Tribünler hayattır, Türkiye'nin aynasıdır!
Türkiye’de tribünlerin çoğunda, “tribün lideri” adında atanmış siyasetin “kayyumları” var artık. İstenmeyen toplumsal bir reaksiyonu frenlemekle görevli, fonda çalan plak gibi sırası önceden belirlenmiş yavan besteleri dakikalarca söyleyip sıra savan, hakem kararlarına tepkisini gerçek bir tribün gibi ortaya koymak yerine ninni olarak kullanılabilecek şarkılarla gösteren tribünler oluşturmakla sorumlu bu kayyumlar.
Hikmet Koyuncuoğlu*
Tribün çok önemli bir yerdir gidenler için! Sosyalleşmeyi bir kenara bırakın, koca bir topluluğun harekete geçişini, kitlenin elektriklenme noktalarını, demografik olarak karmakarışık bir ortamda var olabilmeyi, racon kesmeyi, racon kesenlere karşı ne yapılması gerektiğini sezmek gibi birden çok özelliğin gelişmesine açık biçimde katkı sağlar. Üstelik 80 sonrası dönemde bilinçli bir politikayla depolitize edilmiş Türkiye gençliği için toplumsal gerçeklerle karşılaşmak ve kitleleri tanımak açısından muazzam bir fırsat da yaratmıştır tribünler.
Küçük yaştan beri gittiğim tribünlere ben de oldum olası hep merak duydum ve uzunca süre takip ettim (tribün tabiriyle kovaladım). Her tribünün anlamı vardı benim için ve sembol değerler atfederdim onlara. Benim gençlik zamanımda kitlesel gücü olan tribün Fenerbahçe tribünleri idi. Gücünü sayısından alırdı. Beşiktaş tribünleri tutkuluydu. Benim gittiğim Galatasaray tribünleri ise farklıydı. Kaynağını akılcı lise ekolünden alan kulübün taraftarları olarak, bu ekolün Galatasaray tribünlerinin yaratıcılığına katkı sağladığını düşünürdüm hep. Bunlar dışında da tribünler vardı tabi. Trabzon Avni Aker stadının maraton tribünün hınca hınç dolu hali hep gözümün önündedir. Her tribüne farklı bir anlam ve karakter vererek giderdim maçlara. Tek tipleştirmeye karşı en azından farklı renklerde ve karakterlerde tribünler vardı hayatımızda.
Yurtdışı maçlarındaki tribünleri de aynı şekilde okurdum. Biz Akdeniz ülkesi olmakla zaten, tribün konusunda yüzde 90 ülkeye karşı önde başlardık. Coşkulu, yerinde duramayan, deli dolu tiplerin oluşturduğu tribünlerdik biz her şeyden önce. Türkiye yenilse bile, tribündeki o kitle, zıplayan, bağıran, görsel farklılık yaratan insanlardan oluşurdu. Başka alanları bilmem ama tribün kültürüyle kesin gurur duyabilirdi Türkiye!
Yukarıda yazdığım düşüncelerimin uzunca bir süredir çok yerli yerinde olmadığını biliyordum ama bu hafta içerisinde seyrettiğim ve gittiğim bir kaç maçta gördüklerim konuyu bir nevi netleştirdi nazarımda. En sonda söyleneceği en başta söyleyeyim; Türkiye’de hepsine ayrı karakter vererek, bir zamanlar seyretmeye doyamadığım tribünlerin çoğunda, “tribün lideri” adında atanmış siyasetin “kayyumları” var artık.
İstenmeyen bir yöne doğru oluşabilecek toplumsal bir reaksiyonu frenlemekle görevli, fonda çalan plak gibi söylenme sırası önceden belirlenmiş yavan besteleri dakikalarca söyleyip sıra savan, hakem kararlarına tepkisini gerçek bir tribün gibi korkutucu bir gürültü çıkarmak ve küfür içermeyen anlık akılcı tezahüratlar ile ortaya koymak yerine ninni olarak kullanılabilecek şarkılarla gösteren tribünler oluşturmakla sorumlu bu kayyumlar.
Lise ekolünden geldiğini düşündüğüm, müstehzi yanıyla hep fark yaratan, batıya açılan pencere Galatasaray tribünleri, işte tam da yukarıda yazdığım hale bürünmüş durumda. Diğerlerinin de çok farklı olduğunu sanmıyorum.
Misal olarak, yine coşkularıyla ve takımlarına bağlılıklarıyla bilinen Bursa tribünlerine bakalım. Türk Telekom Arena’da oynanan ve benim de gittiğim son Galatasaray – Bursaspor maçında, Bursaspor deplasman tribünü, farkı skorlu yenilgi karşısında, sırf rakip değerlere saldırmak ve karşı tarafı yaralamak adına; Galatasaray kulübünün kurucusu Ali Sami Yen’e ve efsanesi Metin Oktay’a ağır şekilde küfür etmekte buldu çareyi. Karşı tarafı en çok yaralayabilecek noktayı bul ve pervasızca bu hedefe saldır. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak aşina olduğumuz bir ruh hali değil mi?
Ama sanırım en ağır darbeyi Bayern Münich – Beşiktaş maçını televizyondan seyrederken aldım. Soğuk ve cansız denilen Almanların, üstelik içlerinde belki de en zengin ve şımarık olarak nitelendirdikleri Münihlilerin, kale arkası tribünlerinde bütün maç boyunca dev sopalı bayraklar sallayarak etkileyici bir görsel oluşturmasından bahsediyorum. Tamam İtalyan tribünlerinin koreografileri kadar etkileyici değildi ama bizim statlarımıza artık özel izinle, o da bir kaç tane ancak alınan sopalı bayrakları sanırım o kadar özlemiştim ki, Münih tribünleri bile etkilemişti beni.
Aynı maçta atılan gollerden sonraki anons kısmına ise ayrı değinmem lazım. Gollerden sonra anons yapan kişi, Bayern Münich’in attığı gol sayısını seyirciye soruyor, seyirci sayıyı söylüyor, sonra rakip takımın skorunu soruyor, seyirci o sayıyı da söyledikten sonra anons yapan kişi seyirciye teşekkür ediyor, seyirci de son kez, hep bir ağızdan “bir şey değil” (“bitte”) diye bağırarak cevap veriyordu.
Allah allah! Görsel şov, takımı destekleme gibi tribün faaliyetleri; anonsçuya “bir şey değil” cevabını veren ve buradaki tribün algısında son derece “anti-cool” olarak adlandırılabilecek bir davranış biçimiyle mi bütünleşiyordu? Ercan Saatçi gibi anonsçuları yaşamış biri olarak, medeniyet dedikleri bu mu acaba diye düşünmeye başlıyor ister istemez insan. Bütün maç bayrağı sallayan, görsel şova katkıda bulunan adam, ağzından tükürükler saçarak küfür etmeye meyilli bir hooligan değil de anonsçuya hakkını verebilecek bir takım taraftarından mı oluşuyordu sadece?
Son maçlarda tüm bu yaşadıklarım ve gördüklerim, gençken benim tribünlerin karakterleri ve yansıttığı değerler hakkında bütün düşündüklerimin sadece bir yanılgıdan oluşup olmadığı sorgulamasını tekrar yapmama vesile oldu açıkçası. Acaba tribünlere bu kadar anlam yüklemek gereksiz ve anlamsız bir çaba mıydı?
Ya da belki, tribünler onu oluşturan camiaların/toplumların aynası olma görevini sürdürmeye devam ediyorlardı da, bu aynada benim son seferler gördüklerim pek hoşuma gitmemeye başlamıştı! Galatasaray tribünleri ile lise akılcılığı (kaldıysa tabi) arasında köprü kurmak çok doğru değildi belki. Coşkulu Akdenizli kimlikten, şiddet toplumuna geçişimizin yansımasını sağlıyordu belki bu dönemdeki Türkiye tribünleri. Tribün liderlerinden kayyum yaratma telaşı da, bu şiddetin, atamayı yapanların arzu etmeyeceği bir hedefe yönelme ihtimalini engellemekle mi ilgiliydi?
Bu kafa karışıklığına benim açımdan son noktayı koyan ise, Spartak Moskova taraftarının İspanya’nın Bask bölgesindeki Bilbao deplasmanında, bir İspanyol polisinin ölümüne yol açmalarına sebep olan taşkınlıklarına ilişkin haberi okumam oldu. Sosyalist rejim döneminde en önemli deplasman maçına 50-100 kişi gidebilen Sovyet taraftarlardan, İspanya’da polisin ölümüne sebep olan Rusya taraftarlarına geçiş!
Sanırım benim gençliğimde tribünlerin karakterleriyle ilgili hissettiklerim de doğruydu, bugün gördüklerim de doğru. Sorun o ki, ben çoğunlukçu değil akılcı, şiddetli değil coşkulu tribünleri sevmişim. Bugünlerde bu ülkede yaşayan benim gibi tribüncülerin işi oldukça zor, hepimize kolay gelsin!
Avukat, Doktor