet eşitsizliği, hayvan hakları, etnik ve mezhep çatışmaları, ekonomik adaletsizlik sorunlarını bir bütün olarak ele aldığımızda; meselenin toplumsal organizasyon yani ideoloji temelli olduğunu görürüz. Örneğin; karısına şiddet uygulayan ve işçisini sömüren bir erkeğin, hayvan haklarına duyarlı, ekolojik meseleleri önemseyen bir insan olmasını bekleyemeyiz. Erkek egemen ve kapitalist örgütlenen toplum, ona bu cüreti veren mekanizmanın ta kendisidir. Sosyal sorunların giderilememesi ve hiyerarşik bir toplum yapısı, ekolojik sorunları da doğurur.

Geleceğin sosyal örgütlenmesinin gündemine ekolojiyi almazsa, kapitalizmden çok da farklı bir şey ortaya koyamayacağını düşünen Murray Bookchin, on yıllar önce, sosyal ekoloji kavramını geliştirerek bunun enstitüsünü kurdu. Özgürlüğün Ekoloji’si kitabı, “hiyerarşinin ortaya çıkışı ve çözülüşü” üzerine yazılmış müthiş bir kitaptır. Sosyal ekoloji, holistik (bütünsel) bir bakış açısı sunar. Yukarıda saydığımız hiçbir sorunu öncelik - sonralık önemi atfederek ertelemez.

LVC’nin dert edindiği ve takip ettiği olaylara baktığımızda, kendiliğinden bir sosyal ekoloji yönelimi olduğunu görüyoruz. İkincisi bu yıl ekim ayının sonunda Bilbao’da gerçekleşen Sosyal Ekoloji Konferansı’nın bileşenleri ve gündemleri de bu söylediğimizi destekler nitelikte. Toplantıya; yerel çiftçiler, akademisyenler, feministler, hayvan hakları savunucuları, öğrenciler, Hambach, ZAD, Büre otonom bölgelerinin direnişçileri, mülteciler katılmıştı. Konferans, işgal evine dönüştürülmüş eski büyük bir okulda, katılanların kendi imkanları ve dayanışmayla gerçekleşti. Üç gün süren konferansın kahvaltı ve yemekleri tamamen vegan tercih edildi. Seçilen konular ve yaklaşım tarzı da dünyanın her yerindeki mücadeleleri sosyal ekoloji perspektifiyle sahiplenmek şeklinde oldu. Bir dahaki toplantının gündeminin, ülkelerin acil sosyal sorunları ve ekolojik sorunları üzerine çalışılıp uluslararası dayanışmanın pratik örgütlenmesi üzerine olması eğilimi ortaya çıktı.

Yeryüzünün neresinde bir sorun varsa, dünya vatandaşlığı bilinciyle sahiplenmeli ve üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeliyiz. Hint felsefesinde swadharma diye bir kavram vardır. Bu kavrama göre yeryüzündeki her canlının doğanın işleyişi açısından bir sorumluluğu vardır. Hayvanlar ve bitkiler biz müdahale etmedikçe bunu bir sorumluluk bilinciyle değil ama kendiliğinden yerine getiriyor. Kavram asıl sorumluluğu insan türüne yüklüyor böylece; tahrip etme yeteneğine de, onarma yeteneğine de sahibiz çünkü.

Kapitalist sistem, özellikle de son dönemde etnik çatışmalar ve mülteci sorunu üzerinden insanların algılarını kontrol etmeye ve politikaları ulus-devlet eksenine hapsetmeye çalışıyor. Ekoloji sorununda şirketlerin suçunu gizleyip, insanların bireysel tutumlarını ön plana çıkarıyor. Birey olarak tüketim alışkanlıklarımıza elbette dikkat edeceğiz bu kendi özsaygımız ve öz disiplinimiz açısından gerekli. Fakat asıl mücadele etmemiz gereken şey bir bütün olarak kapitalizmin kendisidir. Çünkü; doğa tahribatının en büyük sebebi sermayenin “ya büyü ya öl” mottosudur. Aynı zamanda mülteci sorununun ve etnik-mezhepsel çatışmaların bir numaralı sorumlusu da kapitalizmdir. Bu durumda hiyerarşik olmayan ekolojik bir toplumsal yapılanma tercih olmaktan çok bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.

Dünya bu haldeyken hiç kimsenin yerinde durma lüksü yok. Ya barbarlık, ya özgür, ekolojik sınıfsız ve sınırsız bir dünya.

*La Via Campesina ile ilgili bölümde Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfedarasyonu’nun La Via Campesina 20 Yaşında kitapçığından çok faydalandığımı belirtir. Teşekkür ederim.