Samsun’da 'töz' tartışması kanlı bitti: İki Spinozacıyı öldüren Descartesçı kayıplara karıştı
En başta da ricacı olduğum üzere; lütfen ne konuştuğumuza, nelerden bahsettiğimize, hangi haberleri okuduğumuza dikkat ediniz. İşte biz oyuz, konuştuğumuz şeyiz.
Hamza Celâleddin/[email protected]
i. Evvelâ “Coğrafya yazgıdır”
Soru, böyle bir soru sormasına neyin vesile olduğunu dahi bilmeyecek kadar cahil biri tarafından sorulur.” Søren Kierkegaard, Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe.
Antik Grek’te yaşayıp “Sofistlerin para karşılığı ders vermesinin etik değeri”ni ya da “’Theseus’un Gemisi’ efsanesinin gerçek bir paradoks olup olmadığı”nı, on sekizinci yüzyıl Britanya’sında yaşayıp “bilginin doğuştan mı geldiği, yoksa empirik mi elde edildiği”ni, on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sında yaşayıp “Schopenhauer felsefesinin bir Platonculuk olup olmadığı”nı ya da Schopenhauer’un iddia ettiği üzere, “Hegel eserlerinin dörtte üçünün safi saçmalık, dörtte birininse paradoks olup olmadığı”nı yâhût da yirminci yüzyıl Fransa’sında yaşayıp “Bataille’in Nietzsche’sinin klâsik varoluluşçuluğa bir saldırı sayılıp sayılamayacağı”nı tartışabilirdik; lâkin geliniz görünüz ki yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde yaşayıp “karşı cinsten iki hastanın aynı odada kalıp kalamayacağı”nı, “dokuz yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenilip evlenilemeyeceği”ni yâhût da –en entelektüel tartışmada dahi– “Karl Marx’ın, ölmezden önce imana gelip gelmediği”ni tartışıyoruz. Bu zarâfet ve tarihsellik yoksulu tartışmalara iştirak etmemek ya da başka türlü (daha derinlikli, incelikli) bir tartışmada yalnız kalmak ise, en basitinden “toplumdan kopuk ve toplumun dertlerinden bîhaber olmaklık”la, “üst-söylemcilik”le, “akademik gevezelik”le ya da en nihayetinde söylediğiniz şeyin anlaşılmaması veya yanlış anlaşılmasını izleyen şekilde “vatan hainliği” ile itham edilebiliyor. Herkes bir şekilde bu tartışmalara dâhil edilerek (benim de şu anda, utana-sıkıla yapmakta olduğum üzere) “kendi memesinin oburu bir toplum”un inşâsı hedefleniyor.
ii. İtaat toplumu nasıl yaratılır: Dil ve bilginin üretimi-dolaşımı
In principio erat verbum/ Başlangıçta Söz vardı! (Yuhanna, I).
Heidegger’in “Dil varlığın evidir” ya da Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” hakikatleri, yalnızca “Dasein”a ya da bireye gönderme yapmaz, aynı zamanda da toplumun varlığına ya da varlığının sınırlarına ilişkin hakikatlerdir bunlar. Bir toplumun en temel motivasyonu olan dil, onun varoluşsal durumunu da ortaya döker. Peki biz, bu varoluşsal durumla yüzleşebilecek kadar cesur muyuz? Çok değil, son birkaç seneyi düşününüz: Neler konuşmaktayız, hangi kavramlar hükmetmekte zihnimize, en çok hangi türden haberleri okumaktayız ve bu haberlerdeki özneler kimlerdir? Otoritenin bize dayatmış olduğu dil, her ne kadar en başta itiraz etsek de, ateşli şekilde karşı çıksak da, bir süre sonra bizim zihnimizi de ele geçiriyor, “decadence” ya da çürüme her tarafı çabucak sarıyor: Örneğin artık hepimiz, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisinin olmayan bir toprak parçasını zorla ele geçirmesine “fetih”, bir başka toplumun, örneğin İngilizlerin aynı tarihsel eylemi gerçekleştirmesine “işgâl” diyoruz. İki sözcüğün de, yani “fetih”in de “işgâl”in de atıfta bulunduğu eylem aynı olmasına rağmen, birisi zihinsel olarak olumlanmış ve bir diğeri zihinsel olarak olumsuzlanmıştır. Bizden olan, yani fetih, olumlu olandır (öyle ki bu isimle diziler çekip, göğsümüzü gere gere toprakları nasıl “zorla aldığımızı” birbirimize anımsatıyor; dahası, örneğin İstanbul’un fethi ile yüzyıllardır övünç duyuyoruz), bir başkasından olansa, yani işgâl, kötücül, düşmanca olandır. Bu yalnızca basit bir örnek, lâkin dilin zihniyeti, zihniyetinse toplumun ontolojik prensibini belirlemesi ancak bu kadar basit bir örnekle anlatılabilir. Tabii bu örnekte, dilin sorunsallaştırılmasının yanına tarihin sorunsallaştırılması da eklenmelidir; çünkü bize yıllardır dayatılan tarih –bir kahramanlık tarihi olarak tarih–, araç olarak tarihtir, oysaki tarihin kendisi bir amaç, başlı başına bir yüksek gayedir. Tarih; tarihsel karakterin, tarihçinin ideolojik eğiliminden, inançlarından, önyargılarından ya da kürsü kaygısından bağımsız olarak “orada olması” demektir; yani o, bir şey-için değil, kendi-içindir. Tarih için geçerli olan bu saik, elbette dil için de oldukça geçerlidir.
Bir kimseyi gülümseyerek doğruyu söylemekten alıkoyan nedir? (Horatius).
Yukarıda bahsedilen fetih-işgâl örneği, dilin tarihsel algıyı yönetmesine zannımca iyi ve kâfi bir örnektir, lâkin dilin tesiri yalnızca “tarihsel olan”a özgü değildir. Dil, bugünün algısını yaratmak ve bugünün toplumunun varoluşsal genetiğini geleceğe iletmek adına da otorite için kıymetli bir olanaktır. Mitolojide, Poseidon’un mızrağına (savaşıma) karşılık, Athena’nın yeryüzüne armağanı olarak bin yıllardır “barış”ın evrensel simgesi sayılan Zeytin Dalı’nı (bunu içeriğinden ve politik gönderiminden bağımsız olarak söylüyorum, kendimi yine kısır bir tartışmanın içinde çırpınırken bulmamak için) savaşa yönelik bir eylemin ismi yapmak, yani bir nevi barış-savaş diyalektiğinde olumlamanın yönünü değiştirmek sanırım bu olanağın sonuna kadar kullanıldığının şimdilik en iyi örneğidir. Aynı şekilde, –sözcüklerin tarihsel kökeni ya da kavramsal arka bahçesi umursanmaksızın– hemen herkesin kendisine “demokrat”, kendisinden olmayana, yani bir 'öteki'ye ise “faşist” demesi, dilin içinde bulunduğu derin bataklığın apaçık göstergelerinden birisidir. Bu örnekler ne kadar çoğaltılabilir olsa da (cinsiyetçi, ırkçı birçok ifadeyi mevzubahis bile etmiyorum), bu örneklerin art arda sıralanması bizi Zweigyen (içinden çıkılamaz) bir endişeye sevk edebilir.
iii. Ne konuşacağımızı bize kim söyler?
İletişim yok mu? Tam tersine, o kadar çok iletişim var ki, direniş yok, yaratıcılık yok... (Gilles Deleuze).
Anlıyoruz ki, “hikâyeleri, tarihselliği ve prensipleri yok edilmiş dil”, “amaçsallaştırılmış tarih” ve “üretilmiş bilgi” toplumları itaatkâr organizmalar hâline getirmenin en kestirme yollarıdır. Toplumlar, bu aygıtlar marifetiyle öylesi itaatkâr hâle gelirler ki, (bugünün Türkiye’sinde olduğu üzere) itaatten bir erdem, cesaretten bir erdemsizlik olarak söz etmeye başlanır. Oluşturulmuş itaatkâr toplumda ise; otorite, hangi sözcükleri hangi anlamlarda kullanacağımıza karar verdiği gibi, ne hakkında konuşacağımıza da karar verir. Kitle iletişim araçları, son iki yüzyılın erk sahipleri için bulunmaz nimetlerdir. Bu aygıtlar marifetiyle, otorite, konuşmamızı istediği konuları önümüze atar ve biz de erdemli köleler olarak, otoritenin konuşmamızı istediği şeyleri, konuşmamızı istediği ölçüde, yine onun belirlediği kavramlar ve ifade kalıpları mucizesiyle konuşuruz. En başta da ricacı olduğum üzere; lütfen ne konuştuğumuza, nelerden bahsettiğimize, hangi haberleri okuduğumuza dikkat ediniz. İşte biz oyuz, konuştuğumuz şeyiz.
Lâkin “dil” ve “tarih” birer oyun alanı olarak her zaman mucizelere gebedir: İçine düştüğümüz esaret kuyusundan bir nefeslik kafamızı çıkarıp, Lacancı hakikati de (daima doğruyu söylerim; ama doğrunun tamamını değil) yanımıza alarak şöylesi mübalağalarda bulunmamız da hâlen mümkün gibidir: Buyurunuz, bugünün Türkiye’sinden birkaç haber başlığı:
-Samsun’da “Töz” tartışması kanlı bitti: İki Spinozacıyı öldüren Descartesçı kayıplara karıştı!
-Diyanet açıkladı: Cinsel birleşmedeki esrime hâli, her şeyin gerçek özü ve nüvesi midir?
-Başbakan sert çıktı: Tutturmuşlar bir Monad, Descartes’ı bitirdin de Leibniz mi kaldı kardeşim!
-Muhalefet tek ses: Nedensellik Eleştirisi onurumuzdur!
-Cumhurbaşkanından kararlılık mesajı: Tüm yapısökümcülerin tepelerine bindik, binmeye devam edeceğiz! Kimse bizim yapısalcılığımızı sınamaya kalkmasın! Şüphesiz Saussure bizimledir!
-Bir inceleme: Yargıda Kantçı vesayet...
-Bakanı kızdıran soru: Öteki zihinler var mıdır?
-Kayseri’de gerilim tırmanıyor: Mantıksal pozitivistlerin evleri işaretleniyor iddiası!
-Yeni evli mankene büyük şok: Empirist olduğunu bilmiyordum!
Kamu spotu: Eytişimsel özdekçiliği acilen bırakmalısın!
-İsminin son harfine göre hangi Nietzsche olduğunu tahmin ediyoruz!
Mühim Not: Farazi haber başlıklarındaki şiddet vurgusu, hakikatin patolojisinden ileri gelmektedir.
iv. Peki ama ne yapmalıyız?
Bir araya getirmek yeterli olmuyor
Özenle seçilmiş ve özenle sıralanmış sözcükler gerekiyor. (Horatius)
Gilles Deleuze, felsefeden bir “kavram yaratma sanatı” olarak bahseder. Çünkü bu, otoriteye ilkesel bir itirazdır. Otoritenin dayatmış olduğu kavramlarla felsefe yapmak mümkün değildir, mümkünse bile bu etkinliğin felsefî değeri tartışmaya açıktır. Elbette burada, “kavram yaratmak” ile kasıt, daha önce hiç işitilmemiş, harflerin yeni baştan bir birlikteliği değildir sadece; aynı zamanda ve daha da ziyade, varolanı yeniden üretmektir. Hoş, buradaki önerim “herkes için bir öneri” değildir, herkes için asıl önerimi; Ingeborg Bachmann’ın Paul Celan’a çağrısıyla dile getireceğim: “Gelin sözleri bulalım!”
Camus yâr, Nietzsche yardımcımız olsun...