Hakikatin patolojisi I: Bir skandal olarak ölüm
Ölümden bir “skandal” olarak bahsetmezden evvel, onunla olan ilişkimizi daima dinamik tutan ve [a divinis–kutsal olandan başka] bu ilişkiyi motive eden şeyi gözden geçirmemiz gerekir. Bizim ölümle olan ilişkimiz, “ben” üzerinden değil bir “başkası” üzerinden kurgulanır. Ben, hiçbir zaman dolaysız ve aracısız olarak ölümle yüzleşemez; lâkin bütün hayatı boyunca, sanki onunla yüz yüzeymiş gibi yaşar.
Hamza Celâleddin/[email protected]
Hakikat; ölüm, çılgınlık ve seks
De profundis clamavi!
Antik Grek’ten bugüne; bilgece zarif Sokrates’ten çıplakuyur Descartes’a, arkabahçenin mâhir bahçevanı Lucretius’tan spekülasyonun mucidi Spinoza’ya (...) değin peşinden koştuğumuz; Diyojen’in fıçıda, Herakleitos’un dağ başında –ki kendisi bir “arkaik gerilla”–, Descartes’ın “Cogito”da-Rimbaud’nun “Ben Olan Bir Başkası”nda yâhût da Kierkegaad’nun şarapta-Shakespeare’in ise arpa suyunda aradığı, patolojik bir kavramdan açmak istiyorum bahsi: Hakikatten... Tarihsel süreçte; birçok kere, birçok farklı biçimde çıkmıştır karşımıza hakikat: Onu; Brutus’un Julius Caesar’a yönelmiş hançerinden, Kleist’ın Vogel’e doğrultulmuş silahından, Nietzsche’nin 1889 Ocak’ında bir atın boynuna sarılıp ağlayışındaki nahif titremeden, Hölderlin’in kırk yıllık kesintisiz münzevîliğinden yâhût da Arthur Rimbaud ile Paul Verlaine–Abélard ile Héloise arasındaki erostik mücadeleden (...) tanırız. Tüm bunlar, bugün için birer spekülasyondur ve hakikat bu spekülasyonları üç temel görüngü ile kurgular: Bir “skandal” olarak “ölüm”le, bir “trajik” olarak “çılgınlık”la ve bir “diyalektik”–bir “antinomi” olarak “seks”le... Hakikatin Patolojisi yazı serisi ile amacım artık kendinden-açıktır ki; hakikatin “doğası”nı bu üç temel görüngüde aramaya, kavramaya çalışacağım. Lütfediniz ki, birlikte olsun...
Skandal. Ölüm
Mors Certa, vita Incerta.
Ölümden bir “skandal” olarak bahsetmezden evvel, onunla olan ilişkimizi daima dinamik tutan ve [a divinis–kutsal olandan başka] bu ilişkiyi motive eden şeyi gözden geçirmemiz gerekir. Bizim ölümle olan ilişkimiz, “ben” üzerinden değil bir “başkası” üzerinden kurgulanır. Ben, hiçbir zaman dolaysız ve aracısız olarak ölümle yüzleşemez; lâkin bütün hayatı boyunca, sanki onunla yüz yüzeymiş gibi yaşar. Bu çekincesiz ilişki, saf bir “conatus” ile beslenerek iyiden iyiye bir inatlaşmaya, ayak diremeye dönüşür. Bu inatlaşmaya varan ilişki ise, ya conatus’tan vazgeçilip 'ben’in etkin olarak ölümle yüzleşmesiyle (Sylvia Plath’in, Virginia Woolf’ün ya da Sergey Yesenin’in yaptığı üzere) ya da 'ben'in edilgen kalarak ölümün –reddedilemeyecek– davetine icabeti mucizesiyle nihayetlenir. Lâkin ben ve ölüm arasındaki bu içten ilişki yalnızca hakikatin bir parçası –bir kırıntısı–dır. Skandal ise, ölümün tarihselliğinde gizlenmiş, fark edilmeyi bekler.
***
İsâ’dan Sonra 524. –Her şey için çok geç ve hiçbir şey için fazla erken bir tarih–. Bir Roma filozofu olan Boethius; bir “vatan haini”, bir “sürgünde-beden” ve bir “ebedî tutsak” olarak, korkunç şiddetli işkencelere dayanamayarak ölüyor. Ona kendisini savunma fırsatı bile verilmemişti ve lâkin o, tarihe geçecek bir savunma metni olarak Felsefenin Tesellisi’ni tutsaklık günlerinde yazdı. Onun ölümü bir yazgı sayılamazdı.
Kasım, 1811. Güzelim bir Berlin sabahı. Heinrich von Kleist ve Henriette Vogel, göl kıyısındaki muâzzam kahvaltının ardından birazdan ölecek bedenlerine sarılmak üzere ayağa kalkıyorlar. Çok geçmeden Kleist’ın tabancasından tam iki kurşun çıkıyor, birisi Vogel’in kalbine, bir diğeri Kleist’ın ağzına isabet alıyor.
Mart, 1852. Rimbaud’nun doğumuna henüz iki, Kierkegaard’nun ölümüne neredeyse üç sene var. Nietzsche ise henüz sekiz yaşında bir “isyanda-gövde”. Nikolay Vasilyeviç Gogol, ıstırap dolu (lâkin asla mizahtan yoksun olmayan) bir yaşamın ardından, kırk üç senelik yeryüzü konukluğuna veda ederek, artık-dirimsiz-cansız bir bedene dönüşüyor. Ölü Canlar’ın ikinci bölümü ateşe verildiken neredeyse on gün sonra... Peki ama Gogol nasıl ölmüştü?
Eylül, 1940. İnsanlığın hafızası savaş hatıralarıyla dolup taşmakta. Henüz Virginia Woolf de hayatta, Stefan Zweig da. İncecik, zarif bedeniyle Walter Benjamin, sürgünde-yaşamını Portbou’da (peşinde olan Gestapo’nun onu yakalayacağı endişesiyle de) aşırı doz ile sonlandırıyor. Ve ardı sıra, zarif depresif Virginia Woolf ve endişeli gözler; Stefan Zweig ve Lotte...
Ocak, 1960. Sylvia Plath’in kafasını fırının içine sokarak yaşama iradeî vedasına henüz üç seneden fazla var. Albert Camus’nün kırk altı senelik yeryüzü konukluğu, bir trafik kazası mucizesi ile son buluyor. Yaşamı boyunca “absürt”ü anlatmış olan Albert Camus, –yine kendi deyişiyle–en absürt ölümle, Facel Vega marka bir otomobilin içinde tanışıyor: Ab uno disce omnes!
Ve Kasım, 1995. Savaşlar, toplu kıyımlar, intiharlar, trafik kazaları, hapishaneler, tımarhaneler, klinikler, zayıf bedenler, binalar, havaî fişekler, iklim değişiklikleri, kırmızı günlükler, açlık grevleri, tuhaf hissi, gerçekçi ve hiç de gerçekçi olmayan şakalar... Yirminci asrın kapanışını Gilles Deleuze, yetmiş yıllık hayli uzun yeryüzü konukluğunun ardından, pencereden atlayarak yapıyor. Doğrusu müthiş bir hulâsa bu.
***
Mart, 2018...
Bir sonraki yazıda; trajik olarak çılgınlıkta ya da bir diyalektik ve bir antinomi olarak sekste görüşmek dileği ile...
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.