Önce biz, sonra bize karşı bir düşman

Bizi biz yapmak için bir düşman gerekir. Bizi yok etmek için tetikte bekleyen, hiç vazgeçmeyen ve bunu neden yapmak istediğini bir türlü anlayamadığımız bir düşman korkusu içimizde yer ettikçe savaşlar da kaçınılmaz olacaktır. Madem düşmanlar vardır, o halde onlar bizi yok etmeden biz onları yok etmeliyizdir.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Bülent Erişti*

Bütün yetki halktan gelir ama nereye gider? (Brecht)

Romalı düşünür ve devlet adamı Çiçero, “ Barış istediğimizi göstermek için savaşalım.” demişti. Bunu söylediğinde devlet ve otorite, bugünkü modern hukuk, yurttaşlık hakları, bireyin özgürlüğü vs gibi hakları tanımaktan uzaktı ve hatta Sparta’da olduğu üzere toplumdaki hasta ve sakatları öldürmeyi hak sayıyordu. Devlet, hayatın her alanını açık ve yasal biçimde kendisinin sayıyordu ve bunun başka türlü de düşünülemez olduğunu kölelik kurumunu yasalara bağlayarak ilan etmişti. Hukukun (haklar) devlet açısından yasa ile bir anlamda yurttaşın gözünde eşitlenmesi çabası olarak nitelendirebileceğimiz bu aldatmaca; geçen bin yıllara, her türlü modernleşme maskelemelerine karşın sürüyor. Yasanın yurttaşı ehlileştirme aracı olarak hukuk, Bakunin’in söylediği üzere şehveti parayla doyurma işi yapıyor. Modern hukuk, hükümdarın tanrının gölgesi olarak hükmettiklerinin yerine bugünün hükmedenlerine daha “şeffaf” bir hükmetme gücü sunuyor. Hobbes, hükmedenin hukuku- kendisini, iktidarını-korumak adına başvurduğu şiddeti meşru göstermesini common power (ortak irade) terimi ile kavramsallaştırdığında aslında “İnsan insanın kurdudur.” cümlesi de daha açık anlaşılıyor. Böylece “hukuk” teriminin devleti, devlet şiddetini anlamanın anahtarlarından biri olduğunu; her an değişebileceğini ve ortak irade kavramına sarılarak yurttaşı yurdunda esir alabileceğini anlayabiliyoruz. Otoritenin aldığı kararlara en basit biçimiyle insan olduğu için, acı çekmek istemediği için, yakınlarının ölümüne razı gelmediği için muhalefet eden yurttaşlar, hukuk kurumunun koyduğu yasalarla kolayca vatan haini ilan edilebiliyor.

Bu soyut bilgiyi, son zamanlarda yaşadığımız iki örnekle somutlayalım: İlki Suriye’nin kuzeyindeki savaşla ilgili Türk Tabipleri Birliği tarafından yapılan barış yanlısı açıklama ve bunun sonucunda karşılaştığımız gözaltılar ve açıklamalar, dahası sivil grup ve kişilerin küfürlerle süren linç eylemleri. Görevi insan hayatı kurtarmak olarak tanımlanmış bir meslek odasından ne tür bir açıklama yapması beklenebilir? "Afrin’i yakın, yıkın!" mı demeliydi Türk Tabipleri Birliği? Kendi var oluş amacına uygun ve tüzüğünde yer alan “barış istemek” nasıl suç teşkil ediyor ve üstelik olabildiğince yumuşak ve insanî bir çizgide yapılmış bir açıklamaya rağmen yurttaşların kafasından, sokaktan; polisin sık kullandığı söz ve uyguladığı yöntemle “süpürülmek” ne anlama geliyor? Yurttaşın öz yurdu var mıdır gerçekten, yoksa o hükmedenlerin aldıkları kararları alkışlatmak istediklerinde buna hazır olması istenen kitle midir?

İkinci olarak da yine sıcak gündemden bir örnek var: Gazeteci Deniz Yücel, Almanya’nın bilinen gazetelerinden Die Welt’te çalışıyordu. 27 Şubat 2017’de “halkı kin ve düşmanlığa yönelik tahrik ve terör propagandası yaptığı” gerekçesiyle, ifade vermeye gittiği mahkemece tutuklandı ve 11 ay boyunca hakkında bir iddianame bile hazırlanmadan tutuklu kaldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst makamı tarafından da “PKK propagandası yapıyordu, o nedenle tutuklandı” açıklaması yapıldı. Ama Deniz Yücel, birkaç gün önce, Almanya Şansölyesi Merkel ile Başbakan Binali Yıldırım’ın yüz yüze görüşmelerinin akabinde mahkemeye bile çıkmadan serbest bırakıldı. Hukuk, özgür mahkemeler, yargılamanın adaleti vs. herkes için merak mı edilmeli yoksa herkesin bildiği bir şey olarak mı kayda geçmeli?

HAYALÎ CEMAATLER

ABD’li muhafazakâr sosyolog Robert Alexander Nisbet mealen şunu söylemişti: “Her devlet savaşmak üzere doğmuştur ya da doğuşunun altında bir savaş olgusu, vardır.” Bu bize “savaş ekonomisi” ya da “çıkar savaşı” gibi kavramları doğrudan anlatmıyor mu? Çok uzun zamandır Ortadoğu, bir enerji deposu olması vesilesiyle bitmeyen savaşların merkezi ve bunun bütün faturasını yoksul halk ödüyor. Nisbet, şunu işaret ediyordu: “Devletler savaşmak zorundadır.” Ve bunun için savaşacak insana ihtiyaç var. Devletlerin savaş gücü oluşturabilmek için geliştirdikleri en temel denklemde birbirine karşıt iki özne yaratılır: Önce biz, sonra da bize karşı bir düşman.

Biz kavramı Benedict Andersen’in çok güzel formüle ettiği üzere “hayali” bir kavramdır. Kişilerin hiçbir düşman ve buna bağlı olarak da savaşın olmadığı bir ortamda aynı ülkede, aynı şehirde ve hatta aynı semtteki insanlarla ekonomik, sosyal, kültürel açıdan hiçbir ortaklığı yokken aynı ölçüde mutlu olabildiklerini söyleyebiliyor muyuz? Ortak yurtta olmaları, ortak haklardan yararlanabildikleri anlamına geliyor mu? İşçi ölümlerinde dünyada ilk sıralarda yer alan Türkiye’de “ülkemiz dış güçlerin tehdidi altında” olmadığında işçiler yaşayabiliyor mu? Afrin’de yoksul halk çocukları ölürken onlar adına kahramanlık hikâyeleri yazanlar aynı süreçte farklı şehirlerde işsizlik ve açlık nedeniyle kendilerini yakan insanları neden görmüyor ya da o insanların kendilerini yakma nedeni “dış güçlerin operasyonu” mu? Milliyetçilik, biz mitinin yaratılmasında hayalî bir harç rolü üstlenir ve savaşı isteyenlerin çocuklarının gitmediği savaşların, cephede ölen yoksul çocuklar üzerinden kahramanlığını yazar.

Bizi biz yapmak için de bir düşman gerekir. Bizi yok etmek için tetikte bekleyen, hiç vazgeçmeyen ve bunu neden yapmak istediğini bir türlü anlayamadığımız bir düşman korkusu içimizde yer ettikçe savaşlar da kaçınılmaz olacaktır. Madem düşmanlar vardır, o halde onlar bizi yok etmeden biz onları yok etmeliyizdir. Bu korkunun yarattığı psişik durum öyle silsileler oluşturur ki ırkçı söylem ve davranışlar kendimiz dışındaki insanları renk, dil ayrımı nedeniyle yok etmeye yönelmenin ötesinde, başka dilleri de yok etme çabasına varır. İtalyan faşistleri, Trieste şehri İtalya’ya katıldığında kamusal alanda Slovenceyi yasaklar ama İtalyanca bilmeyen köylülerin durumunu anlatan traji-komik bir öykü yaşanır. Bu köylüler hayvancılıkla geçinmektedir ve hastalanan hayvanlarını veterinere götürdüklerinde dertlerini nasıl anlatacakları konu edildiğinde onlara şu yanıt verilir: “Bir inek veterinere derdini anlatmak zorunda değildir.”

Helmut Herzfeld'in 'Yaşasın tereyağı bitti!' isimli çalışması.

Devletler gündelik hayatı, ürettikleri ortak seslerle yönetirken ayrıksı durumda kalan herkesi toptancı bir yargıyla hain ilan etmeye hazırdır. Öyle ki devlet projesinin içinde yer almış ve iki milyon insanın ölümünden sorumlu tutulan Nazi doktor Josef Mengele, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında devletin oluşturduğu ve bireylerin benliğine yerleşmiş ortak aklın ürünü neticesinde uzun süre üstünkörü soruşturmalarla ele alınmıştır. Türkiye’de de Gezi Olayları sürecinde polisler ve sivil grupların sopalarla döverek ölümüne neden oldukları Ali İsmail Korkmaz, hastaneye gittiğinde kas gevşetici vererek onu eve gönderen ama attığı tweetlerle kasıt şüphesi uyandıran bir doktor hakkında uzun süre soruşturma izni bile verilmemesi ilginçtir.

SANATÇININ SORUMLULUĞU

Savaş, ırkçılık, katliamlar… Şüphesiz yeryüzünün kanlı tarihine can alıcı notlar düşen pek çok şiir, roman, oyun vs var ama bugünün gündemine uyan bir örnek olması nedeniyle Alman sanatçı Helmut Herzfeld ve onun bir fotomontaj yöntemiyle ilgili bir şeyler söylemenin sırası. Helmut Herzfeld 1916 yılında, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Almanya’daki ırkçı tutum ve özellikle de yükselen İngiliz karşıtlığına tepki olarak adını değiştirmiş ve İngilizce biçimiyle John Heartfield yapmıştır. Daha sonraki süreçte Dadacı sanat anlayışının izlerini taşıyan bir çizgi izleyen Heartfield, Almanya’da yükselen ırkçılık ve Nazizme dikkat çekmek için pek çok fotomontaj çalışma örnekleri vermiştir. Ama bunlar içinde birisi var ki bugün Türkiye’de duyduğumuz bir cümleyi de unutturmayacak cinsten. Hitler’in en yakını ve Nazi partisi kurucularından Mareşal Goering, 1935 yılında süren kıtlık esnasında Hamburg’da bir konuşma yapar. Bu konuşmada ülkede tereyağ üretilemediği ve çocukların yeterince beslenemediği üzerine yükselen seslere karşı, teknolojiyi ve teknolojik gelişmeyi överek ülkenin kalkınmakta olduğunu anlatmak amacıyla “Demir, ülkeyi her zaman güçlü kılar ama tereyağı ve domuz yağı sadece şişmanlatmaya yarar!” der. Heartfield, Goering’in bu sözlerini hicvetmek amacıyla “Yaşasın, tereyağı bitti!” çalışmasını yapar. Fotomontajda bir Alman aile, hükümetin tereyağından daha önemli dediği şeyi, “demir”i yemektedir; bisiklet kolu ve çeşitli metal nesneler.

Kanun hükmünde kararnamelerle işten atılan insanların aç ve susuz olarak ne yapacakları, nasıl yaşayacakları; çoluk çocuklarına nasıl bakacakları dillendirildiğinde “ağaç kabuğu yesinler!” denmişti. Bakalım bizde hangi sanatçı, şair, yazar ne söyleyecek?

* Çeşitli zaman ve dergilerde deneme, eleştiri ve inceleme yazdı, yazıyor.