Ba’de harab el Basra(*) ve Nazım Hikmet ve diğerleri

Geçmişe baktığımızda, Nazım Hikmet ve diğer muhaliflerin serencamı, cumhuriyet pratiğindeki yanlışların yansımasıdır. Sunulan siyasî, tarihî ve kültürel zenginlik algılanabilseydi; toplum tek tip düşünceye, daha doğrusu düşünmemeye/sorgulamamaya, basma kalıp ezberciliğe mahkum edilmeseydi; cumhuriyet aydınlanması denen şey bu günkü gibi tıkanmayabilir, yalan ve riya üstüne kurulu karanlık ortamlarda değil; daha çağdaş, aydınlık ve uygar ortamda yaşanabilirdi.

Google Haberlere Abone ol

Ali Güzel 

Bilindiği üzere Türk Silahlı Kuvvetlerinin muvazzaf veya emekli, suçlu veya suçsuz bazı mensupları son yıllarda darbe teşebbüsü iddiasıyla Balyoz, Ergenekon gibi isimler altında suçlamalara muhatap oldular. Tutuklandılar, savunmaları kısıtlı şekilde yargılandılar, mahkûm edildiler. Bu süreç boyunca aklıma takılan, fakat o kişiler tutuklu, yargılanmakta veya hükümlü olarak sıkıntılı ve müşkül durumda bulundukları için dillendiremediğim sorular vardı: Onlardan general veya albay olanlar 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri dönemlerinde muhtemelen üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı gibi rütbelerde idiler. Acaba o darbe dönemlerinde tüm ülkede ya da on yıllar boyunca “olağanüstü bölge”de resmen işlenen cinayetlerin, zulüm ve işkencelerin, insanlık onuruyla bağdaşmayan muamelelerin neresinde idiler? İçinde mi, tanığı mı, yoksa bihaber mi, bigünah mı idiler? Ve öte yandan; anadan, atadan, eşten gelen, ya da başka türlü edindikleri bir maddi varlık ve gelirleri yoksa, kısacası sadece devletten aldıkları maaşla geçiniyorlarsa savunmalarını yapacak avukatın masrafını bile karşılamakta zorlanacak bu insanların ziyaretlerine veya duruşmalarını izlemeye ancak aile bireyleri ve çok yakınları gidebilmekte iken; sermaye sınıfından yargılananların duruşmalarına otobüsler dolusu insanların taşınması karşısında, sözünü ettiğim asker kişiler içinden acaba “ömür boyu neye hizmet ettik” şeklinde bir muhasebe yapan olmuş mudur? Çok merak ediyordum.

Merak ediyor, kendi kendime soruyor, fakat dillendiremiyordum ki, emekli Genel Kurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ’un tutuklu iken yazdığı kitabında Nazım Hikmet’e hitaben “Affet bizi” dediğini duydum.(“Suçlamalara Karşı Gerçekler” 7.Bası Sh:66-67 Kaynak Yayınları İstanbul 2014) Öyle ise, günaydın!

Kuşkusuz ki geç de olsa af dilemek ve affetmek bir erdem ve olgunluktur. Öte yandan geç de olsa bazı şeylerin fark edilmesi, şükürlüktür. Ama yine de neden, nelerden sonra diye düşününce hüzünlenmemek mümkün değil. (27 Mayıs 1960 darbesini yapan kişilerden bazılarının, silah gücüne dayalı iktidar ayaklarının altından kayıp gittikten sonra, “Biz bu harekâtı yaparken ekonomi, siyaset, sosyoloji vs. bilmiyorduk” mealinde sözleri hâlâ hatırımdadır.)

NAZIM HİKMET REFAH İÇİNDE YAŞAYABİLİRDİ

Nazım Hikmet, paşa torunu, yetenekli, birikimli bir entelektüel olarak tatlı sularda maddi refah içinde yaşayabilirdi. Fakat o, coşkun yüreğinin sesini dinledi; insanın insana kul olmadığı, emek ve alın terinin hakkının verildiği, sosyal adalet ve sosyal güvenlik içinde onurlu ve adil bir toplum ve dünya düzeni içinde yaşama özleminden yana tercihini kullandı ve bedelini hapisle, hasretle ödedi. Bu özleme gönül veren daha niceleri, bozuk düzene itiraz edip sosyal adalet talep edenler, komünistlikle yaftalandı. Yaftalandı diyorum çünkü; komünizm bir yandan sınıf diktası kuracak diye suç sayılırken; öte yandan düzenin muktedirleri tarafından, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel içeriğinden soyutlanarak; sadece -ve gerçek dışı biçimde- her erkeğin her kadınla serbestçe çiftleşmesi olarak halka tanıtıldı. Ar-namusun (Namus kavramı da cinsel hayat alanına özgüleniyordu) bulunmadığı bir hayat tarzı algısı yaratıldı. (Lisedeki sosyoloji, felsefe öğretmenimin komünizmi, “kadının yatak odası dışında erkek şapkası yoksa, şapkanı asıp girebilirsin” şeklinde tanımlamasını hatırlıyorum) Ve her toplumsal kriz durumlarında “komünistler” suçlandı öksüz uşak gibi. En belirgin örneklerden biri, derin devletin “başarılı bir organizasyon” olarak tezgahladığı 6-7 Eylül 1955 olaylarından komünistlerin sorumlu görülerek birçok masum insanın tutuklanmasıdır.

(Yazı boyutunun kısıtlılığı nedeniyle, on yıllar boyunca Kürtlere ve diğerlerine reva görülenleri, kontrol dışındaki dini kesimleri polisiye/kriminal önlemlerle te’dip etme siyasetlerini bir kenara bırakıyorum. Bahsimiz,“Türk’ün sosyal adalet, uygarlık ve demokrasiyle imtihanı”na bir dokunuştan ibarettir. Yine de, insanlık dışı cinayetler ve işkenceler olmasaydı, cenaze konvoyları üzerinden savaş uçakları uçurulmasaydı, on yıllar önce otuz üç köylünün katli emrini verdiği için mahkum edilen bir generalin ismi o yöredeki bir garnizona verilmeseydi, neler kaybetmezdik diye serinkanlı bir sorgulama yapamaz mıyız demeden geçemiyorum.)

Bu ülkede paranoya ve provakasyon kol kola süregeldi. “Rusya ile şifreli görüşüyormuş”, “Rusya’dan para alıyormuş”, “sigara paketi üzerine orak çekiç deseni yapmış”, “okul sırasına, duvarlara orak çekiç resmi çizmiş”, “camiye bomba koymuş”, “kızıl bayrak çekmiş” v.s. konularla on yıllar boyunca gündem oluşturuldu. Kızılhisar kasabasının (Denizli) adı Serinhisar olarak değiştirildi. İnsanlar Rus salatası demeye korktukları için adı Amerikan salatası olarak anıldı. Bu ilkel ve provakatif zihniyet halen de devam etmekte olduğunu en belirgin şekilde Gezi Direnişi'ne verilen tepkiyle gösterdi: “Arkasında dış güçler var”, “Yemekler nereden geliyor?”, “Gezi Parkı çadırlarında kızlı erkekli her durum mübah”, “Camide içki içtiler” v.s. On yıllar boyunca oluşturulan korku ve terör ortamı, algı yönetimi, psikolojik harekât sayesinde ve esasen var olan biat kültürünün de katkısıyla toplum sindirildi. Kimi zaman “iti ite kırdırma”; halkın bir kesimini destekleyip diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik etme yöntemleri, yönetim siyaseti olarak uygulandı. Sorgulamaların, haksızlıklara itirazların yükselecek gibi olduğu ender dönemlerde, -koşulları da oluşturulmak suretiyle- sıkıyönetimler, askerî darbeler devreye sokuldu. Hak taleplerinin bastırılması, özgürlüklerin geriletilmesi konusunda sivil yönetimlerin güç yetiremediği konuları askerî yönetimler halletti. (Askeri vesayeti pekiştiren özelliğinin yanında birçok demokratik kanal açtığı için sivil siyasî iktidarın “Bu anayasa ile devlet yönetilemez” (Süleyman Demirel) dediği fakat değiştirmeye gücü yetmediği 1961 Anayasası, 12 Mart 1971 darbesi döneminde silahların gölgesinde parlamento marifetiyle budandı ve nihayet 12 Eylül 1980 darbecileri tarafından tamamen ortadan kaldırıldı. Siyasi partilerin, derneklerin, sendikaların kapatılması ve benzeri kısıtlamalar, en çok askeri yönetimlerde oldu.) Ve askerî yönetimler, toplumsal destek ve meşruiyet sağlamak amacıyla, gelenekçi ve muhafazakâr toplumun dini ve şoven duygularını okşamaya özen gösterdi; 12 Eylül iktidarı “Türk-İslam Sentezi” olarak adını da koydu. Bu arada 12 Mart'ın Genelkurmay Başkanı’nın “Toplumun siyasal ve sosyal bilinçlenmesi, ekonomik gelişmenin önüne geçmişti, o nedenle bu hareketi yapmak zorundaydık” mealindeki sözleri ve 12 Eylül darbe liderinin “Asmayalım da besleyelim mi” ibretlik sözleri tarihin kara sayfalarında yerlerini almışlardır. 28 Şubat 1997 askerî müdahale döneminde söylenen tarih bilincinden yoksun “Bin yıllık balans ayarı” sözlerini anmaya değer mi bilmem.

Sonunda ne oldu? Bu sıkışmışlık içindeki gelenekçi, biatçı tarım toplumunu çağdaş uygarlıkla buluşturmada taşıyıcı güç olmaya aday kesimler ve özellikle gençler, bir kenara itildi. Düşüncelerini, itirazlarını, tepkilerini ifade ederken bazen gençlik heyecan ve enerjisinden kaynaklanan taşkınlıkları devletin tahammül ile tolere ederek şefkatle kucaklaması, anlamaya çalışması yerine, kin ve nefretle, düşmanca gerçekleştirilen onur kırıcı uygulamaların, kaba şiddet ve işkencelerin, faili meçhul yargısız infazların, bazı gençleri çizgi dışına attığı da oldu. Böylece, vahşi kayalıklar arasında filiz vermiş nadide çiçekler gibi her kuşağın en önde gelen, yetenekli, fedakâr, gözüpek, güzide gençleri, hoyratça heder edildi. (Sıkıyönetim bildirilerinde sıkça yer alan ve o gençler için sarf edilen “…menfur emelleri…” söylemi hâlâ kulağımda çınlamaktadır.) Kimisi toplumdan koparıldı, devletten uzak tutuldu, kimisi hapislerde kahve köşelerinde kaldı, kimisi öldürüldü, kimisi gurbet ellere kaçmak zorunda bırakıldı.

Suya sabuna dokunmadan, adaletsiz düzenin dümen suyunda ve muktedirlerin peşinde dolaşanların bir kısmı ise devlet nimetleriyle kariyer veya servet sahibi oldular, ülke yönetmeye soyundular.

2014 Türkiye’sinden geçmişe baktığımızda, Nazım Hikmet ve diğer muhaliflerin serencamı, cumhuriyet pratiğindeki yanlışların yansımasıdır. Sunulan siyasî, tarihî ve kültürel zenginlik algılanabilseydi; toplum tek tip düşünceye, daha doğrusu düşünmemeye/sorgulamamaya, basma kalıp ezberciliğe mahkum edilmeseydi; cumhuriyet aydınlanması denen şey bu günkü gibi tıkanmayabilir, yalan ve riya üstüne kurulu karanlık ortamlarda değil; daha çağdaş, aydınlık ve uygar ortamda yaşanabilirdi.

OKUL KİTAPLARINDA YER VERİLMEYECEK Mİ?

On yıllar boyu, insafsızca vatan haini olarak tanıtılan, yaklaşık on üç yıl cezaevinde tutulan ve aslında kendi deyimi ile “…Tepeden tırnağa iman, tepeden tırnağa hasret ve ümitten ibaret…” olan Nazım Hikmet; insanı ve insan emeğini en yüce değer olarak kabul etmiş; hiçbir ulus, ülke ile sınırlı olmaksızın tüm insanları, dünyayı, evreni, hayatı sevmiş; sevinci, kederi, korkuyu, cesareti, doğumu, ölümü, kavgayı, savaşı, aşkı, insana özgü her koşul ve durumu göz önünde tutarak yüreğini bütün insanlara açmış, sevgisini, özgürlük ve barış özlemini haykırmıştır. Hayat macerasında insanoğluna yoldaş olan hayvanları ve aletleri dahi sevgi dışında bırakmamıştır. Öte yandan, cezaevi avlusunda mavi gökyüzü, toprak ve güneşle “bahtiyarım” deyip her koşulda yaşama sevincini diri tutmuş, herkesi yaşamakta direnmeye çağırmıştır. Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin gibi, “Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu'ndan Alaska’ya kadar her mil-i bahride, her kilometrede bulunan dostları” gibi, mutluluğun resmini, bütün insanların mutluluğunun resmini arayan bu gönül adamı, hâlâ nesiller boyu kendi halkından uzak tutulacak mıdır? Okullarda, asker ocağında çocuklarla, gençlerle buluşturulmayacak mıdır? Okul kitaplarında yer verilmeyecek midir?

Başbakanların, bakanların (ve benzerlerinin) her şeyi en iyi bildikleri için mutlaka danışılması gereken ekonomi dehası çocuklarının ilgi alanı olmayabilir. Ancak geride kalan fanileri hem şiir, hem roman, hem tarih olan Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan, Taranta-Babu’ya Mektuplar’dan, Benerci’den, destanlardan ve insanoğlunun birey ve toplum olarak çeşitli hallerini şaşmaz gözlemlerle yansıtan tüm şiirlerinden habersiz kılmak, onları engin ve çok yönlü bir kültür hazinesinden mahrum bırakmaktır.

Ünlü şarkı sanatçısı Safiye Ayla’nın 1960'lı yıllardaki bir röportajda “…Atatürk, Kurtuluş Savaşı'na dair bir destan yazılmasını çok arzuluyordu, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye destanını görseydi, çok mutlu olurdu…” dediğini hatırlıyorum. Oysa Nazım Hikmet, cezaevi koşullarında 1939-1941 yıllarında yazdığı bu muhteşem destanı da yeterli görmüyor; çok sevdiği halkına “Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, Türk halkı bağışlasın bizi.” ifadesiyle sunuyordu. Savaşta “ve saire” kabilinden birkaç kez yaralanan, savaştan sonra çiftlik, apartman sahibi olmayan, önce de sonra da bahçıvan olan, yıllar geçse de mehtaba bakarken, düşmana casusluk yapan Mansur’u vurduğunu düşünüp hayatının dramını yaşayan Kartallı Kâzım’ı; kayığı ile birlikte Karadeniz’in kara dalgalarında kaybolan Arhavili İsmail’i; “Beyaz tenteli sandalları, siyah mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla bir deniz kıyısındaki şehrini” hayal eden Süleymaniyeli şoför Ahmet’i ve “şahsının vekarlı kudretini resmen” bilen “üç numrolu” kamyonetini; yılanın encamını görüp “ibret al deli gönlüm” diyerek korkudan sıyrılan Antepli Karayılan’ı; “harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içinde” cephane taşıyan kadınları; yollardaki öküz ve tekerlek ölülerini (“onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti”) asker ocağında ders konusu yapmakta hâlâ sakınca görülmekte midir? Duyarlarsa sözüm Sayın İlker Başbuğ’un ardıllarınadır. (Asker ve sakınca sözcükleri bana, sınıf arkadaşım “Sakıncalı Piyade” Uğur Mumcu’yu hatırlattı. Hey gidi devran, nereden nereye!)

ŞAİRE VE ŞİİRE SINIR OLUR MU?

Şiir uzmanı değilim. Bir iki kanatlı sözcük ile insan yüreğinin derinliklerine dokunup zengin çağrışımlar yaratan Nazım Hikmet şiirleri üzerine tahlil ve değerlendirme yapmak haddim değil. Sadece birkaç satır başı ile hatırlatmalar yapıp heyecanımı ve hayranlığımı –hoşgörülerine sığınarak- okuyucularla paylaşmak istiyorum. (Burada yer veremediğim şiirlerine hayranlığımın daha az olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca bölük pörçük anacağımdan ötürü şiirlerin tatlarını fazlaca kaçırmayacağımı ummak isterim.)

Şaire ve şiire sınır olur mu? Şair yeri gelir özgürlüğü “şapkayı yana yıkmak” olarak tanımlar: “Af var diyorlar/Çıkacağız/Şapkayı yana yıkacağız!” Yeri gelir Afrikalı köylü kadını Roma’daki kocasının mektubundan “Boynunda mavi maymun dişinden/üç dizi gerdanlık taşıyan,/kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında/ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşayan,/sözleri sözlerimin/gözleri gözlerimin bakır aynası,/üçüncü kızımın/ve beşinci oğlumun anası/TARANTA-BABU!” olarak tanıtır. Habeşistan köylüsü o kadına faşist Mussolini ordularının saldırganlığını ve emperyalizmi “Geliyorlar TARANTA-BABU,/seni öldürmeye geliyorlar…seni/ve keçilerini./Oysa ki, ne onlar seni tanır/ne onları sen./Ve ne de keçilerin atlamıştır/onların çitlerinden.” sözleriyle anlatır. Yeri gelir o kadına “…sesini göresim geldi/…Mavi Nil gibi serin/yaralı bir kaplan gözü gibi derin/sesini senin!” (Söz aramızda 1960'lı mı, 1970'li mi yıllarda bir gün radyoda, kulağıma ilk defa çalınan bir ses için “Hah, bu o dur işte” demiştim. Adı Joan Baez imiş!) diye hasretini belirten kocası, bir başka mektubunda “…yaşamak ne güzel şey…/ve dünya öyle büyük,/öyle güzel/öyle sonsuz ki deniz kıyıları/her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/yıldızlı suların/türküsünü dinleyebiliriz…bir sevda şarkısı gibi duyup/bir çocuk gibi şaşarak yaşamak./Yaşamak:/birer birer/ve hep beraber/ipekli bir kumaş dokur gibi/hep bir ağızdan/sevinçli bir destan/ okur gibi/yaşamak…Yaşamak/ne acayip iştir ki…bugün bu/bu inanılmayacak kadar güzel/bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:/böyle zor/bu kadar/dar/böyle kanlı/ bu denli kepaze…” der! Yine Roma’dakinden : “…Mussolini çok konuşuyor TARANTA-BABU/çok korktuğu için/çok konuşuyor!” Hitler de çok konuşuyordu, Kenan Evren de! Şimdilerde yok mu? Her yerde, her kanalda bağıra çağıra!

“A be şair/bizim de bir çift sözümüz var/aşka dair” diyen ve birçok şiirinde aşkı çeşitli söylemlerle dillendiren şair, yeri gelir aşkı “Gün iyiden iyiye ışıdı artık/tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık/Sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldik birdenbire:/aydınlık, alabildiğine aydınlık…” şeklinde duyumsatır. Yeri gelir karısını, Çankırı pazarında köylülerin gözünden “kırmızı başörtülü kibirsiz İstanbullu” olarak tarif eder. Yeri gelir, geçip giden ömrü “…rüzgar kanatlı atlılar gibi geçti hayat.” diye tanımlar.

Bu vatanın haini değil, sevdalısı olan ve ne hazindir ki memlekete uzaklığını (imkânsızlığını) yıldızların ve gençliğinin uzaklığıyla kıyaslayan şairin hasret yanığı birkaç mısrasını da burada hatırlatarak onu saygı ile anmak istiyorum: “…ne kasketim kaldı senin ora işi,/ne yollarını taşımış ayakkabım,/son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,/Şile bezindendi./Sen şimdi yalnız saçımın akında,/enfarktında yüreğimin,/alnımın çizgilerindesin memleketim…” , “…Bir vapur geçer Varna önünden/…bir vapur geçer Boğaz’a doğru,/Nazım usullacık okşar vapuru/yanar elleri.”, “Karşı yalı memleket/…sana sesleniyorum işitiyor musun,/Memet, Memet”, “…Hey Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu/Tuna’nın suyu olaydın/Karaorman’dan geleydin/Karadeniz’e döküleydin/Mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin/Geçeydin Boğaziçi'nden/Başında İstanbul havası/Çarpaydın Kadıköy iskelesine/Çarpaydın çırpınaydın/Vapura binerken Memetle anası.” “…Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda/…/Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u,/Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.”

Anadolu’nun köy mezarlığında doğum şehidi gelin Ayşe ile ırgat Osman’ın yanlarında yer isteyen aziz insan: Onlar seni gönüllerine buyur ettiler, edeceklerdir!

(*): Bir zamanlar dünyanın en gözde, bayındır şehirlerinden biri iken Moğol istilasıyla yakılıp yıkılan Basra için söylenmiş “ Ba’de harab el Basra” (Basra harap edildikten sonra) sözü, Türkçe’de de “İş işten geçtikten sonra” anlamında bir hayıflanma deyimi olarak kullanılagelmiştir.

Güncel Hukuk Dergisinin Mayıs 2014/5-125 sayısında yayımlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi Emekli Üyesi