Romantik savaş karşıtlığı
Barışı romantik bir tavırla talep etmek, ne Gültekin’in anlayacağı gibi, onu bütün empirik içeriğinden ayıklayıp, Sokrates’in söyleyebileceği üzere, özü bakımından tefekkür etmektir; ne de Aktay’ın iddia ettiği gibi, o aslında savaştan kaçınmak ve bu sayede de statükoya destek vermekten ibarettir.
Emrah Günok
20 Ocak’tan beri Afrin’de devam edegelmekte olan Zeytin Dalı Operasyonu ile ilgili olarak gazetelerde yazılıp çizilen, televizyonlarda tartışılan bunca fikir arasında Yasin Aktay’ın Yeni Şafak gazetesi için kaleme aldığı “Savaş Karşıtlarının Ahlaki Sefaleti” başlıklı makale ile Levent Gültekin’in KRT Haber’de yaptığı bir konuşma, insanı savaş karşıtlığının gerçek anlamını tekrar sorgulamak hususunda bir hayli kışkırtıyordu. Aralarında pek bir ortaklık bulunmayan bu iki insanın savaş karşıtlığına ilişkin fikirleri arasındaki paralellik, memleketin tarihinde barışın anlamının hiçbir zaman doğru dürüst sorgulanmamış olduğunu dışa vurur mahiyetteydi.
Peki, KRT Haber’de yaptığı Zeytin Dalı Operasyonu eleştirisine başlarken evvela romantik bir savaş karşıtı olmadığını belirtmek ihtiyacı duyan Gültekin ile “dünya batsa umurunda olmayan” kiniklerin savaş karşıtlığını “haklı ile haksız arasında tarafsız ve kayıtsız kalmak dolayısıyla aslında hakim olan haksızın yanında fiilen durmak” olarak nitelendiren Aktay’ın dikkatimize sunmaya gayret ettiği temel nokta hangisiydi? Savaş çığırtkanlığı ile barış romantizmi seçeneklerine hapsolmamıza vesile olabilecek olan bu tip mülahazaların beyinlerimizde yarattığı örümceklenmeyi gidermek için yapmamız gereken, tekrar tekrar barışı gündeme getirmekten başka bir şey olmasa gerektir.
Gültekin’in şöyle bir dokunup geçtiği, Aktay’ınsa bertaraf olan bitarafların saflarına dahil etmekten imtina etmediği bu kitlenin, güzellik yarışmalarında soru yanıtlayan adaylardan müteşekkil olduğunu düşünmemek için herhangi bir sebep yoktur. Burada edilmesi gereken müdahele, mevzubahis kitlenin soru yanıtlarkenki tavrının gerçekliği olmayan bir karikatüre karşılık geldiğinin altını çizmekten ibaret olacaktır. Bir başka deyişle, barış sözcüğü ile karşıyım sözcüklerinin telaffuz edilmeleri arasında oluşması pek muhtemel olan şartlanma ilişkisi, öyle sanıyorum ki, içinde barışı düşünebileceğimiz kavram setini kendisinden türetebileceğimiz tek kaynak olmasa gerektir.
Bir felsefeci olarak bu konuda aklıma gelen ilk nokta, siyaset sahnesi açısından düşünüldüğünde, romantizmin, bırakınız kurtulunması gereken bir öcü olmayı, asli bir bileşen olarak elde tutulması gerektiği olacaktır. Marksist düşünürlerin ütopya ve ütopyacılık hakkında yaptıkları fikir alışverişlerinden esinlenerek iddia edebilirim ki, hayal kurmakla özdeşleştirebilecek olan romantizm, tam da bu anlamda siyasi eylemi tetikleyecek olan yakıt niteliğindedir. Burada es geçmememiz gereken temel nokta, insanın ancak ve ancak varolan gerçeklikten memnun değilse hayal etmeye başlayacağıdır. Kendini tamamıyla gerçekliğe kaptırmış olan bir ruh, söz konusu gerçekliği sıkı bir şekilde dokuyan neden-sonuç ilişkilerinin meydana getirdiği devasa yapı karşısında kendini aciz hissedebilir. Bu ise, onu, varolana bir alternatif düşünmekten meneder, yani apolitikleştirir. Siyasal gerçeklik doğal gerçeklikle aynı kefeye konulmaya başlar başlamaz, toplumsal yaşamı üretmekte olan temel dinamikleri düzenleyen yasanın değiştirilemez olduğu vehmi uyanır. Burada şunu da belirtmeden geçmemiş olayım ki, mevzubahis değiştirilemezlik vehmini beslemek için din kadar bilim de kullanılabilir. Teokrasi ve teknokrasi, münavebeli ve uyumlu bir işleyiş yaratarak tiranlığın ateşine odun atabilir.
Romantik olana karşıt olarak, Gültekin’in aklında besbelli ki “gerçekçi savaş karşıtlığı” gibi bir düşünce vardır. Yazar “hangisi olduğu fark etmeksizin bütün savaşlara karşıyım”daki romantizmin karşısına, “Evet karşıyım, ama hangi savaşa?”nın sözde gerçekçiliğini koyar görünüyor. Ama barışı romantik bir tavırla talep etmek, ne Gültekin’in anlayacağı gibi, onu bütün empirik içeriğinden ayıklayıp, Sokrates’in söyleyebileceği üzere, özü bakımından tefekkür etmektir; ne de Aktay’ın iddia ettiği gibi, o aslında savaştan kaçınmak ve bu sayede de statükoya destek vermekten ibarettir. Kendimizi bu iki kutup arasında alternatifsiz kalmış hissediyor ve bunun sonucunda da bir kilitlenme yaşıyor isek, böyle bir durumun tam da kendini yalnızca savaş ve korku ortamında var etmeyi başarabilen iktidarların ekmeğine yağ sürmekte olduğunu hatırlamanın vakti gelmiş demektir.
Evet, amaç barışı tefekkür etmektir, ama barışı tefekkür etmek de onu talep etmektir. Bir başka deyişle, barış önce istenir, sonra bilinir. Talep edilen barış, belli bir savaş ya da savaş ihtimali karşısında talep edilen barıştır ve bu anlamda da soyut bir kavram olmaktan çıkmıştır. Şu halde denebilir ki, romantik savaş karşıtlığı ancak ve ancak barış ortamının getirdiği güven ve huzur atmosferinde patlaması mümkün olan fikir tartışmalarının üretebileceği düşünce acemisi bir tavır olarak karşımıza çıkacaktır, başka bir şekilde değil.
Görülmesi gereken, savaş ve barışın, kişinin tercihine sunulmuş alternatiflerden ibaret olmadıklarıdır. İnsanlar, tarihsel olup bitmelerden âzâde ne savaşı tanımlayabilirler ne de barışı. Bir başka deyişle, en büyük hatamız gizli saklı da olsa bir parça Platoncu olmamız; yani tarih boyunca sergilemiş oldukları büyük çeşitliliğe dikkat etmeksizin, savaş ve barışın ideal birer tanımını verebileceğimize ilişkin örtük inancımızdır. Söz konusu iki kutba dair bilginin kavramsal bilgiden ibaret olduğunu söyleyemiyorsak, o halde mesela barışı istemek ne anlama gelir?
İnsan belli bir düzeyde, o veya bu şekilde biliyor olduğu şeyi ister. İstediğim şeyi ya düşüncemle çağırıyorumdur, ya da söz konusu çağrıyı yapanın beden ve onun fizikokimyasal işleyişi olduğunu itiraf etmek gerekir. Söz konusu fizikokimyasal işleyişten kaynaklanan ihtiyaçların birincil ihtiyaçlar olarak tanımlandıklarını hatırlayacak olursak, barış talebinin her şeyden önce kendini koruma, zarar görmeme ihtiyacı olarak betimlenebileceğini görürüz. Ama konu bu tespitle kapanmaz, yani barış istemek kendini koruma ihtiyacına indirgenemez. Söz konusu barış isteği, eğer barışın ne olduğunu tamamen biliyor gibi yapan bir düşünümün ürünü ise, boş ve anlamsız kalır. Gültekin’in romantik savaş karşıtı betimlemesi, söz konusu figürün onu çevreleyen dünyada olup bitene habersiz kalıp da fazlasıyla genel kalan bir kavramın açtığı pencereden konuştuğunu, dolayısıyla da inandırıcı olamayacağını ima ederken haklıdır. Bir felsefeci olarak şunu belirtmek isterim ki, romantik savaş karşıtlığı anlayışı, empirik içeriği tamamen bertaraf edip de kendini bütünüyle kavramlar üzerinde inşa etmeye çalışan felsefenin konu siyaset olduğunda ne kadar da âkim kalacağını anlamamızı sağlayabilir.
Şu halde felsefe konu barış olduğu sürece susup oturmalı mıdır? Kuşkusuz ki hayır, çünkü felsefe sadece kavramlarla değil, ama aynı zamanda eylemlerle de çalışır. Bir başka deyişle, siyaset felsefesi kılığına bürünmüş gerçek bir felsefe, barış talebinin kendisini, eylemenin düşünmek olduğuna ilişkin bir bilincin ortaya çıkabilmesi için bir vesile olarak görecektir. Barış, ona uzanan kavramların değil, onun uğruna ödenen bedellerin kavrayıp açığa çıkaracağı bir fenomendir. Bu anlamda, barış savunucusunun, kavramına halihazırda sahip olduğu bir barışın peşinde koştuğunu düşünmektense, eyleminin sonuçları üzerinden kendisini biraz daha iyi anladığı, tüketilemeyecek bir fenomen olarak görmek icap eder. Demek ki gönül rahatlığıyla iddia edebiliriz ki, barışı biçimlendiren insan değildir; bilâkis, barış insanı biçimlendirir.
Barış talebi, savaşan taraflardan birinin olduğu yanda durmakla ilgili değil, muharebe meydanına dışarıdan bakabilmekle ilgilidir. Edward Said’in entelektüeli her daim sürgün, her daim yabancı olan olarak tasavvur ettiğini hatırlayacak olursak, barış savunucusunu, bir yandan kendini ve çevresini içine düştüğü savaştan korumaya çalışan, aynı anda da muharebe meydanını bütünlüğü içinde kerterizlemesini sağlayacak bir konum arayışı içinde olan olarak tanımlamak gerekir. Barış savunucusu entelektüel, bu anlamda kendini kendi eylemliliğinde tanıyan ve teorik çalışmalarını da, mümkün olabildiği kadar, barış mücadelesinin kendisi için açtığı pratik ufkun içinde yeniden şekillendirmeye de istekli olacaktır. Sanırım Yasin Aktay ve Levent Gültekin’in göremediği konum tam da bu konumdur.