Dünyaya uzanmak*
Yaşadığımız zamanları düşündüğümüzde, savaş koşulları, faşizm ve paranteze alınmış yaşamlarda devinen, kesintisizce devam edenin ne olduğunu sormalıyız. Aynaya bakarken, su içerken, kitap okurken ya da nefes alıp verirken bir şey de bizimle birlikte yürür. Descartes’e göre açık ve seçik olan “ben”dir, lakin karanlık zamanlarda bu ‘ben’ tam da kendisini görebildiği, kendisine varabildiği yani düşünebildiği, düşündüğü için suçludur. Bu suça iştirak etmiş bireylerin alınlarına, evlerinin kapılarına kırmızı bir çarpı işareti konulur. Nitekim bu durumu ironik bir biçimde açığa vuran Barış İmzacılarının “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisiydi.
Nevin Ferhat - Kemal Baş
Umut, karanlık günleri yerinden oynatacak ve her şeye yeniden başlamamızı sağlayacak bir güç olarak görülür insanlık için. Bir güç olmak bakımından umudun kendisi belirsiz olup insanın içine düştüğü durumların aciliyeti tarafından sınırlanır. Bu sınırlamada umut bir arayıştan çok bekleyişi işaret eder. Böylesi bir süreçte umut geleceğe yönelmiştir, onun şimdiden değil, gelecekten geleceği düşünülür. Gelecekten gelenin ise kim ya da ne olduğu bilinmediği gibi nasıl geleceği de bir muammadır. Ne var ki acil olana, merhem olacak her ne ise her zaman öngörülmez gelecekten gelmez, bazen geçmişteki unutulmuş olan bir şeyin gerçekleşmesiyle bazen de şimdide verili olan bir şeyin müdahalesiyle ortaya çıkar. Kısacası umut edilen, geçmişten geleceğe uzanan bütün öngörülebilir ihtimallerin sonunda bir yerde, ilginç bir biçimde gözden ve zihinden uzakta beklemektedir. Bu Ernst Bloch’un henüz var olmayanına denk düşebilir. (1)
Umut bir anlık, yalnız ve yalnız tekil yardım çağrısına cevap verir vermez gözden kaybolur ve çevresindeki gelecek ve tanrısallık halesini bu kayboluşa borçludur. Bu yanıyla umut gelip geçici ve rastlantısaldır. Bu noktada tehlikeli bir soru beliriyor: gelecek ve tanrısallık halesini yitirmeyi göze alıp umudu rastlantı olmaktan kurtarabilir miyiz? Bu tekniğe yönelik bir soru olarak görülebilir, bu bir problem mi, ayrıca üzerine düşünülmesi gerekebilir. Bununla birlikte savaş durumuna, faşizme giden günlerde tam da umudu herkes adına var kılabilmek, kaldıraca dönüştürme çabası içinde olmak ve ete kemiğe büründürmek gerektiği düşüncesiyle bu soruyu sormakta ve başka soruları çağırmaktayız.
Umut ilkesini aramak için Luc Ferry’nin kötü bir filozof dediği, ama bir dahi olarak gördüğü Descartes’e gitmenin doğru bir başlangıç olacağını düşünmekteyiz. Ferry’nin dile getirdiği üzere Descartes geçmişi keskin bir şekilde şimdiden ayırmıştır.(2) Onun amacı şüphe yöntemi aracılığıyla şüphe edilemez olana varmaktır. Bu uğurda bilimlere, dünyaya dair bildiği ne varsa reddeder. Karanlığa asılıp kalan, oradan ışığa, ateşe doğru yönelen ve her şeyin varlığından ya da yokluğundan şüpheye düşen filozof, böylesi bir yolculukta, refleksiyonda sürekli olanın “ben” liği olduğunu fark eder: düşünüyorsam o halde benim, ben varım…(3)
Descartes’in yöntemini benimsersek eğer her şeyle sürüp gidenin, sarsılmaz olanın keşfedilmesi gereklidir. Nasıl ki şüphenin içinden o şüphe edilemez olanın kendisine varılıyorsa umuttan yola çıkarak zamanın en umut edilemez olanını bulmak ve onun içine yerleşerek devindirici ilkeye varmak gerekir.
O halde yaşadığımız zamanları düşündüğümüzde, savaş koşulları, faşizm ve paranteze alınmış yaşamlarda devinen, kesintisizce devam edenin ne olduğunu sormalıyız. Aynaya bakarken, su içerken, kitap okurken ya da nefes alıp verirken bir şey de bizimle birlikte yürür. Descartes’e göre açık ve seçik olan “ben”dir, lakin karanlık zamanlarda bu ‘ben’ tam da kendisini görebildiği, kendisine varabildiği yani düşünebildiği, düşündüğü için suçludur. Bu suça iştirak etmiş bireylerin alınlarına, evlerinin kapılarına kırmızı bir çarpı işareti konulur. Nitekim bu durumu ironik bir biçimde açığa vuran Barış imzacılarının “bu suça ortak olmayacağız” bildirisiydi. Çünkü onlar farkında olmadan başka bir suç ortaklığının beyanına imza atmışlardı: düşünmek ve var olmak suçu.
Bu suçun ülkede kesintisizce devam ettiğini Kürtler, Aleviler, solcular dolaysız bir şekilde bilmekteydiler. Onlar düşündüklerini söylenmekten, düşünmeye cesaret etmekten her daim suçlulardı. Son süreçte ise bu suçlulara yeni suçlular eklenerek ülkede düşüncenin Descartesçı çıkarımı şu şekle bürünmüştür: düşünüyorum, suçluyum; yaşıyorum suçluyum. Suça indirgenerek işaretlenmiş, çarpı atılmış yaşamların “ben yapabilirim”, olumlu anlamda sahip olduğu mümkünlükler, potansiyeliteleri de var olma suçundan yara alarak, negatiflik yüklenerek burada “ben yapabilirim” “yapsam ne olacak ki” ye dönüşür. Dahası insan karanlık vakitlerde korkuya kapılarak asgarîye indirgenmiş olanı korumaya çalışır. Ancak asgarî olanı korumanın kendisinde saklı olan bu duygu insanın kendisini mümkün ve etkin bir varlık olarak görmesini ve konumlandırmasını engeller. Arendt’in “Eichmann Davası” adlı metninde Almanya Yahudi’lerine yönelik şöyle bir soru vardır: "Neden karşı çıkmadınız?", "Neden trenlere bindiniz?", "Siz orada tam on beş bin kişiyken, başınızda sadece birkaç yüz muhafız vardı - neden ayaklanmadınız ya da saldırmadınız?" Devamında ise Arendt, bu sorunun katliama, soykırıma uğrayan bir halka özgü olmadığını, Yahudi olmayan gruplar veya insanların da farklı davranmadığını belirtir. Nazilerin bu saklı zaferinin nedenini ise Buchenwald toplama kampında tutulan David Rousset’inden duyarız: "SS'in zaferi, işkence kurbanının hiç karşı çıkmadan darağacına götürülmeyi kabul etmesini, kimliğini olumlamayı bırakacak kadar kendinden vazgeçmesini gerektirir.”(4) Diğer bir deyişle insan, bu noktada Dünya’ya uzanmaktan, ona dokunmaktan vazgeçer ve vazgeçtiği anda ise mümkün bir varlık olduğunu unutmaya başlar.
Bu durumda benin yeniden mümkünlükleri olumlaması gerekecektir. Dolayısıyla belirlenmemiş, mümkün varlığa dönülmesi zorunludur. Buradaki mümkün varlık güç varlığına gönderimde bulunarak öznelliğe ilişkin yetileri veya kapasiteyi ifade etmektedir.(5)
Tuhaf bir biçimde bu andan itibaren umudun kendisini adım adım kurmak için bir yol görünür. Bu aşamada yine felsefenin o temel sorusunu, değişendeki değişmeyenin ne olduğunu sorarak ilerlemeliyiz. Yirminci yüzyılın büyük yıkımlarından günümüze kadar süre gelen bir arzunun varlığını gözlemleriz: İnsan olmak. Bu arzu yaşamın yalınlığı ve sıradanlığıyla yaşamak isteyen Dilek’in yakarışlarında bizi yakması gereken olarak ortaya çıkmıştı. Gezi’de politik bir söyleme dönüşmesine ramak kalmışken ‘kast edilen’ olarak bırakılmıştı. Yine bu arzu, meta değerine indirgenmiş insanların, bedenlerini şey kadar olma hiçliğinin hissi ile bizden son bir seyir talep edip kendilerini ateşe verirken dumanlaşmıştı. Aslına bakılırsa, hangi çağı yaşıyor olursak olalım havaya, suya, ışıldayan metale karışmış, değişmeyecek arzunun kendisidir insan olmak.
Hayatımızda yeni bir başlangıç yapmak, gerçekten bir şeylerin değişmesini, insanın ve doğanın yıkımı karşısında öyle ya da böyle direnmek istiyorsak insan olmak arzusuna tutunmak gerekiyor. Ve güne başlamak adına şu söz güzel bir başlangıç olabilir: “…Ben de bir insan olmaya geldim…”
*Dünya’ya uzanmak, Ursula le Guin’in ekolojik bir toplum kurma hayalini taşıyan, insanın dünya ve doğa ile birliğini ifade etmektedir. Dünyaya uzanmak kavramını ise Spinoza’nın Conatus kavramına borçluyuz. Çok basit olarak ifade etmek gerekirse Dünya’ya uzanmak, tutkuların ve arzularınla bir olarak, Dünya’da bir ağaç misali yeşermek, serpilmek manasına gelir. Yalnızca kendi varlığının son sınırına ulaşmayı değil, aynı zamanda kendinden taşmayı ifade eder.
(1) Bloch, Ernst, The Principle of Hope vol.1, Ayrıca bkz.“Ernst Bloch ve ‘Umut İlkesi’ üzerine” , Birgün Kitap, 16.01.2017
(2) Ferry, Luc, La révolution de l’humanisme moderne I: Descartes
(3) Descartes, R. Méditations Métaphysique, GF-Flammarion, 1979, s. 79
(4) Arendt, Hannah, Kötülüğün Sıradanlığı, çev. Özge Çelik, Metis Yayınları, 2012, s.22
(5) Serban, Claudia Serban, Phénoménologie de la Possibilité “Husserl et Heidegger” Puf, 2016, s.54-55