Karşının yolcusu

Ona dair özlemimizi anlatamayız. Bu, tarifi çok zor bir özlem. Onunla tüm acılara rağmen gülebildiğimiz her anı özledik.

Google Haberlere Abone ol

Sezgin Tanrıkulu

Sevgili meslektaşım ve dostum Tahir Elçi ile çeyrek asırlık bir mazimiz var. Onu tanıdığımda Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden henüz mezun olmuş genç bir avukattı. Aramızda üç yaş fark vardı; ben de mesleğin başındaydım. Mesleki hayatımız hep dirsek temasında, aynı mahkeme salonlarında ve aynı mücadelenin içinde geçti. Tahir, 1993’te gözaltına alınan, günlerce gözaltında işkence gören ve aylarca tutuklu kalan, Diyarbakır'da insan hakları davalarına bakan 19 avukattan biriydi. Onun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar giden davasındaki avukatlarından biriydim.

Şu sıralar yaklaşık 500 avukat tutukluyken, 1993'te 19 avukatın topluca gözaltına alınması, 12 Eylül darbesi sonrasında bile örneği olmayan, şok edici bir hak ihlaliydi.

12 Eylül döneminde, sıkıyönetim komutanları, Ankara ve İstanbul baro başkanlıklarına yazı yazarak haklarında dava bulunan avukatların meslekten men edilmesini talep etmişlerdi. Ancak, o dönemin uygulamaları, avukatlara baskı unsuru olarak vergi teftişi yapılması ve maddi incelemelerde bulunulmasından ibaret kalmıştı. 1993’te, bir itirafçının ifadesine dayanarak, "terör örgütü üyelerine kuryelik" yaptıkları iddia edilen avukatlara yönelik operasyon, aslında savunma hakkının gasp edilmeye çalışılmasından başka bir şey değildi.

1993’te, toplu tutuklama olayı gerçekleştikten neredeyse hemen sonra, "Elçi ve Diğerleri" davasında, Tahir ile beraber Nevzat Kaya, Şinasi Tur, Sabahattin Acar, Niyazi Çem, Mehmet Selim Kurbanoğlu, Meral Daniş Beştaş, Mesut Beştaş, Vedat Erten, Baki Demirhan, Arif Altunkalem, Gazanfer Abbasioğlu, Fuat Hayri Demir, Hüsniye Ölmez, İmam Şahin ve Arzu Şahin adına, ben, Osman Baydemir ve Emin Aktar avukatlar olarak, AİHM'e başvuru yapmıştık. Tahir ve diğerlerinin gördüğü işkenceler, hukuksuz gözaltıları ve tutuklulukları, gerek vatandaş gerekse de avukat olarak haklarının nasıl çiğnendiği AİHM tarafından da yasal olarak kabul görmüştü.

Tahir, son derece yoksun şartlarda Cizre'in Hebler Köyü'nden çıkıp kendini yetiştirmiş bir hukukçuydu. Ailesinde hak savunuculuğu için politikayla ilgilenen büyüklerinden muhakkak etkilenmişti. Fakat o daha ilk gençliğinden itibaren, yani kendini bildi bileli adaletin sağlanması için çaba göstermiş, bunu bir yaşam biçimi haline getirmişti.

Üstelik daha üniversite öğrencisiyken adalet için mücadele etmenin bedelini ödemeye başlamıştı. İlk gözaltına alınışı ve işkence görmesi 1987'de, üniversite öğrencisi olduğu zamana rastlıyor. Bu zor şartlara rağmen, hem kendini yetiştirmekten hem de insanları adalete eriştirmek için durmaksızın çalıştı ve dönemin çetin şartlarına rağmen adaletsizliğe asla boyun eğmedi.

Daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne giden, 1992’de başlayıp 2000 yılında karara bağlanan "İsmail Ertak ve Türkiye" davasına ilişkin hikayesi de, bu zor şartların trajik ve ironik bir örneğidir.

İsmail Ertak, oğlu Mehmet Ertak'ın 1992'de gözaltında Şırnak'ta öldürülmesi vakasını dava konusu yapmıştı. Soruşturma dosyasında, Mehmet Ertak'ın gözaltına alındığını belgeleyen "krokili yakalama tutanağını" da dahil etmişti. Yeni mezun avukat Tahir, dosyadaki diğer belgelerle bu tutanağın da bir kopyasını almıştı. Ancak, dava sürecinde güvenlik güçleri tarafından öne sürülen iddia, Mehmet Ertak'ın gözaltına alınmadan çatışmada öldürüldüğü yönündeydi. Üstelik soruşturma dosyasındaki gözaltı belgesi de "esrarengiz" biçimde uçup gidivermişti.

1993'te Tahir’in diğer avukatların da bürolarına yapılan baskınla gözaltına alınması sürecinde, Mehmet Ertak'ın aslında gözaltına alındığında hayatta olduğunu belgeleyen bu dokümanı, kapının pervazına saklayıvermişti.

Tahir serbest kaldıktan sonra Ertak davasının takipçisi olmaya devam etti. AİHM'in Ankara Adliyesi'nde yaptığı olgu saptama duruşması sırasında tanık olarak dinlenen jandarma görevlisi, Mehmet Ertak'ın gözaltına hiç alınmamış olduğunu ileri sürünce, Tahir daha önce saklayarak kurtarmış olduğu belgeyi çıkarıp mahkemeye sundu. Jandarma görevlisinin, altında kendi imzası bulunan ve hasıraltı edilen belgeyi Tahir'in elinde görünce nasıl bir şok geçirdiğini tahmin edebilirsiniz. Herhalde o da çok çetinceviz bir hukukçuyla karşı karşıya olduğunu o an idrak etmişti.

Jandarmanın o anki yüz ifadesi, sonraki zamanlarda ne kadar stres altında olursak olalım, bizi kahkahalara boğmaya yetiyordu. Gülünecek bir konu bulabilmenin epey zor olduğu zamanlardan geçiyorduk. O karanlık günlerden geçiyorduk geçmesine de, aydınlık günlere bir türlü erişemiyorduk.

Aynı şekilde, aramızda espri konusu olan başka bir trajikomik olay Şemdinli'de Umut Kitabevi'nin bombalanmasına ilişkin bir taklit hikayesiydi. Malum, 9 Kasım 2005'te Şemdinli'de, oranın yegane kitabevi bombalandı. Şemdinli’yi bilen bilir, iki yanı dağlarla çevrilmiş, yemyeşil bir vadinin ortasına kurulmuş güzel bir ilçe. Ama ilçe aslında şehri iki yakaya ayıran tek caddeden ibaret.

Yüksekova'dan Şemdinli'ye o caddeden gelinir; aynı yoldan dönülür. Bombalamadan önce, daha sonra sanık sandalyesine oturacak olan astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş, o caddeye gelip esnaf Zeydan'ın dükkanı önüne arabalarını park ediyor. Araba, ters istikamette hareket etmek üzere tuhaf biçimde park etmiş, bekliyor. Veysi Ateş ise arabadan inip karşıya geçmiş, Umut Kitabevi'ne bombayı atmak üzere hazır bekliyor. Bu esnada Zeydan, arabanın içinde bekleyen iki adamdan, arabanın park edişinden huylanıyor. Dükkânının önündeki arabanın etrafında dönüp dönüp homurdanıyor: "Kuro babo ewane kîne? Ew erebe ji kî derê derket? Ewe kîne lo? İllah illah, illah illah..." (Babam bunlar da kim böyle! Bu araba da nereden çıktı böyle! İçindekiler kim ola ki? Allah Allah, Allah Allah!)

Arabadakiler Zeydan'ın bu homurdanmasından işkillenip birkaç yüz metre kadar ileriye doğru gidip orada duruyor bu sefer. Tam bu esnada, Veysi Ateş bombayı atıyor ve arabanın park edildiği yere koşup geliyor! Fakat kendisini bekleyenlerin, esnaf Zeydan’dan kaçıp öteye geçtiğini nereden bilecek! Panikle bir oraya bir buraya koşturunca, bomba sesiyle caddeye doluşan Şemdinlilerin ortasında kalıyor ve yakalanıyor!

Tahir ile aramızda, farkına varmadan Türkiye’yi yıllarca sarsan bir saldırın faillerini yakalatan Zeydan’ın meraklı halinin taklidini yapıp gülerdik. Esprilerimizi acılardan çıkarmak dışında bir şansımız yoktu.

Neyse ki kendisiyle son karşılaşmamızdan biri, yine kahkahalarla geçmişti. 2014'te, TRT'nin "Meclis Taksi" programı için, İstanbul'da taksi şoförlüğü yapmıştım. Araba kullanmayı hiç sevmeyen bir insan olarak, direksiyon başına geçmeyi açıkçası hiç istememiştim. Ama programın yapımcıları çok ısrar etmişlerdi. Programın kamera ekibi, Taksim’deki AKM’nin önünden yolcu almamı, "karşı yolcusu" alıp trafiğe takılmamak için daha ileriden müşteri almamı istediler. Bunun üzerine Divan Oteli'nin önüne doğru giderken, köşede bir avukatlık bürosunda sekreterlik yaptığını öğrendiğim bir kadın, şoförlüğünü yaptığım taksiye el kaldırdı. Tam bu esnada biraz ötede Tahir’i gördüm. İlk “müşterimi” alıp Tahir’e doğru ilerledim. Çeyrek asırlık arkadaşını taksicilik yaparken görünce önce algılayamadı durumu. Herhalde, “adamı Diyarbakır'dan Ankara'ya milletvekilliği yapmaya yolladık, meğer İstanbul'da taksicilik yapıyormuş” diye düşündü ilkin!

Önceki müşteriden rica ederek ikinci “müşteri” olarak Tahir’i de aldım taksiye. İşin içinde bir tuhaflık olduğunu anlamıştı ama bu kadarı fazla tuhaftı! Çeyrek asırlık arkadaşı, milletvekili ama taksicilik yapıyor ve koca İstanbul’da gelip onu buluyor, yoldan alıyor! Sanırım hayatımızdaki en güzel karşılaşmalarımızdan biriydi bu ve “karşının yolcusunun” çeyrek asırlık dostum olduğunu aklımın ucundan geçmezdi.

Tahir’i kazasız belasız gideceği yere bıraktım o gün. Ama onun yolculuğu devam etti. Son durağı da korumak için çırpındığı Dört Ayaklı Minare oldu güzel arkadaşımın. Kendisine kurulan tuzaktan kurtulamadı, kurtaramadık Tahir’i.

Ona dair özlemimizi anlatamayız. Bu, tarifi çok zor bir özlem. Onunla tüm acılara rağmen gülebildiğimiz her anı özledik.

Sevgili Türkân'ın yazdığı gibi, bir hukuksuzluk diyârında, hukuksuzluğa geçit vermeyen biriydi o. "İnsanlar ölmemeli, insanlık yıkılmamalı, akan kan durmalı" dediği için tuzakçıların hedefi oldu. Etrafını sardılar ve onu bizden aldılar. Ama Tahir’in o saf, duru gülüşünü asla elimizden alamayacaklar. O gülüşü sonsuza kadar aklımızda, yüreğimizde, benliğimizde taşıyıp yaşatacağız.