Kudüs, Kiev ve Lozan'a bakarak ulus devleti yeniden düşünmek
Küreselleşen bir dünyada devletler ne kadar egemendir? Sermayenin ve emeğin hareketliliğiyle artan sınır geçirgenliği ulus-devletin teritoryal mantığı için ne ifade etmektedir? Bugün çok uluslu, çok kimlikli devletler olduğu gibi, devletsiz uluslardan da söz edilmektedir. Daha da önemlisi, ulus-devletin yok olmaya mahkûm bir politik örgütlenme biçimi olduğunu kabul ettiğimiz anda, gelecek için nasıl bir politik örgütlenme biçimi önerebiliriz?
Aslıhan Aykaç Yanardağ
Geçtiğimiz hafta dünya gündeminde dikkat çeken üç olay yaşandı. Bunlardan birincisinde ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıdı ve ülkedeki ABD temsilciliklerini Tel-Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını açıkladı. Birçok ülkeden ve uluslararası liderden olumsuz tepkilere karşın ABD bu kararına sahip çıktı. Bu karar İsrail Devleti’nin kurulmasından bu yana devam eden İsrail-Filistin çatışmasını geri dönüşü olmayan bir çözümsüzlüğe itmenin ötesinde, devletsiz bir halkın gelecek umutlarını da yok etti. İkinci olayda Gürcistan eski Cumhurbaşkanı ve daha sonra Ukrayna’nın Odessa kentinde valilik yapan Mikail Saakaşvili, Ukrayna’da darbe girişiminde bulunmakla suçlandı ve tutuklandı. Saakaşvili Ukrayna halkına hitaben yazdığı mektubunda halkı direnişe çağırdı. Üçüncü olayda ise, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yunanistan’a yaptığı resmi ziyaret sırasında Yunanistan Cumhurbaşkanı Pavlopulos ve Başbakan Çipras ile yaptığı görüşmelerde Lozan Anlaşması’nın güncellenmesi yönünde görüşlerini belirtti. Birbirinden bağımsız gibi görünen bu üç olayı birbirine bağlayan nokta, üçünün de aynı tarihsel bağlamda gerçekleşmeleri ve bugüne kadar siyasi örgütlenmenin ve uluslararası ilişkilerin en önemli aktörü gibi görünen ulus-devletin artık söz konusu tarihsel bağlamla ne kadar uyumlu olduğu sorusunu gündeme taşımasıdır.
Öncelikle ulus-devletten anladığımız şey nedir? Klasik anlamda ulus-devlet, üniter veya federal yapıda olsa da sınır bütünlüğü olan, bu sınırlar içinde mutlak egemenliği olan bütünlüklü bir siyasi yapıdır. Ulus-devlet, teritoryal bir yapıda işler; sınırları içindeki tüm toprak ve karasularından sorumludur, bu coğrafi birimdeki halk ile karşılıklı varoluşsal bir ilişki içindedir. Bu noktada ulus ve devlet ilişkisinden söz etmek gerekir. Ulus-devlet birincil anlamıyla bir ulusun devletidir, ama tarihsel süreç olarak bakıldığında her ulus-devlet ulusunu inşa etmiş ve bu inşa, ulus-devletin hem varoluş nedeni hem de meşruiyet kaynağı olmuştur. Ulus-devletin kendi kaderini tayin hakkı vardır, bu bağlamda piyasa aktörlerinden ve uluslararası aktörlerin baskılarından bağımsızdır. Ancak buraya kadar anlatılan politik ve toplumsal boyutlarının dışında ulus-devletin ekonomik işlevini de göz ardı etmemek gerekir. Ulus ve ulus-devlet, kapitalist dünya ekonomisinin sürekliliğini destekleyecek bir politik birim olarak kaynakların, sermaye hareketliliğinin ve uluslararası işbölümünün örgütlenmesinde işlevseldir. Bu bağlamda ulus-devlet kapitalist bir devlettir; ulusal ekonomide kapitalist sınıflarla işbirliği içindedir, uluslararası sistemde maddi çıkarlarını göz etmektedir.
Geçtiğimiz hafta yaşanan üç olay bu kavramsal çerçevede değerlendirildiğinde çelişkili durumlar ve çeşitli sorular ortaya çıkmaktadır. Kudüs örneğiyle başlamak gerekirse, Kudüs’ün başkent olması, İsrail’in bu yöndeki talebinin tarihsel geçmişine rağmen ancak ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak tanımasıyla mümkün olmuştur. Bu durum ulus-devletin egemenliği ve ulusların kendi kaderini tayin ilkesiyle çelişkili bir süreçtir. Neden egemen bir ulus-devlet olan İsrail’in başkenti ABD tarafından belirlenmektedir? ABD’nin aldığı bu kararla bölge devletleri ve halkları üzerinde nasıl bir etkisi olacaktır? ABD ve İsrail arasındaki tarihsel bağlar ve işlevsel dayanışma göz önüne alındığında, ulus-devletin mutlak egemenliğinden söz etmek naif bir yaklaşım olacaktır. İkinci olarak, Gürcistan’da cumhurbaşkanlığı yapan Saakaşvili, nasıl olmuş da Ukrayna’da vali olmuştur? Burada ulus ve ulusal kimlikten anladığımız unsur nedir? Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte nasıl bir inşa süreci yaşanmıştır ki aynı kişi iki ayrı ulus-devlette önemli siyasi mevkilere gelmiştir? Belki de bu durumda, herhangi bir etnik gruba, kökene ya da dil grubuna ait olmaktan çok post-Sovyet olmak, kimlik inşası için yeterlidir. Bu süreçte biraz daha geriye giderek Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılıp Rusya’ya bağlanmasını değerlendirdiğimizde, ulus-devletin ulusuyla bir bütün olduğu, sınır bütünlüğü ve sınırları içindeki egemenliği bir kere daha sorgulanır hale gelmektedir. Son örneğe baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan Anlaşması’nı gündeme getirmesi farklı saiklerle açıklanabilir. Bir taraftan teritoryal meseleler, örneğin Ege adalarının kaybı ya da kıta sahanlığı konuları düşünülse de, cumhurbaşkanının asıl vurgulamak istediği azınlık haklarının korunmasıdır. Batı Trakya Türklerinin sosyal, kültürel ve ekonomik hakları elbette önemlidir; ancak bunları masaya getirdiğimizde karşımıza gelecek en önemli soru, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki azınlıkların durumu olur. Özelikle Lozan Anlaşması çerçevesinde azınlık olarak tanımlanan grupların Türkiye deneyimlerini anımsamak, Lozan’ın güncellenmesi söz konusu olduğunda Türkiye’nin müzakere gücünü artırmaz azaltır. Her ulus-devlette azınlıkların durumu, ulus inşa sürecinde ötekileştirilen kesimlerin durumu farklı derecelerde çelişkili, sorunlu ve istikrarsızdır. Bu nedenle azınlıkların durumu, ulus inşasının ve ulus-devletin işleyişinin göstergesi olmuştur.
Bu örnekler dışında, bugün dünya ekonomisinin işleyişine, artan sermaye ve emek hareketliliğine ve küresel sermayenin yarattığı karşılıklı bağımlılık ilişkilerine baktığımızda ulus-devletin bir siyasi örgütlenme biçimi olarak çözüldüğünü ve giderek işlevini kaybettiğini daha net bir biçimde görmek mümkündür. Küresel krizin ABD’den başlayıp bütün dünyaya yayılan etkisine karşı devletler küresel piyasanın güvenliğini ve sürdürülebilirliğini vatandaşların sosyal haklarından daha önde tutmuşlardır. Devletin ekonomik işlevindeki dönüşüm de bir kere daha ulus ve devlet birliğinin temelinden sarsılmasına neden olmaktadır.
Yazının ikinci paragrafından tanımlanan ulus-devlet anlayışı aslında bir ideal tiptir. Buraya kadar vurgulanan tanımlayıcı unsurlar bugün fazlasıyla sorgulanır haldedir. Örneğin küreselleşen bir dünyada devletler ne kadar egemendir? Sermayenin ve emeğin hareketliliğiyle artan sınır geçirgenliği ulus-devletin teritoryal mantığı için ne ifade etmektedir? Bugün çok uluslu, çok kimlikli devletler olduğu gibi, devletsiz uluslardan da söz edilmektedir. Bu şartlar altında ulus ve devlet ne kadar birdir? Halklar kendi kaderlerini nasıl ve ne kadar tayin edebilmektedir? Son olarak, kapitalizmin içinde bulunduğumuz evresi, devlet politikalarıyla sürekli ötelenen, ama ötelenirken de uzatılan bir krizin içindedir. Daha önceki krizlerden farklı olarak birçok düşünür bu krizin geleceğinde belirsizlik görmektedir. Bu belirsizlik yalnızca kapitalist sistemin geleceği ile ilgili değil, onu besleyen ve işleyişini destekleyen politik ve toplumsal yapıları da kapsamaktadır. Bu belirsizliğin içinde ulus-devletin geleceği nedir? Daha da önemlisi, ulus-devletin yok olmaya mahkûm bir politik örgütlenme biçimi olduğunu kabul ettiğimiz anda, gelecek için nasıl bir politik örgütlenme biçimi önerebiliriz?
Doç, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü