Bir utanç imgesi
Ben yoruldum artık bunu taşımaktan. Sahibine iade etmek istiyorum bunu. Çünkü ne söylersem söyleyeyim, bunun hakkında susmak için söylüyorum. Böylelikle söylediğim her şey performatif bir nitelik ediniyor; bir şeyleri örtmenin en iyi yolu, onun etrafında örülmüş bir gösteriyi sahneye çıkarmaktır.
Ömrümün son on senesinde idrak ettiğim bir boşluk bu. Bir boşluk da değil aslında; tuhaf, mide bulandırıcı bir balgamı gezdiriyorum içimde. Söküp atmak için ne zaman elimi uzatsam, içimde taşıdığım bu şeyden tiksinerek, içimde taşıdığım için kendimden tiksinerek, gerisin geri kaçıyorum. Hep başka türlü düşünülen ‘kendinden kaçmanın’ bu türlüsü de var. Kendi kendini ameliyat edebilse insan, eder zaten. Ama bunu yapamıyorsa, bu irin topunu başkasına göstermek zorunda. Belki o başkası yapar bu pis ameliyatı diye… Çünkü aslında erkeklik denilen şey, işte bu pis irin topundan kaçmak için insanın bilinçli-bilinçsiz başvurduğu stratejiler toplamından ibaret. Ama sadece erkeklik mi?.. Sanırım bütün yapıp etmelerimiz, bütün konuşmalarımız, bütün yazmalarımız tam da daima ‘bir şey’ hakkında susabilmek için yapılıyor, ediliyor.
“Anlatamamanın ıstırabı çok ağır... Ama emin olun, anlatmanın ıstırabı daha da ağır... Anlatmanın yolunu ararken çekilen ağrıların, yaşanan çaresizliğin, başını o duvardan duvara vururken kesilen nefesin ıstırabı...” Böyle tarif etti Murat Uyurkulak. O ıstıraptır bunca teoriyle, bunca felsefeyle kendisinden kaçmaya çalıştığım. Bir yerleri yırtarak açığa çıktı daima; oraya bir teori yamadım. Bir başka yerden yine patladı; oraya Fanon koydum. Elim değdi içimdeki irinli bu şeye; elimi örneğin Girard’la yıkadım. Teorinin daima eklektik bir şey olması da galiba bu nedenden kaynaklanıyor. En pis, en sefil, en berbat olanla özdeşleşmeden sahih bir teori üretilebilir mi gerçekten, bunu da hiç bilemedim. Bir şey hakkında susmak için üretilen bir söz ne kadar sahici olabilir?
Evet, ömrümün son on yılında idrak ettim, kendi sözümün susmak için olduğunu. “Bir insan susmak için bu kadar konuşur mu?” demeyin. Teori susmak için vardır. Ama bunca söze rağmen o şey oramda, içimde hala. Sanırım dokununca ellerimi yıkamam, hala kurtarılmaya değer bir şeyler olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor. Ya da en azından tiksinmediğim yerlerimin de olduğuna inanmak istiyorum. Ellerim, ah ki kendileriyle ne yapacağımı hiçbir zaman bilemedim.
Adıyaman’dan otobüse biniyorum. Kış tatili dönüşü, İstanbul’a… Bilgi Üniversitesi'nde burslu öğrenciyim o sıralar. Yıllar sonra, vakıf üniversitelerinde burslu öğrencilerin karşılaştıkları zorluklar filan üzerine bir röportaj okumuştum, Bilgi’den birileriyle… “Bizim üniversitemizde burslu olup da mezun olamayan yalnızca iki öğrenci oldu” diyordu. Kendimi sayılmış, hesaba katılmış hissetmiştim. İyi hissetmiştim, ne tuhaf.
Koridor tarafındaki koltuklardan birindeyim. Ön çaprazımdaki koltukta platoniğim oturuyor; bizim yukarı mahalleden, hani “Bu kız bana niye baskın ki ya?” dediklerimizden… Beni görünce seviniyor; gerçekten gözlerinin içi gülüyor. Yadırgıyorum. Değersiz hissetmeye alışkın bir bünye sonuçta; siyah deri, siyah maske… Çok gencim daha, öyle büyük sefaletleri ciddi bir devrimci kararla üstlenerek dikilmeyi bilmiyorum henüz. Siyah maske o yüzden… Bu kararsızlığı sakladığını zannediyorum. “Nasılsın?” diyor, “Neden İstanbul’da görüşemiyoruz?” diyor. Sözcükler ağzımda çoğalıyor, birbirine karışıyor, her sözcük bir diğerinin içinde dağılıyor. Şükürler olsun ki yanıma bir kitap almışım; derhal kitaba kaçıyorum. Kitap da bir maskeye dönüşüyor; aptallığımı saklar zannediyorum.
Evdeyim. Ağabeyim yolculuğun nasıl geçtiğini soruyor. “Filanla karşılaştım” diyorum, filandan zaten haberdar. “Eee?” diyor. “Hiç” diyorum, “konuşamadım bile.” “Ben olsam daha otobüsteyken götürmüştüm” diyor. Bir dünya yıkılıyor gözlerimin önünde. Sembolik sahneden çekiliyorum, ağabeyim platoniğimi ‘götürsün’ diye. Böyle deliriyor insanlar, kendi arzularıyla başkalarının arzularını ayırt edemez hale geldiklerinde. Yıllar sonrasının küçük bir tesellisi var tabii: Hamlet’i benim kadar iyi anlamış insan az bulunur. Kendi arzusuyla amca/babasının arzusunu birbirinden ayıramayan, bu nedenle amcasıyla bir rekabete de giremeyen Hamlet…
Okulda bir kadın var. Meraklı gözlerle bana bakıyor zaman zaman. Kantine açılan koridorlardan birine girdiğini görüyorum. Peşinden yekiniyorum. Çünkü o meraklı bakışlar benim kurtuluşum gibi… Bende de bilinmeye değer bir şeyler olmalı. Bu şey her neyse onun yakınına götürmeliyim. Kafasını çeviriyor, beni fark ediyor. Yüzüne beni yeniden umutsuzluğuma gömen bir ifade yerleşiyor. Bakışlarında biriken tiksintiyi görebiliyorum. Evet, artık burada fazlayım. Birkaç hafta daha okula gidip geldim; ama hep onu kollayarak dolaştım ortalıkta. Bahçenin diğer ucundan bahçeye iniyorsa, ben diğer ucundan kaçıp gittim. Alexandre Kojève ‘boğuntu’ adını veriyor bu duyguya, Hegel’in köle-efendi diyalektiğini yorumlarken. Sembolik sahneyi terk etmemeli, dövüşmeliydim. Ama olan olmuştu bir kere. Bende tiksinti duyulan şey her ne ise onu üstleniyordum; ama devrimci bir kararla değil, bunu çok sonra Frantz Fanon’dan öğrenecektim.
Beytepe’deyim. Beytepe’yi Beytepe yapan adamlar varmış. Cezalarını tamamlamışlar ya da çeşitli aflarla dönmüşler. Şükürler olsun ki Beytepe’yi Beytepe yapan adamların zamanında çıktı Beytepe Beytepe olmaktan da hiçbirimiz zan altında kalmadık. Bu adamlardan birinin sevgilisi olan bir kadın geliyor bir gün yanımıza. Aşırı öfkeli, tacize uğramış olduğunu ileri sürüyor. Gidiyoruz. Çocuğu gösteriyor bize. Çocuğun korktuğu belli, fakat beni alt üst eden bir iradeyle, haklılığından başka hiçbir şeyine güven duymayan bir halde geliyor yanımıza. Yanımızdakilerden biri bir hayli ateşli bir tip. Çocuğun ağzını bile açmasına fırsat vermeden patlatabilir. Sakin olmasını söylüyorum kulağına; durumu anlamak zorunda olduğumuzu söylüyorum. Çocuğun iki tane kadın arkadaşı durumu fark edince fırlayıp geliyorlar; çocukla aramıza giriyorlar. Tartışmayı onlar devralıyor. “Hakkınız yok böyle bir şeye” diyorlar.
Sınıfta bir tartışma çıkmış; bu iki kadın ve çocuk tartışmanın bir tarafı, tacize uğradığını ileri süren diğer tarafı. Evet, hakkımız yok, görüyorum. O sırada Bedrettin Cömert’in öğrencilerinden olduğunu bildiğim bir hoca beni görüyor; ayıplıyor beni. Utanıyorum. Fakat o anda tacize uğradığını ileri süren arkadaşımız kadınlardan birinin yüzüne tokadı patlatıyor. Normalde işaret fişeğidir bu. Bizimkileri tutuyorum. “Siz de gördünüz. Ne yaparsanız yapın” diyorum. Aşağı iniyorum, sınıf arkadaşlarımdan birini görüyorum. Hırslıyım da biraz. “İşe bak ya, ben olmasam yok yere dövecekler bu çocukları” diyorum. Arkadaşım, “Senin ne işin var orada? Fedai misin?” diyor. Haklı bir yerde! Çeteciliğe soyunmuş gibiyiz.
Bu adamlardan biriyle tuhaf bir konuşma geçiyor aramızda. Ballandıra ballandıra kimleri nasıl s.kmiş olduğunu anlatıyor. Uzamasını istemiyorum muhabbetin. “Ben kadınlara cinsel obje olarak bakamam” diyorum. “Ya onlar kendilerini öyle görüyorlarsa?..” diye yanıtlıyor beni. Mide bulantısıyla uzaklaşıyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor.
Bahçede oturuyoruz X’le; X bir kadın. Bu bahsettiğim adam da geliyor yanımıza. X’in eli ayağı birbirine dolaşıyor. Dudakları titriyor. Aynı hissi yıllar sonra ben de yaşayacağım. Adam gidiyor. Ben X’in üzerine gidiyorum. Anlatmıyor tabi bir şey. Ama ben aşağılanmışlık duygusunu da çok içeriden tanıyorum, adamı da iyi tanıyorum. Neler yapabileceğine ilişkin bir başka deneyimimiz de var çünkü. Hep beraber toplanmış olduğumuz bir akşamda, bu adam ortamdaki kadınlardan birine sarkıyor. Kadın o ortama onun sayesinde gelmişmiş! Demek bu nedenle pey akçesi vermek zorunda. Kadın adamın istediği konumda olmayı reddediyor. Ortam bir anda geriliyor. Adamı sakinleştirmeye filan çalışanlar var. “Ağzını burnunu kırarım ben bunun” diyor. Kadın korkuyor, gerçekten çok korkuyor. Bir arkadaşımla onu evine bırakmayı teklif ediyoruz. Yakınlarda bir arkadaşının evi varmış, oraya kadar kendisine eşlik etmemizi istiyor. Ediyoruz.
Aylar sonra X, bu adamla aralarında geçenleri anlatıyor bana. “E ama anlattığın gibiyse bunun tecavüzden başka adı yok?” diyorum. Sözcükler aniden dökülüyor ağzımdan. Bir uzman değilim; böyle bir şey karşısında nasıl konum alınır, onu da bilmiyorum. Fakat yine o içimdeki tiksinti verici şey kaplıyor bütün benliğimi. Oramda, içimde, yapış yapış bir balgam topu… Bir an için beliren ‘bir erkek olmanın utancı duygusu’ içimde taşıdığım ama başa çıkamadığım kendime yönelik tiksinti nedeniyle yerini öfkeye bırakıyor. Meseleyi kendi meselesi edinmek istemeyen buz gibi bir yargıç edasıyla bakarsanız, rıza var gibi görünüyor; ama tehdit de var, korkutma, sindirme de var. Bu kadar cesaretsiz olması, her şeye rağmen hayır diyememiş olması da öfkelendiriyor beni; bir dövüş sahnesini yıllar önce terk etmiş olan ben değilmişim gibi. İçimde taşıdığım o tiksinti veren şey o gün alev aldı.
Ben yoruldum artık bunu taşımaktan. Sahibine iade etmek istiyorum bunu. Çünkü ne söylersem söyleyeyim, bunun hakkında susmak için söylüyorum. Böylelikle söylediğim her şey performatif bir nitelik ediniyor; bir şeyleri örtmenin en iyi yolu, onun etrafında örülmüş bir gösteriyi sahneye çıkarmaktır. Keşke bunun basit bir performatif çelişki olduğunu ileri sürüp çıkabilsem işin içinden; hani Habermas’ın akla saldıranlara ya da o dev düşünür İbn Rüşd’ün Gazzali’ye yönelttiği, “Aklı eleştirirken bile aklınızı kullanıyorsunuz” eleştirisi gibi… Keşke buradaki temel çelişkiyi bu türlü bir performatif edim oluştursa, ama değil. İşin bir başka boyutu daha var: Tanınma arzusu. İnsan içindeki aşağılanmışlık duygusundan kaçabilmek için, kendini değerli hissedebilmek için, içinden gelmese de “-mış gibi” yapmaya başlayabiliyor. Benden bir maske talep ediliyor; bunu takmalıyım. Teori maskesi bu. Beni de yatıştırıyor. Ya da dövüşmek zorunda insan. Hegel’in bahsettiği türden bir dövüş…
Uyurkulak şöyle demiş: “Diyorlar ki anlat… Anlatıyorsun, diyorlar ki, öyle değil böyle anlat… Böyle anlatıyorsun, diyorlar ki, böyle değil şöyle anlat… Şöyle anlatıyorsun, diyorlar ki, yine sıçtın, boş ver, anlatma, sus, sapık, gerizekalı, müptezel, dallama, dingil, hain, pislik…”
Bazen nasıl boyun eğilebildiğini biliyorum oysa. Bazı insanlar oldu hayatımda. Kendilerinden korktum. Fakat örneğin polisten nasıl korktuysam onlardan da öyle korktum. Evet, kaçmaya çalıştım, uzak durmaya çalıştım, bunun getirdiği bir sürekli kararlar vermek zorunda olma durumunun neden olduğu karar yorgunluğuyla başka pek çok seçeneğe gözlerim kör kaldı; göremedim, patates oldum. Ama çok gençtim, kendimi alıkoyamadım öfkemi X’e de yöneltmekten. X bir boş-gösteren olmuş sonra hayatımda. Hem ondan önceki geçmişimin, hem de ondan sonrasının sürekli doldurduğu bir boşluk…
Bakılan olmanın boşluğu bu. Bana bakıyor; ardından sesleniyor; bu seslenme içimdeki o şeyi açığa çıkarıyor ve bakan buna tiksinerek bakıyor gibi bir durum… Yani bana bakıp bir imge üretiyor; sonra da bu imgeyi çarpıtılmış, çirkin bir şey olarak gerisin geri bana fırlatıyor. Bu öznellik biçiminin ardındaki tarihsel koordinatları pek çoğumuz biliyoruz zaten. Bu çağrıyla açılan duygulanımsal akışların kökleri tarihsel ve toplumsal olanın içinde zaten. Yarattığı duygu utanç… Ama hiç de öyle Marx’ın sözünü ettiği türden devrimci bir utanç değil bu. Kendi varlığından, var olduğu için kendinden duyulan bir utanç, değersizlik duygusuyla iç içe bir utanç… Yapıp etmelerimizin çoğu da bu utanç duygusuna verilmiş yanıtlar durumunda.
Bakanın çağrısı bir aynanın içindeymiş gibi yol alıyor. İçimdeki bu şeyi açığa çıkarıyor, fakat aynı anda onu olumsuzlamaya girişiyor. Sürüklendiğim duygu boğuntu… Tanınma arzusuyla boyun eğmeye başlayabiliyor insan. “Hayır, hayır, aslında öyle değilim” haykırışları, duyulmayan çığlıklar…